Hiçbir insanın bireysel özgürlüklerini imha ederek onun yaşam sınırlarını belirleme hakkına sahip değiliz. Ancak toplumsal yaşamın devam edebilmesi için, bireysel yaşam sınırları, toplumsal yaşam sınırları içinde kalması gerekir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklere feda edilirse, toplumsal yaşamdan söz edilemez. Onun için bireysel arzu istek ve beklentiler, toplumsal yapı içinde varlıklarını ifade etmek için belli sınırlara uymak zorundadır. Bu durum toplumsal yaşamın bireyi şekillendirmesi değil, şekil almış bireyin toplumsal yaşam içinde yerini belirlemedir. Toplumsal yaşam içinde ben var olmak istemiyorum, kendi başıma doğa da istediğim gibi hayatımı sürdürmek istiyorum diyenler için toplumsal yaşam ve ahlak kuralları devreye girmez. Kişi istediği gibi toplumsal yaşamı olumsuz etkilememek kaydıyla varlığını sürdürebilir. Ancak Toplum içinde varlığının yerini belirlemek isteyen her insan, toplumsal değer sistemleri ile uyum içinde olmak zorundadır. Çünkü toplumsal yaşamın devamı ancak böyle mümkün olabilir.
Günümüzde öyle anlayışlar gelişti ki, bireysel özgürlüklerin hayvani boyutta yaşanmasında sınır tanınmazken, toplumsal yaşamın varlık kodları alabildiğine yok edilmek istenmektedir. Toplumsal yaşamın varlık kodları bireysel hayvani isteklere feda edildiği zaman, toplumsal yaşamın ne anlamı kalır. O zaman organizeli bir gücün toplumsal kurallar oluşturarak yaptırım uygulaması da anlamsızlaşır. Çünkü her birey istediği gibi toplum içinde varlığını sürdürecek ve hiçbir bağlayıcı kurala uymak zorunda değilse, bunun adı toplumsal yaşam olmaz. Vahşi doğanın insan popülasyonlarının bir arada varlığını sürdürmesi olur. Tarihin hiçbir döneminde bir örnek bulamazsınız ki, insanlar toplum olarak var olmak isteyipte,istedikleri gibi bireysel bir hayat oluştursunlar. Yani birey mutlak anlamda kendi dışında kendi cinslerine muhtaç olarak yaşar. İnsanın doğası Sosyal bir varlık olarak var. Sosyal bir varlığın yaşam alanını bireysel istekler üzerine oturtmak isteyip, toplum olarak yaşaması mümkün değildir.
Kendi neslini devam ettirmek için bile karşılıklı anlaşma üzerine kurulan bir hayatın fertleri nasıl olur da istediği gibi yaşamak isteyerek bir toplum inşa etmeyi düşünebilir.Hak,hukuk adalet ahlak dayanışma beraberlik kardeşlik paylaşma gibi kavramlar toplumsal yaşamın özünü oluşturur. Hayatın her noktasında karşılaştığımız bu kavramlar, insanın sosyal bir varlık olduğunu özetleyen en açık kavramlardır. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olması gereken bir varlığın,idsel dürtülere göre toplum içinde varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu isteklerinin sınırlarını onlara gösterdiğiniz zaman, özgürlüklerin sınırlanması olarak tepki verilmesi asla doğru olmayan bir yaklaşımdır. Yani insan, özgürlük adı altında bir toplumun genetik kodlarını imha etme hakkına sahip olamaz. Herkes kendi vahşi doğasında toplumsal yaşamın içine girmeden bu kurallara uymadan yaşama hakkına sahiptir. Ancak ben toplumla birlikte var olmam lazım kendi kendime yetmiyorum diyorsa, kendi isteklerini toplumsal yaşamın kurallarına göre biçimlendirmek zorundadır.
Özgürlük tanımı, o kadar çok sulandırıldı ki, insanların kölelik mukavelelerinin adı özgürlük oldu. Dayatılan uyaranlara karşı tepkisi ölçülen insanın bir denek olarak kullanılması onun özgürlüğü olarak ifade edildi. İnsan, bu nesneleşme boyutunu görmeden kendisine özgür olduğu hatırlatılan kişiler tarafından özgürlüğü sınırlanıyormuş gibi algılanıp şiddetli tepkiler gösterir oldu. İnsan aslında idsel istekler uğruna kendi insani kimliğini imha ederken bunun asla farkına varmıyor. Çünkü idsel dürtüler insandan bir fedakarlık ve çaba istemiyor. Rölantiye alınmış bir araç gibi bıraktığında kendiliğinden gidiyor ama kontrolü de bir o kadar zor tedirgin ve ürkek bir yolculuk başlıyor. İnsan her şeye rağmen bu yolculuğu tercih edip, toplumla yaşamak istiyorsa, toplumsal yaşam kalıplarını dikkate almak zorundadır. Almıyorsa toplumla arasındaki ilişkinin sınırları belirlenmeli gerekirse tecrit edilip toplumsal yaşamı ifsat edecek davranışlardan kaçınması sağlanmalıdır.
Şehir hayatında çokça şahit olduğumuz ve istemesekte katlanmak zorunda kaldığımız çılgın isteklerin bireysel özgürlük gibi yaşandığı ortamlar, toplumsal yaşam alanını doğrudan hedef almaktadır. Toplumsal yaşam alanı üzerindeki tahrifatlar zamanla geleneksel bir yaşam haline gelebiliyor. Bunu sadece bir patolojik vaka olarak görmemek gerekiyor, aşinalık kazanmış bir vaka zamanla alışkanlıklara ve toplumsal davranışlara dönüşebiliyor. Son yıllardaki toplumsal değişimin uyaranlarına baktığımız zaman çılgın bir yaşamın toplumsal kuşatma haline geldiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu değişim, ahlaki konulardan, adalet hak,hukuk,davranış biçimleri, giyim kuşam ve ilişki boyutuna kadar bir çok alanda kendisini hissettirir oldu.Bir kamu kurumunda ahlak dışı bir tutum olduğunda herkes bunu kınar ve ona göre bir tavır alırdı ancak geldiğimiz noktada neredeyse adam kayırma rüşvet, yolsuzluk gibi davranışlar bir gelenek haline geldi. Hatta bal tutan parmağını yalar diye bir de atasözümüz oluştu.(!)
Özellikle kırklı yaşların altındaki insanlarımızın yaşamları ciddi bir toplumsal vaka olarak kendisini gösterir oldu. Çünkü bu yaşlarda toplumsal değerler insanların yaşamında son sırada bile yer almaz oldu. Ancak yaşamlarındaki olumsuzlukları eleştirirken ilk sorgulamaya başladıkları toplumsal yaşamın getirdiği dayatmalar olarak değerlendirmeler yapılıyor. Toplumsal yaşamın içinde bulunup toplumsal kuralları hiçe sayarak yaşayıp, karşılaşılan olumsuzlukların faturasını da toplumsal yaşam kalıpları üzerine yıkmaya çalışmak insanlık dersi almamaktan geçer ancak. Toplumsal değer kalıplarının bir kuşağın sahiplendiği bir gelenek olmaktan çıkarılıp, toplumsal kimlik oluşturmanın bir millet olarak varlığımızı devam ettirmenin yegane kuralı olarak herkes tarafından içselleştirilmesini sağlamak gerekir. Bu süreç yakalandığı zaman ancak kuralsız yaşamayı arzulayıp faturayı toplumsal yaşama kesmek isteyenlerin bu zihin körlüğünden kurtulmalarına belki katkı sunabiliriz.
Toplumsal yaşamın işleyişi dini fetvalarla yönlendirilemeyecek kadar kapsamlıdır. Toplum ile din kavramlarını iyi ele almak lazım. İnsan varsa din var dolayısıyla din insan kavramından daha dar kaplam açısından, dolayısıyla din kavramı insan kavramını kasamı içine alamaz. Onun için toplumsal yaşam toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına göre dizayn edilmeldir.Bir hocanın dini bir fetva vererek sloganlarla insanları galeyana getirir bir söz sarf etmesi kulağa ve duygulara hoş gelebilir benimseyenler ve benimsemeyenler olabilir ancak toplumsal çözülmenin doğru tespitini yapmak o hocanın işi değildir. Sosyologlar bu konuda ne kadar kafa yoruyor asıl ona bakmak gerekiyor.
Bizim toplumda bilim adamı kavramı içerik olarak reel yaşamla hiç de örtüşmüyor. Bilim adamı ile akademisyen aynı anlama geliyor. Üniversitelerimizde akademik unvan almış ve bir apolet ile ödüllendirilmiş olan her şahıs kendisini bilim adamı sanıyor ve o apoletin onda geniş ufuklar açtığına inanıyor. Dolayısıyla unvan aldığı konularda kanaat sahibi kendisini görüyor ve herkesin o konuda kendisine danışması gerektiğini düşünüyor. Durum böyle olunca araştıran sorgulayan kafa yoran beyin geliştiren çığır açan bilim adamı yerine, bulunduğu masayı koruyan sistemle çatışmaya girmeden makamını her geçen gün yukarılara taşımaya çalışan insanlar bilim adamı olarak karşımıza çıkınca, ister istemez toplumsal konularda konuşmakta bir hoca efendinin sloganik haykırışlarına kalıyor. Sosyologlar bir toplumda çığır açması gereken aydınlar olması beklenirken, bizim toplumda acınası bir duruma geldiklerinde şahsen benim kuşkum yoktur. Bu durum öncelikle kendi bireysel farkındalıklarını oluşturamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. İkinci önemli unsur ise Sosyologların ciddi koordinasyon eksikliği ve birbirini tamamlayıcı pratik çalışmaların içine girmemiş olmalarından kaynaklıdır. Üçüncü ve baskın olanı ise, ekonomik bağımlılıklarından dolayı politik rüzgarlardan hemen etkilenip kolayca sisteme angaje olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu süreci doğru yönetemeyen akademisyenler, bilim adamı ve aydın olma kimliğine kolay kolay kavuşamazlar. Dolayısıyla toplumsal yaşamın bu kadar karmaşık bir süreci yaşamasındaki payları da o oranda kabarmış olur.
Konu bütünlüğünden fazla uzaklaşmamak adına meselemizin özüne geldiğimiz zaman, toplumsal yaşamı toplum olarak devam ettirmek istiyorsak, toplumsal yaşamın işleyiş kurallarını net olarak ortaya koymak ve herhangi bir dini gerekçe oluşturmadan, insani bir değer olarak bunları herkesin ortak özü olduğunu tanımlamamız gerekir. Bu işleyişi doğru ve gerçekçi tanımlamak ancak Sosyologların işidir. Sosyologlar bu kadar atıl ve pasif kalıp, kendi oluşturdukları gettonun dışına çıkacak cesaretleri olmazsa, bu çözülme süreci yarınlarda bizleri, suyun içinde erimekte olan bir tebeşir parçasına dönüştürebilir. Onun için ciddi bir akıl tutulması evresinden çıkıp bilinç kırılmasını onarıp yeniden vira bismillah diyerek ayağa kalkmak zorundayız. Koca bir ülkenin sorunlarının çözümünü bir insanın sırtına vurup elinde sihirli bir değnek varmış gibi onun değneğinin dokunacağı yerleri bekliyorsak, şunu bilmemiz gerekir ki boşa bekliyoruz. Her insan kendi sorumluluk alanı içinde aktif olmak ve toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına doğru katkı sunmak zorundadır. Bunları söylerken hiçbir çalışma olmuyor nedir halimiz demek istemiyorum, ancak elimizdeki bir dirhem temiz suyumuz varsa ki, olduğunu düşünüyorum zaman o suyu boruları patlatacak düzeyde debisi yüksek akan lagarın içine karıştırmayalım, bizim o suyumuz onu temizlemez sadece bizim temiz su orada kirlenir. Onun için o suyu bağımsız bir borudan götürmenin yolunu bulalım ve insanlar o suyun temiz olduğunu görüp o suyu içmeye gelsinler. Bizim bunu yapabilecek imkanımız ve azmimiz olduğuna inanıyorum. Bu konuda sorumluluk sahibi katkı sunan ve zaman zaman yapılan çalışmalarına şahit olduğumuz, değerli dostlarımızın çalışmalarının da devamını diliyorum.
Toplumsal yaşamımızı bireysel arzu istek ve beklentilere kurban etmeden Millet olarak varlığımızı sürdürebilmemizin yegane yolu, toplumsal kimliğimizi net olarak tanımlayıp o kimlikle özdeşleşmektir. İnsani kimliğimiz dışında bize dünyanın her yanında anlam kazandıran toplumsal kimliğimizi kaybetmek üzereyiz o kimliğimize sahip çıkarak yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarıp, çözülmeye giden gençlerimizin yaşamının önüne bir abide gibi dikmek zorundayız. Tek yolu fedakarlığın bizlerden başlamasıdır. Biz fedakarlığı karşıdan isterken onlar feda olduğunda bizler mevki ve makam sahibi olarak kazanan tarafta yer alıyorsak, kimseyi inandıramayız bunu da bilmemizde fayda var diye düşünüyorum...Rabbim bizleri halas eylesin Millet olarak her türlü olumsuzluklardan beri kılsın...
Selam muhabbet ve dualarımla...
Erol KEKEÇ/04.08.2022/13.08
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder