Bu Blogda Ara

30 Kasım 2024 Cumartesi

Bölgedeki Gelişmeler Üzerine Bir Tahlil

 


Bugün Suriye'de HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) tarafından gerçekleşen yeni çatışma patlamaları ve burada bizim medyanın ilişkileri üzerinden Hikayeye baktığımızda, çok daha derin ve karmaşık denklemlerle karşılaşıyoruz. Görünen o ki bu durum yalnızca Suriye'yi değil, sınır komşularını, bölgesel güç dengelerini ve küresel politikaları doğuran bir sürecin parçası. Şimdi bu tabloya biraz daha yakından bakalım, dengeleri kimlerin nasıl oynattığını, bu oyuna kimlerin kayıtlı olduğunu ve sonuçlarının kimler için nasıl bir tehlike oluşturabileceğini sorgulayalım.

Suriye'de HTŞ gibi yapıların hareket etmesi kiminle yarar sağlar? Daha iyi durumda, bu çatışmaları kimler, kimler için kullanır? İlk bakışta bu soruların basit cevapları var gibi görünüyor. Bölgedeki herhangi bir çatışma, doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail'in güvenlik politikalarını meşrulaştırır. İsrail, kuzey sınırlarında bir tehdit algısı yaratarak hem Lübnan hem de Suriye üzerindeki baskısını artırabilir. Bunun yanında, HTŞ'nin çatışmalarını genişletmesi, bölge ülkelerinin dikkatini dağıtabilir ve daha geniş kapsamlı bir stratejiye zemin hazırlayabilir.

Ancak işin başka bir boyutu daha var. Türkiye için bu ateşin alevlenmesi ciddi bir tehdit doğurur. Bir yandan sınırlarımızın hemen ötesinde yeni bir mülteci dalgasını tetikleyebilir, diğer yandan bölgedeki güvenlik sorunları doğrudan Türkiye'ye taşınabilir. Peki bu sıcaklıkta kim tutuşuyor? İşte bu olayın, yalnızca bir terör için meydana gelmediğini, daha büyük bir planın parçası olarak kurgulandığını anlamamız gerekiyor.

Son günlerde İsrail, Hizbullah'ın güney sınırındaki saldırılarıyla ciddi bir şekilde zorlandı. Özellikle Gazze'de yaşanan insanlık katliamı, İsrail'i uluslararası alanda daha fazla baskı altına aldı. Şimdi sormak istiyorum: İsrail, bu zor durumda neden Suriye cephesinde yeni bir hareketlilik istiyor? İsrail'de görünen, bölgesel dikkatleri dağıtma ve kendisine yönelik baskıyı azaltma çabasında.

Bu, klasik bir stratejidir. Düşmanlarınızın sayısını artırarak, dikkati dağıtabilirsiniz. Suriye'de HTŞ'nin hareketlenmesi, İsrail için altın bir fırsat sunuyor. İsrail, kuzeydeki güvenlik belgesini almak için Suriye'de “tampon bölge” oluşturmak istiyor. Bunun için bölgedeki kaos ortamının devam etmesi, İsrail'in uzun vadeli planları için bir avantaj sağlıyor.

Türkiye'ye dönersek, HTŞ'nin başlattığı bu hareketlenmenin sınırlarımızda nasıl bir etki olabileceğine odaklanmamız gerekiyor. Eğer bu çatışma Türkiye sınırına doğru genişlerse, zaten hassas olan bölgesel güvenliğimiz daha da tehlikeli olacaktır. Bu noktada Türkiye, iki ana tehdit ile karşı karşıya kalabilir:

  1. Mülteci Krizi: Yeni bir çatışma dalgası, sınırlarımızda milyonlarca mülteciyi daha ağırlamak zorunda bırakabilir. Hâlihazırda ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan Türkiye, böyle bir yükü kaldırabilecek durumda değil.

  2. Güvenlik Tehditleri: HTŞ gibi grupların Türkiye’ye sızma ihtimali, sınırlarımızın ötesindeki tehdidi doğrudan içeride hissetmemize neden olabilir. Bu da sadece güvenlik değil, aynı zamanda toplumsal huzuru etkileyen sonuçlar doğurur.

Bölgedeki çatışmaların asıl hedefinin, sınırların savaşla değil masada değişmesi olduğuna dair güçlü sinyaller var. Yeni emperyalizmin temel planı, savaşarak değil, içten çökerterek ve parçalayarak ülkeleri küçültmek ya da büyütmek üzerine kurulu. Türkiye gibi ülkeler için bu durumun anlamı şu: Toprak kaybı ya da kazancı artık cephede değil, masada belirleniyor. Ve bu masa, içten gelen tehditlerle kuruluyor.

Bugün bölgemizdeki kıvılcımların etkisini anlamak için biraz geriye dönüp tarihsel sürece bakmamız gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, iç isyanlar ve dış müdahalelerin bir sonucuydu. Bugün de benzer bir süreçle karşı karşıyayız. İçimizdeki ayrışmalar, ekonomik sorunlar ve toplumsal kutuplaşma, bizi masadaki kayıplara zemin hazırlayan bir ülke haline getirebilir. İşte tam da bu noktada, HTŞ gibi yapıların hareketliliği, yalnızca Suriye değil, Türkiye gibi bölge ülkelerini de doğrudan hedef 

Burada bir başka önemli noktaya değinmek gerekiyor: Psikolojik savaş. Gece vakti köylerde mezarlıkların yanından geçerken korkularımızı bastırmak için yüksek sesle türkü söylemek gibi, bugün bölge ülkeleri de benzer bir korkuyu bastırmak için yüksek perdeden kahramanlık hikayeleri anlatıyor. Ancak bu hikayeler, toplumun gerçek korkularını örtbas edemiyor. Bölgedeki halkların duyduğu tedirginlik, yöneticiler tarafından savaş çığırtkanlığı ile bastırılmaya çalışılıyor.

Bu noktada, halkların bilinçlenmesi gerekiyor. Eğer bir toplum, kendi geleceği hakkında karar alırken duygularıyla değil aklıyla hareket etmezse, emperyalist planların kolay bir lokması haline gelir. Bugün halkımıza düşen görev, bu oyunları görmek ve kendi kaderini masada değil, sahada belirleyecek bir bilinç geliştirmektir.

Sonuç olarak, Suriye’deki HTŞ’nin hareketlenmesi, sadece bir terör örgütünün hamlesi değil, çok daha büyük bir planın parçası. Bu plan, İsrail’in güvenlik politikalarını, bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü ve küresel güç dengelerini doğrudan etkileyen bir sürecin içinde yer alıyor. Türkiye olarak bu süreçte akıllıca hareket etmeli, duygusal reflekslerle değil, stratejik akılla karar almalıyız.

Unutmayalım ki yeni emperyalizmin planı, savaş meydanlarında değil, masalarda uygulanıyor. Ve bu masalarda kazanan olmak için iç barışımızı, toplumsal birliğimizi ve ekonomik gücümüzü korumalıyız. Bölgemizdeki kıvılcımlar nelere gebe olacak, neler doğuracak? Yakında hep birlikte göreceğiz. Ancak temennimiz o dur ki, bu oyunlar bizim mıntıkamıza uğramasın. Bunun için halk olarak daha uyanık, daha bilinçli ve daha kararlı olmak zorundayız.

Bahadır Hataylı/30.11.2024/00.32/Sancaktepe/İST

27 Kasım 2024 Çarşamba

İnsanları Karanlıktan Aydınlığa Çıkaracak Bir Çağrı

Bismillahirrahmanirrahim,

Ey insanlar! Gelin bir düşünün, çevrenize bakın ve kendinize şu soruyu sorun: Bugün içinde yaşadığınız toplum, Allah'ın razı olacağı bir toplum mu? Adaletin, dürüstlüğün, yardımlaşmanın kuralının devam ettiği; çıkar ve menfaatin yerine samimiyetin, makam ve mevkinin yerine kardeşliğin önemli olduğu bir toplum mu? Yoksa çıkarlarına esir olmuş, hakikati görmezden gelen, makam ve mevki için yarışan ve Allah'ı unutan bir toplum mu?

Bu bilgileri kendimize sorarken, Kur'an'ın ışığına dönmeliyiz. Çünkü Allah'ın kitabı, bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir rehberdir. O rehberin bize gösterdiği insan modeli, sadece Allah'a kul olan, hiçbir çıkar ve menfaatle kirlenmeyen, adalet ve iyilikle dünyayı imar eden bir insan modelidir. Bugün bu modelden uzaklaştığımızda, hem bireysel hem de toplumsal karanlıklara mahkûm olmaktayız.

Bugün dünyanın dört bir yanında yaygın olan bir anlayış var: "Kim o makamlara gelirse, elinden gelen bir şey olmaz. Herkes menfaatinin peşinde." Bu anlayışlar, insanları ümitsizliğe ve teslimiyete sürüklüyor. İnsanlar, adaletin ve iyiliğin tesis edilemeyeceğine inanıyor ve bunun yerine, her şeyin olduğu gibi devam edeceğini düşünüyorlar.

Bu anlayış, insanları pasifleştirir. Çünkü kişi hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanırsa, kendini değiştirmek için de çaba göstermez. Oysa Allah, insanlara şöyle buyurur:

"Bir toplum, kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah da onların varlığını değiştirmez." Rad:11

Ama tersi bir hakikati bize açıkça gösteriyor: Toplumun değişimi olur, değişimle başlar. İnsanlar, çıkar ve çıkar odaklı bir hayatı bırakıp sadece Allah'a kulluk yapmaya yönelmedikçe, ne bireysel ne de toplumsal olarak aydınlığa ulaşabilirler.

Allah, insanı yalnızca kendisine kulluk etmek için yaratmıştır. Ancak bugün insanlar, Allah'a kulluk etmek yerine, çıkarlarına, makamlarına, paralarına, hatta birbirlerine kulluk yapıyorlar. Bu durum insanı insanlıktan uzaklaştırır. Çünkü Allah'ın kulluğu, insanı özgürleştirirken, diğer her şeyin kulluğu insanı köleleştirir.

Allah şöyle buyuruyor:

"Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şey ortak koşmayınız." Nisa, 36

Allah'a kulluk, insanın hayatını düzenler. Çünkü insan, yalnızca Allah'ın rızasını gözettiğinde, çıkar ve menfaatlerden bağımsız bir hayat sürmeye başlar. Böyle bir insan, dünyada makam ve mevki peşinde koşmaz, insanlara yardım eder ve toplumun faydasını kendi çıkarlarının önüne koyar.

Toplumu değiştirmek  istiyorsak, önce kendimizi değiştirmeliyiz. Çünkü toplum, bireylerden oluşur ve bireyler değişmeden sınıflandırılması mümkün değildir. Allah, bize şunu açıkça bildirmiştir:

"Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir gayretle çalışıyorsa, işte onların çalışmaları makbuldür." İsra: 19

"Ahireti dileyen insanların  hayatları Allah'ın emir ve yasaklarına göre düzenlenir. Bu kişiler, adaleti, "dürüstlüğü ve merhameti esas alırlar. Böyle insanlar bir araya geldiğinde, çıkar ve menfaatin hüküm "sürdüğü toplumlar, adalet ve iyiliğin hakim olduğu topluma dönüşüyor.

"Allah'ın razı olacağı bir toplum, şunlara sahip olan bireylerden oluşur:

  1. Allah'a Kul Olmak: Bu toplumun bireyleri, sadece Allah'a kulluk eder ve sadece O'nun rızasını gözetir. Onlar, Allah'tan başka hiçbir otoriteye boyun eğmezler.

  2. Adalet: Onlar, kim olursa olsun adaleti ayakta tutarlar. Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için hakkı koruyarak adalete örneklik eden kimseler olun." Nisa: 135

  3. Merhamet ve Yardımlaşma: Bu toplum, genel olarak yardım eden ve zayıflara merhamet gösterenlerden oluşur. Allah şöyle buyuruyor: "İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın." Maide: 2

  4. Dürüstlük: Onlar, her zaman doğruyu söyler ve doğruluktan asla taviz vermezler. Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun." Tevbe:119

  5. Ahireti önceliklendirmek: Onlar, dünya hayatına değil ahire öncelik verirler. Allah şöyle buyuruyor:" Siz dünya hayatlarını tercih ediyorsunuz, Oysa ahiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır." A'la:16-17

      Bu toplumun inşası için şu adımlar atılmalıdır:

  1. İman ve İlim: İnsanlar, Allah'a olan imanlarını güçlendirmeli ve O'nun kitabını anlayarak okumalıdırlar. Çünkü Kur'an, doğru yolu gösteren bir rehberdir.

  2. Kendi Nefsimize Dönmek: Her birey, önce kendi nefsini sorgulamalı ve Allah'ın emirlerine uygun bir hayat yaşamaya başlamalıdır.

  3. Adalet ve Dürüstlük: Toplumun her kesiminde adalet ve dürüstlük esas alınmalı, çıkar ve menfaat ilişkileri terk edilmelidir.

  4. Eğitim: Çocuklarımıza ve gençlerimize, Allah'ın kitabını öğretmeli ve onları bu değerlerle yetiştirmeliyiz.

  5. Örnek Olmak: Her birimiz, çevremize örnek bir birey olarak, Allah'ın emirlerini hayatımıza yansıtmalıyız. Çünkü insanlar, sözlerden çok davranışlardan oluşur.

    Ey insanlar! Allah'a kul olmaktan uzaklaşarak, çıkar ve menfaatlerin esiri olmayın. Allah'a kul olmak,     sizi hem bu dünyada hem de ahirette özgürleştirir. Unutmayın, dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden        ibarettir. Asıl hayat, ahiret hayatıdır. Gelin, Allah'ın kitabına sımsıkı sarılın ve sadece O'nun rızasını        gözetin. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:

  "Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görecek. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu görecek." 

   Zilzal: 7-8

 "Bu dünyada her şeyin hesabını Allah'a vereceğimizin bilincinde yaşayın. Böylece çıkar ve çıkarların   "peşinde koşmayı bırakın ve Allah'ın razı olacağı bir hayat yaşamaya başlayın. Ancak o zaman hem     "birey olarak hem de toplum olarak aydınlığa ulaşabiliriz.

 Ey insanlar! Siz kendinizde olanı değiştirin ki, Allah da toplumunuzu değiştirsin. Allah'ın rızasını   gözeterek, adaletle, merhametle ve dürüstlükle bir hayat sürdürün. Ancak o zaman karanlıktan     kurtulabilir ve aydınlığa ulaşırsınız. Unutmayın, hesap günü geldiğinde her şey ortaya çıkacak ve   Allah'tan başka kimsenin yardım edemeyeceği bir günle karşılaşacaksınız. Şimdi, kurtulmak ve     aydınlığa ulaşma fırsatıdır!

Erol Kekeç/27.11.2024/06.41/Sancaktepe/İST

25 Kasım 2024 Pazartesi

İdeal Bir Yaşam Manifestosu-Ahlak, Vicdan, Erdem ve Huzurun İzinde

Kardeşim, durup bir düşünelim. Ahlak dediğimiz şey, insanın kendisiyle, başkalarıyla ve yaratılışla olan ilişkisini düzenleyen temel bir pusuladır. Bu pusula doğru çalışmazsa ne huzur bulabilirsin ne de vicdanına söz geçirebilirsin. Elbette hepimiz bir şeyler yaparız; iyilik de kötülük de insanın hayatında vardır. Ama mesele şu: Yaptığın şeyin ardından kendine dönüp baktığında yüzünde bir tebessüm mü beliriyor, yoksa içinde bir sıkıntı mı peyda oluyor? İşte burada ahlakın sınır çizgisi karşımıza çıkar.

Ahlaklı bir yaşam demek, vicdanının sesini duyabilecek kadar duru bir zihinle yaşamaktır. Vicdan, insanın içindeki ilahi bir fısıltıdır. Yanlış bir şey yaptığında seni uyarır, doğru bir şey yaptığında seni teskin eder. Fakat bu ses, insan hırsının ve nefsinin gölgesinde kolayca boğulabilir. Şimdi kendine sor: Vicdanını ne kadar dinliyorsun? Her yaptığın işin sonunda hissettiğin huzur, bir aynadır. Çünkü gerçekten ahlaklı bir şey yaptığında, sadece kendine değil başkalarına da fayda sağlarsın. Oysa gayri ahlaki bir şey yaptığında, anlık bir zevkin ardından derin bir pişmanlık gelir. Peki, biz hangi yolda yürümek istiyoruz?

Ahlak, sadece bireysel bir mesele değildir; toplumsal bir sorumluluktur. Bugün bir kişinin yalanı, yarın bir toplumun çöküşüne sebep olabilir. Erdemli insan, doğru ve yanlış arasındaki farkı bilen ve doğruyu seçen kişidir. Ama doğruyu seçmek her zaman kolay mıdır? Elbette hayır. Çünkü doğru, çoğu zaman daha zahmetlidir, daha zorludur. Yanlış ise genellikle çekici ve kolaydır. Ancak unutmamak gerekir ki erdem, zorluklara göğüs germekten doğar.

Erdemli bir insan, başkalarının hakkını gözetir. Komşusunun aç olduğunu bildiği halde sofraya oturup karnını doyuramaz. Bir arkadaşının darda olduğunu gördüğünde sırtını dönemez. Çünkü erdem, sadece kendi rahatını değil, başkalarının da huzurunu düşünmektir. İşte bu, insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliktir.

Huzur, insanın kendi içinde ve çevresiyle kurduğu dengeden doğar. Eğer iç dünyanda bir karmaşa varsa, dışarıda ne kadar lüks içinde yaşarsan yaşa, huzuru bulamazsın. Öte yandan, toplumsal huzur da bireylerin içsel huzurundan beslenir. Peki, toplum olarak huzuru nasıl sağlarız? Adaletle, eşitlikle ve ahlakla.

Bugün birçok insanın huzursuz olmasının sebebi, sadece kendi çıkarlarını düşünmesidir. Kapitalist düzen, insanları bireysel başarıya ve tüketime yönlendirdi. Ama bu düzen, huzuru unuttu. Çünkü huzur, paylaşmakta ve yardımlaşmaktadır. Kardeşim, eğer huzuru arıyorsan, elindekini paylaşmayı öğren. Paylaştıkça çoğalan tek şey huzurdur.

Şimdi bir de tersinden bakalım. Gayri ahlaki bir yaşam ne getirir? İlk başta kazanç gibi görünür. Bir yalanla, bir hileyle, bir aldatmayla elde edilen şey, kısa vadede cazip gelir. Ama bu tür kazançların uzun vadede insanı tükettiğini görmek zor değildir. Çünkü gayri ahlaki bir yaşam, insanı vicdanından koparır. Vicdansız bir insan ise ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar güçlü görünürse görünsün, içten içe çürür.

Gayri ahlaki davranışlar, toplumu da zehirler. Eğer bir toplumda insanlar birbirine güvenmiyorsa, o toplumun ayakta kalması mümkün değildir. Yalanın, hilenin, dolandırıcılığın normalleştiği bir yerde adalet de kaybolur, huzur da.

İdeal Yaşamın İnşası

Şimdi, tüm bu anlattıklarımızı birleştirip ideal bir yaşamın nasıl olması gerektiğini konuşalım. İdeal yaşam, erdemin rehberliğinde, ahlakın çizdiği sınırlar içinde ve vicdanın denetiminde bir hayattır. Bu yaşamın temel taşları şunlardır:

  1. Adalet: Herkese hakkını vermek. Adaletin olmadığı bir yerde huzur bulunmaz.
  2. Şeffaflık: İnsanların birbirine güven duyabileceği bir toplum inşa etmek.
  3. Merhamet: Güçsüzü korumak, mazlumun yanında olmak.
  4. Çalışkanlık: Tembellik, insanı ahlaki değerlerinden uzaklaştırır. Üretken olmak, insanın hem kendisine hem topluma olan borcudur.
  5. Paylaşmak: Sahip olduklarını başkalarıyla paylaşmak, gerçek huzurun anahtarıdır.

Kardeşim, ideal bir yaşam için ahlak, vicdan, erdem ve huzur birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Birini kaybettiğinde diğerlerini de kaybedersin. O halde, hayatını bu dört temel taş üzerine inşa et. Kendine ve başkalarına karşı dürüst ol. Yaptığın her işte, "Bu beni ve başkalarını mutlu edecek mi?" diye sor. Çünkü mutluluk, ahlaklı bir yaşamın meyvesidir.

Unutma, yaptığın bir şey seni iyi hissettiriyorsa o şey ahlakidir; seni kötü hissettiriyorsa o şeyden uzak dur. Bu basit ama güçlü prensip, hayatın boyunca sana rehberlik edecektir. Öyle bir yaşam sür ki vicdanın da insanlar da seni hayırla ansın. Çünkü sonunda geriye sadece yaptıkların ve bıraktığın izler kalır.

Bahadır Hataylı/19.11.2024/Sancaktepe/İST

Kendi Ayaklarımızın Üzerinde Durmalıyız-Bir Milletin İmtihanı ve Uyandıran Çağrı

Kardeşim, gözlerimizi açmamız gereken, tarihi ve toplumsal gerçekliklerle yüzleşmek zorunda olduğumuz bir zaman dilimindeyiz. İçinde yaşadığımız bu dönem, basit bir ekonomik kriz, geçici bir darboğaz ya da sıradan bir siyasi çekişme değildir. Bu, sistematik bir şekilde inşa edilmiş, bizim kontrolümüzden çıkarılmış ve bizi derin bir uçuruma sürükleme potansiyeline sahip bir oyunun, adım adım uygulandığı bir süreçtir. Bugün buradayız, ama yarın nerede olacağımızı belirlemek için artık sadece düşünmek değil, harekete geçmek zorundayız.

Şimdi size yaşadığımız bu sürecin görünmeyen taraflarını ve nasıl bu noktaya geldiğimizi anlatmak istiyorum. Çünkü bu gerçeklerle yüzleşmeden, içinden çıkmamız gereken karanlığı anlayamayız.

Bir Milletin Yavaş Yavaş Kuşatılması

Bir millet, dış güçlerin hedefi haline gelmeden önce içerden çürütülür. Kendi kimliğinden, değerlerinden, ahlakından ve toplumsal dayanışma gücünden uzaklaştırılır. Bunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Geçmişte Suriye'de yaşananları hatırlayın. Bir zamanlar kendi halinde, iç huzuruyla yaşayan bir ülke, nasıl birdenbire yangın yerine döndü? Sorunun cevabı, o yangını körükleyenlerin kim olduğu kadar, yangının çıkmasına sebep olanların kim olduğunda da saklıdır.

Eğer Suriye'nin o zamanki yönetimi halkının sesine kulak verip, sorunları çözmek için gerçek adımlar atsaydı, dışarıdan gelen müdahaleler bu kadar kolay bir şekilde hayat bulur muydu? Hayır! Ama ne oldu? Yönetim boşluğundan ve yanlış politikalardan doğan zemin, dış güçlerin ellerini ovuşturarak planlarını devreye sokmalarına olanak sağladı. Şimdi o topraklarda ne kaldı? Gözyaşı, savaş, yıkım ve emperyalistlerin insafsızca paylaştığı bir vatan.

Bugün, geçmişteki bu senaryonun benzerini kendi ülkemizde yaşamamak için aynı hatalara düşmemek zorundayız. Dış güçlerin "böl, parçala, yut" planları işlerken, onların oyunlarına zemin hazırlayan biz olmayalım. Çünkü unutmayın, içeride kargaşa varsa, dışarıdan müdahale etmek isteyenler için iş daha kolaydır.

Kardeşim, bugün milletin içinde bulunduğu bu darboğaz tesadüf değildir. Ekonomik zorluklardan tutun, yönetimdeki keyfiyete kadar her şey planlı bir şekilde inşa edilmiştir. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde, denetimsizlik ve hesap vermezlik yatmaktadır. Milletin alın teriyle oluşan servet, sorumsuzca harcanırsa, keyfi cezalar ve vergilerle halk bunaltılırsa, bu doğal bir süreç değildir. Bu, ülkenin çökertilmesi için bilinçli olarak yapılan bir yıkımın göstergesidir.

Bugün yaşadığımız ekonomik ve toplumsal zorlukların kökeninde, halkı bıktırma ve bezdirme politikaları yatmaktadır. İnsanlar canlarından bezmişken, bazıları ellerinde cımbızla aynanın karşısında saç tarıyor. Kendi rahatını düşünen yöneticilerin, milletin yaşadığı sıkıntılara kayıtsız kalması, onları bu topraklara yabancı hale getirmiştir. Ve unutmayın, halk bıktırıldığında, huzursuzluk arttığında, işte o dış güçlerin beklediği kaos zemini oluşur.

Bugün ülkemizin içinde bulunduğu duruma bir de göç meselesi eklenmiş durumda. Plansız, kontrolsüz ve dengesiz bir şekilde ülkeye alınan milyonlarca göçmen, toplumsal huzur ve güveni tehdit eder hale gelmiştir. Bu kadar büyük bir nüfus, ekonomik krizle boğuşan bir milletin omuzlarına yüklenirken, bu durumun yaratacağı sosyal ve kültürel çöküşü görmemek mümkün müdür? Göçmenlerin varlığı, sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal kimliğimizi ve bütünlüğümüzü de tehdit etmektedir.

Bu süreç, tamamen doğal bir akışın ürünü değildir. Bu bir stratejidir. Toplumlar, kimliklerinden koparılarak ve birbirine düşman hale getirilerek yok edilir. Eğer bugün bu göç meselesine gerçekçi ve kapsamlı bir çözüm getirmezsek, gelecekte çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağız.

Şimdi durup düşünelim: Bugün yaşanan bu zorlukların sebebi nedir? İşsizlik, hayat pahalılığı, göçmen meselesi, toplumsal huzursuzluk… Bunlar birbirinden bağımsız sorunlar gibi görünse de aslında birbiriyle bağlantılıdır. Bu durum, bir kuluçkaya benzetilebilir. Bugün yaşananlar, yarının daha büyük krizlerinin tohumlarını atmaktadır. Eğer bu kuluçka döneminin sonuna gelindiğinde, yumurtalar kırılırsa, her yandan kriz sesleri yükselmeye başlayacaktır. Ve işte o zaman, bu krizleri durdurmak için kendi başımıza hareket etme şansımız kalmayabilir.

Kardeşim, bizi kimse kurtarmayacak. Bunu iyi anlayalım. Bugün "milleti kimseye ezdirmeyiz" diyenler, aslında bizi ezmek isteyenlerin yolunu açmaktadır. Kendi kurtuluşumuzu kendimiz inşa etmezsek, bir gün yabancıların topraklarımızda nasıl ellerini kollarını sallayarak dolaştığını izlemek zorunda kalabiliriz. Bu yüzden artık uyanmalıyız.

Millet olarak birbirimize kenetlenmeli, geçmişteki hatalardan ders almalı ve geleceğimizi kendi ellerimizle şekillendirmeliyiz. Kahramanlık marşlarıyla avunmak yerine, gerçek kahramanlığın ne olduğunu anlamalıyız. Kahramanlık, milletin zor günlerinde fedakarlık yapabilmek, doğruların peşinden gitmek ve yanlışlara karşı durabilmektir.

Bugün bu yazıyı okuyan herkese sesleniyorum. Bu ülke, sadece geçmişin kahramanlık hikayeleriyle var olmaya devam edemez. Eğer bizler, bu toprakları vatan yapan değerlere sahip çıkmazsak, geçmişte olduğu gibi gelecekte de elimizden alınmaya çalışılacaktır.

Bu yüzden artık daha bilinçli, daha duyarlı ve daha sorumlu bireyler olmak zorundayız. Ahlak, vicdan, dayanışma ve ortak bir hedef doğrultusunda birleşmek, bizim için bir tercih değil, bir zorunluluktur.

Gelin, bu karanlık dönemi bir fırsata çevirelim. Kendi kaderimizi kendi ellerimizle yazalım. Çünkü tarih, güçlü olanların değil, kararlı olanların zaferlerini yazar. Unutmayın, bu ülkeyi kurtaracak olan, dışarıdan gelenler değil, bu ülkenin öz evlatlarıdır. Hadi kalkın, düşünün, sorgulayın ve harekete geçin. Çünkü bu, başka bir milletin değil, bizim mücadelemizdir.

Bahadır Hataylı/Kasım-2024/Sancaktepe/İST

24 Kasım 2024 Pazar

Ey insanlık! Ey iman edenler!

 Bu ayet, Allah'ın bize sunduğu en büyük uyarılardan biridir. Tahrim Suresi'nin 6. ayeti, sadece bir uyarı değil; aynı zamanda bir sorumluluk düzenidir. Bizlere, hem bireysel hem de ailevi düzeydeki sorumluluklarımızı hatırlatır. 

“Ey iman edenler!”

Buradaki sesleniş, iman edenlere yöneliktir. Peki, neden özellikle iman edenler hedeflendi? Çünkü iman eden bir insan, Allah'ın emirlerine uymakla sorumlu olan bir kişidir. İman, beraberinde sorumluluğu getirir. İman etmek demek, Allah'a ve O'nun mesajına teslim olmak demektir. Ancak bu teslimiyet, sadece bir inanç beyanından ibaret değildir; aynı zamanda bu hayatımızı, hayatımıza yansıtmayı gerektirir.

Ey iman edenler, siz bu çağrının muhatabısınız! Çünkü siz, Allah'a bağlılıkla birlikte O'nun emirlerine uyma konusunda tutarlılığınız var. İşte şimdi, Allah size şöyle buyuruyor: “Hem kendinizi hem de ailenizi dışarıda!”

Allah, bu ayetlerde iki temel sorumluluğu yüklemektedir:

  1. Kendimizi cehennemden ateşten koruyun.
  2. Ailemizi cehennemden ateşten koruyun.

Kendimizi korumak: Bu, öncelikle bireysel bir sorumluluktur. İnsan, önce kendi nefsini kontrol ederek almalı, Allah'ın emirlerini yerine getirmeli ve yasaklarından kaçınmalıdır. Çünkü bir insan, kendisini korumadan başkasını koruyamaz. Peki, biz kendimizi nasıl koruyacağız?

  • İman ve ibadet: Kendimizi cehennem ateşinden korumanın ilk yolu, Allah'a iman etmek ve O'nun emirlerini yerine getirmektir. Namaz, oruç, zekât gibi ibadetler, bizi günahlardan koruyan ve Allah'a yaklaştıran ibadetlerdir. Ancak bu ibadetleri sadece bir dayanıklılık ya da saklanacak gibi görmek yerine, onları hayatımızın enerjisi olarak hayatımıza  koymalıyız.
  • Günahlardan çözüm: Kendimizi korumanın bir diğer yolu da günahlardan uzak durmaktır. Allah, bize haram kıldığı şeyleri uzak durmamızı emretmiştir. Ancak günümüz dünyasında, günahlar cazip bir şekilde süslenip önümüze sunuluyor. Faiz, zina, yalan, israf, kibir... Bunlar, cehenneme giden yolların eserleridir. Kendimizi bu yollardan korumalıyız.
  • Nefisle mücadele: Nefis, insanın en büyük düşmanıdır. Nefsimiz bizi sürekli günaha teşvik eder. Ancak biz, Allah'a olan imanımızla nefsimize karşı koymalı, onu terbiye etmeliyiz...

Ailemizi korumak: Allah, bu ayette sadece kendimizi değil, aynı zamanda ailemizi de korumamız gerektiğini söylüyor. Çünkü bir Müslüman, sadece kendi başına bir insanı sahiplenmek değildir; aynı zamanda ailesinden de sorumludur.

  • Eğitim: Aile fertlerimize doğruyu öğretmek, onlara Allah'ın emirlerini anlatmak ve Kur'an'ın mesajını aktarmak bizim görevimizdir. Ancak bu eğitim, sadece sözle değil, aynı zamanda davranışlarımızla olmalıdır. Çocuklarımız, söylediklerimizden çok, yaşamlarımızdan etkilenir.Eğer biz Allah'ın emirlerine uygun yaşamazsak, bunlardan bahsetmek  haksızlık olur.
  • Ahlak: Ailemizin öğelerini korumalıyız. Dürüstlüğü, merhameti, adaleti ve tevazuyu öğretmeliyiz. Ancak bu değerleri öğretmek için önce çocuklarımızla bu değerlere sahip olmalıyız.

Ayette, cehennem sıcaklığının yakıtının insanlar ve taşlar olduğu belirtiliyor. Peki, bundan ne anlıyoruz?

Yakıtı insanların olan ateş: Bu ifade, cehennemin asıl yakıtının, günahkar insanların olduğunu gösteriyor. Yani cehennemi alevlendiren şey, insanların günahlarıdır. Bu, oldukça görünen bir gerçektir. İnsan, kendi elleriyle cehenneme odun taşır. Günahlar, cehennemi besleyen odunlar gibidir.

Yakıtı taşlar olan ateş: Burada azaltılan taşlar, muhtemelen Allah'a karşı inatla direnenlerin sembolüdür. Bazı alimler, bu taşların, insanların tapındığı putlar olduğunu söylüyor. Yani insanlar, dünyada taptıkları şeylerle birlikte cehenneme atılacak.

Cehennem Ateşi Ne Kadar Şiddetlidir?
Bu ateş, bizim dünyada yaygın olan bir ateş değildir. O, tarif edilemeyecek kadar şiddetli ve dayanılmaz bir ateştir. Ayet, cehennem sıcaklığı için kullanılan ifadeler, onun gidişatını anlamamız için yeterlidir. Ancak burada esas önemli olan, bu salgınlardan nasıl korunacağımızdır.

Cehennemin Bekçileri- Sert ve Acımasız Melekler

Ayette, cehennemin başında bulunan meleklerden bahsediliyor. Bu melekler, Allah'ın emirlerine asla karşı gelmeyen, son derece güçlü ve sert tabiatlı varlıklardır. Peki, bu meleğin sertliği ve acımasızlığı neden vurgulanıyor?

Adaletin Sembolü: Bu melekler, Allah'ın adaletinin bir sembolüdür. Onlar, insanların cehennemdeki cezalarını eksiksiz bir şekilde yerine getirir. Onlar ne duygusal davranırlar ne de birisine torpil geçer. İnsanlar, dünyada işledikleri suçların karşılığını tam olarak alır.

Allah'ın Adaletinden Kaçış Yok: Cehennem meleklerinin varlığı, Allah'ın adaletinden kaçışın olmadığını gösterir. Dünyada insanlar adaletten kaçabilir, insanların adaleti çiğneyebilmesi mümkündür. Ancak ahirette böyle bir kaçış mümkün değil.

Bu ayet, sadece bir tehdit ya da korkutma değildir; aynı zamanda bir merhamet mesajıdır. Allah, bizi cehennemle uyarmakla, aslında bize bir şans verir. Bizlere, kendimizi ve ailemizi koruma fırsatı sunuyor.

Düşünün: Eğer birisi, önünüzde bir uçurum varsa ve bu uçuruma düşmemeniz için dikkatli olmanız gerektiğini söylese, bu bir tehdit midir? Hayır, bu bir uyarıdır, bir lütuftur. İşte bu ayet de böyledir. Allah, sonuçtaki cehennemi ortaya çıkarmakta ve bu uçurumdan uzak durmamızı istemektedir.

Kendimize Şu Soruları Soralım:

  1. Ben kendimi  korumak için ne yapıyorum?

    • Allah'ın emirlerini yerine muyum ?
    • Günahlarımdan tövbe ediyor muyum?
    • Nefsimi terbiye etmek için çaba harcıyor muyum?
  2. Ailemi cehennemden korumak için ne yapıyorum?

    • Çocuklarıma Allah'ın emirlerini öğretiyor muyum?
    • Aileme güzel bir örnek oluyor muyum?
    • Ailemin korunmasını korumak için çabayı harcyor muyum?
  3. Toplum olarak cehennemden korunmak için ne yapıyoruz?

    • Toplumun adaletini, ahlakını ve erdemini korumak için ne kadar çaba gösteriyoruz?
    • Zayıfların haklarını savunuyor muyuz?
    • Ahlaki yozlaşmaya karşı duruyor muyuz?

Ey iman edenler! Bu ayet, günümüzde bir yol bileşimi sunuyor. Ya Allah'ın emirlerine uyarak kendimizi ve ailemizi koruyacağız, ya da bu uyarıları hiçe sayarak cehennem ateşini hak edeceğiz, Seçim bizim. Ancak unutmayalım ki bu dünya, sadece bir imtihan yeridir. Asıl hayat, ahiret hayatıdır.

Sonra gelin, kendimize ve ailemize sahip çıkalım. Gelin, Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılalım. Gelin, cehennemden korunmak için bugünden tezi yok, tövbe edelim ve Allah'a yönelelim. Çünkü  çok geç olabilir.

Bahadır Hataylı/Kasım-2024/Sancaktepe/İST

Sağlıkta Sağlıksız Dönüşüm

                            

Bugün burada sağlık sektöründe yaşanan çöküşü, bu çöküşün sebeplerini, sonuçlarını ve insan hayatı üzerindeki yıkıcı etkilerini açık yüreklilikle konuşmak için bulunuyorum. Bu mesele sadece bir sektörün meselesi değildir; bu, hepimizin meselesidir. Çünkü sağlığın ticarete, insanların ise istatistiklere dönüştüğü bir yerde kaybeden yalnızca hastalar değil, aynı zamanda toplumun vicdanı ve geleceğidir.

Sağlık sistemindeki bu yıkımın kökenine indiğimizde, bunun sadece bir tesadüf ya da plansızlık olmadığını, aksine yanlış politikaların, yozlaşmış uygulamaların ve etik değerlerden sapmanın bir sonucu olduğunu görüyoruz. Özellikle 2005 yılında sağlık sektöründe yapılan köklü değişiklikler bu sürecin başlangıç noktasıdır. Özlük haklarının göz ardı edilmesi, performansa dayalı ücretlendirme sisteminin getirilmesi ve döner sermaye modelinin yaygınlaştırılması sağlık sektörünü adeta bir silindir gibi ezip geçmiştir.

Performansa dayalı ücretlendirme sistemi, ilk bakışta verimliliği artırmak için düşünülmüş bir reform gibi görünse de, aslında sağlık sektörünü ticarethanelere dönüştüren bir mekanizma haline gelmiştir. Doktorlar ve sağlık çalışanları bu sistemle ne yazık ki hastaları iyileştirmek yerine, daha fazla hasta bakmak, daha fazla tetkik yapmak ve daha fazla gelir elde etmek zorunda bırakılmıştır. Bu durum, sağlık hizmetlerinin amacını kökünden sarsmıştır.

Bir düşünün: Sağlıkta performans artışı, daha fazla hasta görmek, daha fazla tetkik yapmak, daha fazla reçete yazmak mı demektir? Yoksa hastaları tedavi edip sağlığına kavuşturmak mı? Ancak gelin görün ki, performans artışı adı altında sağlık sistemi, hasta sayısını artırmayı hedefleyen bir mekanizmaya dönüştü. Bu mekanizma, devletin kaynaklarını sömürdü, doktorları etik ikilemlere sürükledi ve en önemlisi, insanların sağlığını tehdit etti.

Öyle bir dönemden geçtik ki, sağlık hizmeti verenler için hastalar altın yumurtlayan bir tavuk gibi görülmeye başlandı. Daha fazla tetkik, daha fazla işlem, daha fazla hasta döner sermaye gelirlerini artırdı. Ancak bu süreçte asıl kaybolan şey insan sağlığı oldu. Çünkü hasta sayısı arttıkça kalite düştü, tedaviler yetersiz hale geldi ve sağlık sistemine olan güven zedelendi.

Son yıllarda dikkatinizi çekmiş olabilir: Ülkemizdeki özel hastaneler mantar gibi çoğaldı. Daha da ilginç olan, sağlık bakanlarının ve üst düzey yetkililerin bazı hastane zincirleriyle doğrudan veya dolaylı ilişkilerinin ortaya çıkmasıdır. Peki, bu kadar kısa sürede bu kadar büyük sermaye birikimi nasıl sağlandı? Devlet hastanelerindeki hasta garantili projeler ve özel hastanelere hasta yönlendirme politikalarıyla.

Hastane inşaatlarının şatafatlı binalar ve avizelerle süslendiği bir dönemde, sağlık hizmetlerinin niteliği sorgulanmadı. Hastalar, iyileştirilmek yerine hastalıklarının daha da ilerlediği bir döngüye mahkûm edildi. Bu durum, sağlık sektörünün ne yazık ki insan hayatı odaklı değil, kâr odaklı bir ticarethane haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Bir düşünün: Sağlık gibi bir alanda hasta garantili projelerden bahsediyoruz. Hasta garantili hastaneler, sağlık hizmetlerini bir ticari sözleşmeye dönüştürmüş durumda. Oysa sağlık hizmetlerinin amacı insan sağlığını korumak ve hastaları iyileştirmektir. Ancak mevcut sistemde bu değerler arka plana itilmiş, yerini mali kazanç odaklı yaklaşımlar almıştır.

Son beş yıl içinde sağlık çalışanlarının yurtdışına göç etmesi hız kazandı. Bu, sadece daha iyi ücret ve çalışma koşulları arayışıyla açıklanamaz. Aynı zamanda sağlık sektöründeki yozlaşmış uygulamalardan kaçma isteği de bu göçün temel nedenlerinden biridir. Eğitimli ve tecrübeli sağlık çalışanlarının yerini, bu alanlarda yeterince yetkin olmayan kişilerin alması ise sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürmüş, hatalı uygulamaları artırmıştır.

Bir ülkede sağlık sektöründe çalışanlar mesleklerini severek ve hakkıyla yapamıyorsa, bu bir ulusal krizdir. İnsan hayatının söz konusu olduğu bir alanda, çalışanların motivasyonu ve ahlakı hayati öneme sahiptir. Ancak ne yazık ki performansa dayalı ücretlendirme sistemi, sağlık çalışanlarını işlerinden soğutmuş, bu meslekleri ahlaki bir değer olarak değil, maddi bir kazanç kapısı olarak görmeye zorlamıştır.

Sağlık sektörü, kapitalizmin "daha fazla tüketim, daha fazla kazanç" formülünden nasibini almıştır. Sağlık hizmetleri, tıbbi bir ihtiyaçtan çok ticari bir ürüne dönüşmüş, insanlar müşteri gibi görülmeye başlanmıştır. Bu durum, yalnızca sağlık hizmetlerini değil, sağlık sektörünün temel ahlaki değerlerini de çökertmiştir.

Bir sektör ticarethaneye dönüştüğünde, amacınız insan sağlığına hizmet etmek değil, daha fazla kâr etmek olur. Böyle bir sistemde doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık çalışanları işlerini ahlaki değerlerle değil, maddi kazanç hedefiyle yapmaya zorlanır. Bu da toplumsal güvenin sarsılmasına, sağlık hizmetlerinin kalitesinin düşmesine ve en önemlisi insan hayatının değersizleşmesine yol açar.

Sorunun Çözümü Nedir?

Sorunun çözümü, sağlık sektörünü tekrar insani değerlere ve etik ilkelere uygun hale getirmekten geçiyor. Bunun için yapılması gerekenler:

  1. Performansa Dayalı Ücretlendirme Sisteminin Gözden Geçirilmesi: Performansa dayalı ücretlendirme sistemi, sağlık çalışanlarını maddi kazanç peşinde koşmaya zorlamaktadır. Bu sistem yerine, sağlık hizmetlerinin niteliğini artırmaya yönelik bir model benimsenmelidir.

  2. Sağlık Çalışanlarının Özlük Haklarının İyileştirilmesi: Sağlık çalışanlarının işlerini severek yapmaları için özlük hakları iyileştirilmeli, çalışma koşulları insani hale getirilmelidir.

  3. Özel Hastaneler ve Devlet Hastaneleri Arasındaki Dengelerin Yeniden Düzenlenmesi: Özel hastanelerin sağlık sektöründeki ağırlığı azaltılmalı, devlet hastanelerine daha fazla yatırım yapılmalıdır.

  4. Etik Değerlerin Güçlendirilmesi: Sağlık sektöründe etik değerler yeniden öncelik haline getirilmelidir. İnsan sağlığı, maddi kazançtan önce gelmelidir.

  5. Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Sağlık sektöründeki tüm uygulamalar şeffaf hale getirilmeli, yapılan harcamalar ve projeler denetlenmelidir.

Sonuç olarak, sağlık sektöründeki bu sorunlar sadece bir sektörün değil, tüm toplumun sorunudur. İnsan hayatı bu kadar değersizleştirilemez, sağlık hizmetleri ticari bir faaliyet gibi görülemez. Hep birlikte bu sorunların çözümü için mücadele etmeliyiz, çünkü sağlıklı bir toplum ancak etik değerlere ve insani ilkelere bağlı bir sağlık sistemiyle mümkündür.

Teşekkür ederim. 

Bahadır Hataylı/Kasım-2024/Sancaktepe/İST

23 Kasım 2024 Cumartesi

Din Yalnız Allah’a Aittir-Kur'an ve Paralel Din Anlayışı Arasındaki Çizgiler

 


Bismillahirrahmanirrahim,

Allah’ın bize gönderdiği din, katıksız, tertemiz ve eksiksizdir. İslam, Allah tarafından tamamlanmış ve Resulullah aracılığıyla bize ulaştırılmış bir dindir. Ne bir eksik vardır, ne de bir fazlalık gerekmiştir. Ancak bugün bakıyoruz ki, Allah’ın kitabına paralel bir din anlayışı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu anlayış, Allah’ın kelamına eklemeler ve çıkarımlar yaparak, dini bir yığın karmaşa haline getirmektedir. Burada Allah’ın kitabı olan Kur’an ile ona paralel oluşturulmaya çalışılan din anlayışını net çizgilerle ayırarak, gerçek İslam’ın ne olduğunu ve bu sapmaların tehlikesini anlatacağız.

Allah Teâlâ, “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?” Ankebût/51 diyerek bize çok açık bir mesaj vermektedir: Bu Kitap yeterlidir. Yeterlilik, Kur’an’ın hiçbir ek bilgiye ihtiyaç duymayacak şekilde tamamlandığını ifade eder. Nitekim Allah, başka bir ayette şöyle buyurur:

"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim." Maide, 3

Bu ayet açıkça göstermektedir ki, İslam dini tamamlanmış ve kemale ermiştir. Peki, kemale ermiş bir dine eklemeler yapmak ne anlama gelir? Bu, Allah dini eksik bırakmış olduğu iddiasıdır ve bu, Rabbimize yapılacak en büyük saygısızlıklardan biridir.

Resulullah (sav), Allah’ın seçilmiş bir elçisiydi. O, insanlara Allah’tan gelen vahyi iletmekle görevliydi. Onun görevi, insanlara Allah’ın kelamını eksiksiz bir şekilde ulaştırmak ve kendi hayatıyla bu vahyin nasıl uygulanacağını göstermektir. Allah, Resulullah hakkında şöyle buyurur:

"O, kendi arzusuna göre konuşmaz. Onun konuştuğu, kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir." Necm/3-4

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, Resulullah’ın bize aktardığı her şey vahiy kaynaklıdır. Ancak bugün, bazı çevreler Resulullah’ın sözleri adı altında ona iftiralar atarak, Kur’an’a aykırı bir din anlayışı oluşturuyorlar. Halbuki Allah, Resulüne bile şöyle bir uyarıda bulunmuştur:

"Eğer o (Resul), Bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun şah damarını keserdik." Hâkka/44-46

Resulullah’a bile bu kadar kesin bir uyarı yapılmışken, onun adına iftira atarak vahye aykırı sözler uydurmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu düşünelim.

Bugün görüyoruz ki, insanlar Allah’ın kitabında olmayan hükümleri dine eklemeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de şu savunmayı öne sürüyorlar: “Kur’an’da yer almasa bile, Resulullah hadis olarak bunu söylemiştir.” Ancak, bu iddianın kendisi ciddi bir problem barındırmaktadır. Çünkü Allah, Kur’an dışında bir kaynağın İslam dini için temel teşkil etmesini reddetmiştir.

"Hüküm yalnızca Allah’a aittir." Yusuf/40

Bu ayet, din adına hüküm koyma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğunu açıkça ifade eder. Resulullah’ın sözleri, Kur’an’a uygun olduğu sürece değerlidir. Ancak, Resulullah adına uydurulmuş sözlerin dine eklenmesi, hem Resulullah’a iftira atmak hem de Allah’ın dinini tahrif etmektir. Bu durumu Allah şöyle ifade eder:

"Artık sözden sonra hangi söze inanacaklar?" Mürselat/50

Kur’an dışındaki kaynakları dinin temel kaynağı haline getirenler, Allah’ın kitabını yeterli görmemekte ve böylece insanları vahiyden uzaklaştırmaktadırlar. Bu da insanların, Allah’ın kelamını anlamak yerine, uydurma rivayetlerle oyalanmasına sebep olmaktadır.

Bazı kimseler, insanlara “Hesapsız cennete gireceksiniz” gibi vaatlerde bulunuyor. Bu, insanların Kur’an’daki hesap günü gerçeğini göz ardı etmesine yol açan tehlikeli bir sapmadır. Oysa Allah, herkesin yaptıklarının karşılığını göreceğini açıkça belirtmiştir:

"Kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını görür. Kim de zerre kadar şer işlerse karşılığını görür." Zilzal/7-8

Hesapsız cennet vaadi, insanları gaflete düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü Kur’an, her insanın hesap vereceğini ve amellerinin karşılığını alacağını açıkça ifade eder. Allah’ın kelamında olmayan bir şeyi din adına söylemek, hem Allah’a hem de insanlara karşı büyük bir ihanettir.

Kur’an, insanları uyarmak ve doğru yola iletmek için indirilmiştir. Allah, bu konuda Resulullah’a şu emri vermiştir:

"Rabbinden sana vahyedileni onlara anlat ve yüz çevir." En’am/106

Bugün, Kur’an’ın mesajını insanlara ulaştırmak yerine, ona paralel dinler oluşturanlar, büyük bir vebal altındadır. Allah’ın dinini eksiksiz ve net bir şekilde insanlara ulaştırmak bizim görevimizdir. Ancak bunu yaparken, Allah’ın kitabına herhangi bir şey eklememeli veya ondan bir şey çıkarmamalıyız.

Ey insanlar! Allah’ın dini, katıksız ve halistir. Ona başka hiçbir şeyi eklemek veya ondan bir şey çıkarmak mümkün değildir. Allah, insanlara indirdiği kitabı şöyle tarif eder:

"Bu Kur’an, uydurulmuş bir söz değildir. Ancak, kendisinden önceki kitapları tasdik eden, her şeyin ayrıntılı bir açıklaması olan, iman eden bir topluluk için bir rahmet ve rehberdir." Yusuf/111

O halde, Allah’ın dinine katkıda bulunmaya çalışmak, Allah’ın dini eksik bıraktığını iddia etmek demektir. Bu, çok büyük bir sapmadır. İnsanları vahyin ışığına çağıran Kur’an, bize yeterlidir. Din adına konuşurken, yalnızca Allah’ın kitabına dayanmalıyız.

Din yalnızca Allah’a aittir ve sadece O’nun kelamı doğrudur. Resulullah’ın görevi, Allah’tan gelen mesajı bize ulaştırmaktır. O’nun adına uydurulan sözlere itibar etmeyin. Çünkü bu, hem dine zarar verir hem de sizi helak eder. Allah’ın kitabına sımsıkı sarılın ve başka kaynaklara din adına eklemelerde bulunmayın. Unutmayın: "Hesap günü her şey ortaya çıkacaktır ve hesabı yalnızca Allah görecektir."

Erol Kekeç/22.11.2024/Namazgah/İST

22 Kasım 2024 Cuma

Köleliğin Gönüllü Savunucuları- Uyanışa Çağrı

 

Sevgili dostlar,
Haydi, bir an durup düşünelim. İnsanlık tarihini baştan sona kadar incelediğimizde, bazı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırız. Bu gerçeklerden biri de, köleliğin yalnızca fiziksel bir zincirden ibaret olmadığıdır. Zihinsel kölelik, insanoğlunun kendi elleriyle ördüğü ve içine hapsolduğu en tehlikeli hapishanedir. İşte tam da burada bir soruyla karşılaşırız: Köleler, neden kendi efendilerinin savunucuları olurlar?

Belki de bu soru, içinde bulunduğumuz çağın en can alıcı meselelerinden biridir. İnsanlar, özgürlüklerinin ellerinden alındığını fark etmeden, efendilerinin çıkarlarını savunmaya başlarlar. Öyle bir hale gelir ki, kendi esaretlerini bir erdem, hatta bir zorunluluk olarak görürler. Peki, bu durum nasıl mümkün olabilir? Gelin, bu soruyu tüm boyutlarıyla ele alalım.

Kölelik, ilk bakışta fiziksel bir boyunduruk gibi görünebilir. Bir insanın, başka bir insana bağımlı hale gelmesi, onun emirlerine boyun eğmesi ve özgürlüğünü yitirmesi… Ancak bu, yalnızca görünen kısmıdır. Asıl kölelik, insanın zihninde başlar.

Bir düşünün: Eğer bir köle, efendisinin otoritesini sorgulamayı bırakır ve onu bir zorunluluk olarak kabul ederse, artık zincirlerine ihtiyaç kalır mı? O köle, kendi iradesiyle efendisinin çıkarlarını savunur hale gelir. Çünkü ona göre bu düzenin dışında bir yaşam mümkün değildir. Zihinsel kölelik, işte böyle başlar.

Günümüzde fiziksel zincirlerin yerini başka şeyler aldı: medya, ideolojiler, ekonomi, kültürel normlar… İnsanlar artık doğrudan baskıyla değil, bu görünmez zincirlerle kontrol ediliyor. Oysa kölenin efendiye ihtiyacı yoktur. Efendinin varlığı, kölenin gözünde yalnızca bir yanılsamadır. Ancak bu yanılsama öylesine güçlüdür ki, köle kendi efendisini yaratır ve onu korumak için var gücüyle savaşır.

Daha açık ifade etmek gerekirse, bugünün dünyasında efendiler, bireylerin kendilerine çizdiği sınırlar ve dayatmalardır. İnsanlar, sistemin kendilerine sunduğu yaşam tarzını sorgulamadan kabul ederler. Kendi haklarını savunmaktan ziyade, sistemin devamlılığı için çabalarlar.

Bir toplumu köleleştirmek için, fiziksel güçten daha fazlası gerekir. İnsanların inançlarını, değerlerini ve düşünce yapısını kontrol etmeniz yeterlidir. Peki bu nasıl yapılır? 

Bir insan, kendine sunulan gerçeklerin dışındaki bir dünyanın mümkün olduğunu bilmiyorsa, asla sorgulama yapamaz. Bu nedenle, ilk adım bireylerin düşünme kapasitesini kısıtlamaktır. Eğitim sistemleri, medya ve toplum kuralları, insanların sorgulama yetisini köreltmek için kullanılır.

Bir bireye, belirli sınırlar içinde özgür olduğu yanılsaması verilirse, o kişi zincirlerinin farkına varmaz. İnsanlar, tercih yapabildiklerini düşündüklerinde aslında sadece sunulan seçeneklerden birini seçtiklerini unutur. Oysa bu seçeneklerin tümü, aynı sistemin parçasıdır.

Kölelik, korkuyla beslenir. İnsanlar, sistemin dışında bir yaşamın tehlikeli olduğunu düşünürse, o sisteme daha sıkı sarılırlar. Ekonomik bağımlılık, sosyal statü kaygısı, dışlanma korkusu… Hepsi, bireylerin mevcut düzeni savunmalarını sağlar.

Bir birey, yaşadığı olumsuzlukların sebebini kendi yetersizliğine bağlamaya başlarsa, sistemden şikayet etmek yerine kendini suçlar. Bu da köleliği daha da pekiştirir.

Şimdi en önemli soruya gelelim: Bir köle, neden efendisini savunur?

Bunun en temel sebebi, efendinin olmadığı bir yaşamı hayal edememesidir. İnsanlar, kendilerini güvende hissetmek için bir otoriteye ihtiyaç duyarlar. Bu otorite, onların her şeyi düzenleyen, kontrol eden ve ihtiyaçlarını karşılayan bir güç olarak görülür. Ancak burada büyük bir çelişki vardır: Bu otoriteyi desteklemek, aslında kendi esaretlerini desteklemektir.

Köleler, bu çelişkiyi göremezler. Çünkü onlara sunulan hikaye, efendinin onlar için vazgeçilmez olduğu fikrini işler. "Efendisiz bir toplum anarşiyle yok olur," derler. Bu yüzden efendilerini savunmak için gerekirse kendi özgürlüklerinden bile vazgeçerler.

Eğer bir toplum, kendi köleliğini kabullenir ve bu köleliği savunursa, o toplumun yok olması kaçınılmazdır. Çünkü bir toplum, özgür düşünce ve sorgulama yetisini kaybettiğinde, kendini geliştirme ve yenileme yeteneğini de kaybeder.

Bir toplum, zulmü normalleştirip onun savunucusu haline geldiğinde, kendi sonunu hazırlamış olur. Bu tür toplumlar, dışarıdan bir saldırıya gerek kalmadan, kendi içlerinden çürüyerek yok olurlar. Çünkü zulmü kabullenmek, insanın kendi değerlerini yok etmesidir.

Peki, bu karanlık döngüyü kırmak mümkün mü? Elbette. Ancak bunun için bir uyanışa ihtiyaç var. Bu uyanış, bireysel düzeyde başlayarak topluma yayılmalıdır. İşte bu uyanışı sağlamak için yapılması gerekenler:

Bir birey, kendisine sunulan her bilgiyi sorgulamalıdır. "Bu bilgi, kimin çıkarına hizmet ediyor?" diye sormak, uyanışın ilk adımıdır.

Toplum, bireylerin farklı düşünceler üretmesine ve bunları ifade etmesine izin vermelidir. Baskıcı sistemler, bireylerin düşünme yetisini öldürür.

Korkular, insanın en büyük zincirleridir. Bu korkularla yüzleşmek ve onları aşmak, özgürlüğün kapısını açar.

Bireysel çabalar, toplumsal dayanışmayla birleşmelidir. İnsanlar, yalnız olmadıklarını ve birlikte hareket ettiklerinde daha güçlü olduklarını fark etmelidirler.

Sevgili dostlar,
Bugün size, zincirlerinizi kırmanız için bir çağrıda bulunuyorum. Zihninizdeki sınırları aşmadan, gerçek özgürlüğe ulaşmanız mümkün değil. Efendilerinizin size dayattığı hikayeleri sorgulayın. Kendi yaşamınızın sahibi olun.

Unutmayın, kölelik bir kader değildir. Bir tercihtir. Eğer bu tercihi reddederseniz, efendilerinizin değil, kendi hayatınızın savunucusu olursunuz. Ve ancak o zaman, gerçek anlamda özgür bir toplum yaratabilirsiniz.

Şimdi size düşen, bu zincirleri fark etmek ve kırmaktır. Çünkü bu dünyadaki en büyük esaret, insanın kendi aklını ve ruhunu zincire vurmasıdır. Hadi, zincirleri kırın ve özgürlüğe doğru ilk adımınızı atın!

Erol Kekeç/20.11.2024/Namazgah/İST

20 Kasım 2024 Çarşamba

Efendiler ve Köleler-İnsan Olmanın Gerekliliği Üzerine Bir Sorgulama

 

Tarih boyunca insanlık, toplumlar arası ilişkilerde bir efendi-köle dinamiğine tanıklık etmiştir. Bu dinamik, başlangıçta fiziksel ve ekonomik üstünlükle ilişkilendirilirken, zamanla zihinsel ve ideolojik bir boyut kazanmıştır. Ancak günümüz toplumlarında bu ilişki, fiziksel boyuttan çıkmış ve insan zihninin en derin köşelerine nüfuz etmiş bir gönüllü köleliğe dönüşmüştür. Artık efendiler kölelerini seçmiyor; köleler kendi efendilerini seçiyor ve hatta onları savunmak için hayatlarını adıyor. İşte bu yazıda, bu durumu derinlemesine inceleyerek, neden böyle bir zihniyete sürüklendiğimizi ve insanlık olarak bu kör döngüden nasıl kurtulabileceğimizi tartışacağız.

Efendi-Köle Dinamiğinin Tarihsel Arka Planı

Efendi-köle ilişkisi, insanlık tarihinin en eski kavramlarından biridir. İlk dönemlerde fiziksel güç üstünlüğüne dayanan kölelik, ekonomik ve siyasi çıkarlarla pekiştirilmiştir. Ancak modern çağda kölelik, fiziksel bir zincir olmaktan çıkıp zihinsel bir boyut kazanmıştır. Bugün kölelik, bireyin düşünce, irade ve kimliğini efendisine teslim etmesiyle kendini gösteriyor.

Bu noktada sorgulamamız gereken ilk şey şudur: İnsanlar neden gönüllü olarak köleliği kabul ederler? Bunun en temel nedeni, özgürlük kavramını yanlış anlamaktır. Özgürlük, sadece zincirlerden kurtulmak değildir; özgürlük, zihinsel bağımsızlık ve kendi değer sistemini inşa etme cesaretidir. Ancak, birçok kişi bu cesareti gösteremediği için başkalarının dayattığı düşünceleri benimsemekte rahatlık bulur.

Günümüzün Köleleri- Kendi Efendilerini Yaratan Toplumlar

Bugün kölelik, fiziksel bir baskıdan ziyade gönüllü bir teslimiyettir. İnsanlar, kendilerine efendi olarak seçtikleri kişilerin kibir ve savurganlıklarını savunur hale gelmiştir. Bu durumu en açık şekilde siyaset, din ve ekonomi alanlarında görebiliriz.

  1. Siyasette Gönüllü Kölelik
    Günümüz toplumlarında bireyler, siyasi liderlerini birer kurtarıcı ya da mutlak doğruyu temsil eden figürler olarak görmektedir. Ancak bu liderler, genellikle kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden, kibirli ve savurgan kimlikler sergileyen kişiler olabilir. Ne yazık ki halk, onların bu yanlışlarını sorgulamak yerine savunmayı tercih ediyor. Bir toplumun, efendilerinin hatalarını sorgulamaktan kaçındığı an, kendi özgürlüğünü kaybettiği andır.

  2. Dinî Alanlarda Kölelik
    Din, insanlara rehberlik etmek için bir araçtır; ancak bu aracın yanlış ellerde nasıl bir manipülasyon aracı haline geldiğini görmek acıdır. Din görevlileri ya da dini temsil eden kişiler, toplumun zayıf noktalarını kullanarak, insanları kendi çıkarlarına hizmet ettirebilir. Bu kişiler, din adına yapılan hataları savunmayı bir görev gibi gören kitlelere sahip olduğunda, gönüllü kölelik zirveye ulaşır.

  3. Ekonomik Bağımlılık ve Kölelik
    Modern köleliğin en belirgin alanlarından biri ekonomik bağımlılıktır. İnsanlar, işverenlerini efendileri gibi görüp onların her dediğini yapar hale gelmiştir. Hatta bu kişilerin yaptıkları adaletsizlikleri dahi savunarak, kendi yoksulluklarını bile haklı gösterebilirler. Ekonomik bağımlılıkla başlayan bu süreç, bireyin kimliğini kaybetmesiyle sonuçlanır.

Köleliğin Psikolojik Boyutu

Peki, insanlar neden kendi efendilerini yaratır ve onları savunur? Bunun en temel nedenlerinden biri, bireyin kendini güvende hissetme arzusudur. İnsan, belirsizlikten korkar ve bu korku, bireyi güçlü gördüğü bir figüre sığınmaya iter. Efendi figürü, bireyin bu korkusunu kullanarak kendini vazgeçilmez hale getirir.

Bir diğer neden ise, bireyin kendi özgürlüğüyle ne yapacağını bilememesidir. Özgürlük, sorumluluk gerektirir ve birçok insan bu sorumluluğu taşımaktan korkar. Bu nedenle, başkalarının kendileri adına düşünmesine izin verirler.

Efendi ve Köle Dinamiğinin Topluma Etkileri

Efendi-köle dinamiği, toplumun her alanında ciddi bozulmalara yol açar. Bu bozulmaların başında, adaletin ve ahlakın çöküşü gelir. Köleler, efendilerinin yanlışlarını savunurken, toplumsal değerler yok olur. Adaletsizliği sorgulayamayan bir toplum, yozlaşmaya mahkûmdur.

Diğer bir etki ise, bireysel kimliğin kaybolmasıdır. Köleler, efendilerinin düşüncelerini ve değerlerini sorgusuz sualsiz benimsediği için, kendi kimliklerini kaybeder. Bu durum, bireylerin özgür bir şekilde düşünmesini ve yaratıcı çözümler üretmesini engeller.

Kurtuluş Reçetesi-Özgür Düşünce ve Sorumluluk

Bu dinamikten kurtulmak için bireylerin yapması gereken ilk şey, kendi değer sistemlerini inşa etmektir. Bu, sadece bireyin değil, tüm toplumun kurtuluş reçetesidir. Özgür düşünce, bireyin kendini ve çevresini sorgulamasını gerektirir. Ancak sorgulama, sadece eleştirmek değil; aynı zamanda çözüm üretmektir.

  1. Eğitim ve Bilinçlendirme
    Bireylerin özgür düşünebilmesi için öncelikle eğitim sisteminin sorgulayıcı bir yapıya sahip olması gerekir. Eğitim, sadece bilgi aktarmak değil; bireyin kendi değerlerini ve kimliğini inşa etmesine yardımcı olmak için bir araçtır.

  2. Adaletin ve Eşitliğin Tesisi
    Toplumda efendi-köle dinamiğini sona erdirmek için adaletin sağlanması şarttır. Bu adalet, sadece hukuki bir sistemle değil; aynı zamanda toplumsal değerlerle desteklenmelidir. Her bireyin eşit olduğunu ve kimsenin diğerinden üstün olmadığını hatırlatan bir toplumsal yapı inşa edilmelidir.

  3. Bireysel Sorumluluk ve Cesaret
    Özgürlük, sorumluluk gerektirir. Bireylerin kendi yaşamlarıyla ilgili kararları alırken cesur olması ve bu kararların sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. Cesaret, bireyin kendi kimliğini inşa etmesindeki en önemli adımdır.

  4. Toplumsal Değerlerin Yeniden İnşası
    Toplumun değer sistemleri, bireylerin özgür düşünceyi benimsemesini destekleyecek şekilde yeniden inşa edilmelidir. Bu, sadece bireylerin değil; aynı zamanda kurumların da değişimini gerektirir.

İnsan Olmak ve Özgürlük

Efendiler ve köleler arasında sıkışıp kalmış bir dünyada, insan olmak ve özgürce yaşamak, cesaret ve kararlılık gerektirir. İnsan olmak, sadece biyolojik bir varlık olmaktan ibaret değildir; insan olmak, düşünmek, sorgulamak ve kendi değerlerini inşa etmek demektir. Köleliği gönüllü olarak kabul eden bir toplum, asla özgürleşemez. Ancak, bireyler kendi değerlerini ve kimliklerini inşa etmeye başladığında, gerçek özgürlük mümkün olur. İşte bu noktada insanlığa en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız. Çünkü, insan olmayan bir varlığın biyolojik canlılığını insan gibi yaşamak olarak anladığı bir zamanda, insana çok acil ihtiyaç vardır.

Bahadır Hataylı/21.10.2024/Sancakteepe/İST

15 Kasım 2024 Cuma

Acının Çivisi-Sadistin Çarkı-Bal ve Küncüyü Kim Yedi?

Bir söz vardır: “Çivi çiviyi söker.” Halk arasında sıkça kullanılan, çözüm bulmaya yönelik basit bir strateji gibi görünse de bu söz, zalim ellerde nasıl bir silaha dönüşüyor bir bilseniz… Bizim ülkemizde ise bu söz, adeta bir devlet politikası haline gelmiş. Amaç, acıyı başka bir acıyla susturmak, mazlumun yarasını yeni darbelerle daha derine kazımak. Öyle bir sistem var ki bu topraklarda, en tepedeki keyif çatıları ile en dipteki çile çukurunun arasında koca bir uçurum yatıyor. Ve bu uçurum, sadistçe bir zevkle, mazlumun üzerine çivi çakılarak genişletiliyor.

Bu yazıda, sadece bu çivinin hikâyesini değil, sadistlerin kurduğu acı çarkını, insanların bu çarka nasıl boyun eğdiğini ve acıdan nasıl bir kader yaratıldığını sorgulayacağız. Hatta biraz mizah, biraz ironi ve bolca cesaretle size acıyı tatlı diye yutturmaya çalışanların maskesini indireceğiz. Hazırsanız başlayalım.

Bir düşünün, acıya nasıl alıştırıldık? Önce yavaş yavaş, "Bu da geçer" diye diye. Sonra "Herkes çekiyor, sen de çek" anlayışı ile. Daha sonra ise, “Bu Allah’ın kaderi” diyerek. Halbuki bu kaderi yazanlar, kendilerine başka bir hikâye yazmışlardı. Onlar, sırtını halkın alın terine dayayıp, koca gemilerle nimetlerini taşırlarken; halka kalan yalnızca bu çiviler oldu.

Çiviyi çakıyorlar, dostlar. Hem de tam yüreğinizin ortasına. Çivinin üzerinde kocaman harflerle yazıyor: "Vergi borcu." Bir diğerinde "Hayat pahalılığı." Bir başkasında ise "Kader planı." Çakılan çivilerle yaralanmış yürekler, bir umutla yeni gelenlere bağlanıyor. Ama bilmedikleri şu ki, yeni gelenler, eskilerden kalma çiviyi çekecek gibi görünüp, yanına yenisini çakıyor.

Bir zamanlar birileri, "Size bir simit bile kalmadı," demişti. Şükür ki haklı çıktılar. Artık o simit de yok! Sadece simit mi? Yokluğun ne kadar derinleştiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Memleketin dört bir yanına borç yükü bindirenler, üstüne bir de "kader planı" masalı anlatıp duruyor. Hani bir deyim vardır: “Deveyi hamutuyla yutanlar.” İşte o deve, mazlumun sırtına yüklenen vergi ve haraçtan başka bir şey değil. Kendi bindiklerini indirmek şöyle dursun, deveyi dümdüz yutan bu sistemin çarkına takılan herkes, "Bu ne çarkmış arkadaş!" demekten öteye geçemiyor.

Bugün en alttaki, en zayıf olan, üzerine yük bindikçe sessizce eğiliyor. Niye mi? Çünkü acıyı artık bir yaşam biçimi olarak benimsemiş durumda. Vergi borcu, hayat pahalılığı, işsizlik… Ne gelirse gelsin, “Bu bizim kaderimiz,” deyip sustular. Hatta belki bir umuttur diye, yeni gelen zalimin eskisinden daha az acı çektireceğini umut ettiler. Ama ne oldu? Zalimin adı değişti, çiviler değişmedi.

Sadist bir eğilime sahip olanlar, insan psikolojisini çok iyi çözüyor. Acıyı bir yönetim aracı olarak kullanmayı öğrenmişler. Şöyle düşünün: Eğer insanlar acıya alışırsa, rahata kavuşmayı hayal bile edemezler. Ve hayal kuramayan bir toplum, sorgulamayı da bırakır. O yüzden acının limiti hep aynı tutulur; ne fazla ne az.

Ama toplumdaki yaşam standardı yukarı çıktığında işler değişir. İnsanlar düşünmeye başlar. "Neden böyle?" diye sorgular, haklarını talep eder. İşte sadistler, bunu önlemek için sürekli acının dozunu ayarlar. Alttakiler acı çekerken, üsttekilere ise kepçeler dolusu nimet taşınır. Hatta gemilerle! Amaç basit: Altın zincirlere bağlananları memnun edip, diptekileri ezmek.

Bir sirk maymununun muz yerken izlenmesi gibidir halkın durumu. Meydanlarda halkın alkışladığı liderler, sofralarını ballar, muzlar ve şatafatla donatmışken, izleyen halk açlıktan ölse bile şükretmeye devam eder. Çünkü bu halk, başkalarının yediği muzun tadını kendi damağında hissetmekle yetinir.
Bir süre sonra bu insanlar, yemedikleri şeyleri anlatır hale gelir. "Ballı küncü harikadır," derler, ama tatmamışlardır. Bu bir metafor değil; acıyı tatmış ama mutluluğu sadece hayal edenlerin gerçek hikâyesidir.

Dostlar, bir sistem düşünün ki, çiviler hep aşağı doğru çakılır. Yukarıdakilere dokunan yoktur. Peki, bu çiviler nasıl sökülür? İşte burada büyük bir ironi var. Çiviyi çakan da aynı, çiviyi sökmeye çalışıyor gibi yapan da. O yüzden çiviyi yerinden oynatmak için önce bu çarkın durması gerekir. Ama durduracak olan kim?

Toplum, bu çarkın altında ezildiğini fark etmeden, acıyı hayatın bir parçası olarak kabul etmeye devam eder. Hatta yeni bir lider geldiğinde, "Bu bizi kurtaracak," diye umutlanır. Ama bilmedikleri şey, o liderin de çarkın bir dişlisi olduğudur.

Sadist çarkın karşısında sessiz kalan halk, aslında en büyük güce sahip. Ama gücün farkında değiller. Öyle bir an gelir ki, ayağa kalkmak zorunda kalırsınız. İşte o an, toplumun yönünü değiştirecek gerçek başlangıç olur. Çünkü kimse sizin sofranızı kurmayacak. Halil İbrahim sofrasını hayal etmekle yetinmeyin; o sofrayı kurmak için mücadele edin.

Hani şu komutanın bal ve küncü keyfi vardı ya… O hikâye, bu çarkın özetidir aslında. Yoksul halk, yönetici takımının keyfine dışarıdan bakarken, balın tadını tarif etmekle yetinir. Bir türlü eline geçiremediği balla küncüyü hayal eder, ama yediği şey hep umut kırıntılarıdır. Ve garip olan şu ki, bu insanlar, "Yemedim ama abim izledi, mutlaka güzeldir," demekten vazgeçmez. Komutan yer, asker izler. Asker hayal eder, ama asla tadamaz. Sonra bu hikâye dilden dile yayılır. Tatmayanlar bile balla küncüyü över durur. İşte halkın durumu budur. Başkalarının yediği şeyleri, sadece izlemekle yetinenlerin halini anlatır.

Ama unutmayın: Bir gün, o sofraya oturmak için mücadele etmediğiniz sürece, izlemekle yetineceksiniz. Ve sofrada olanlar, hiçbir zaman size bir tabak uzatmayacak.

Acının çivisini çakıp duranlara sessiz kalmayın. Ayağa kalkın ve "Durun ey kalabalıklar, bu gidiş nereye?" deyin. Çünkü sessizlik, çarkın dönmesini sağlar. Ve unutmayın: En güzel sofra, Halil İbrahim sofrasıdır. Ama o sofrayı kuracak olan sizsiniz.


Bahadır Hataylı/17.09.2024/Namazgah/İST

14 Kasım 2024 Perşembe

Toplumsal Merkez Olarak Camiler ve Yeni İmamlık Vizyonu

                  

Cami, toplumdan bedava geçinen her hafta kan emen tek hücreli gibi algılanmasının önüne geçilmelidir. Bunun için öncelikle, toplumun bu mekanlardan ne beklediğini iyi analiz etmeli ve net hedefler koymalıyız. Bu hedefler, camilerin hem ibadet alanı hem de sosyal dayanışma, eğitim ve kültürel etkileşim alanı olarak yeniden yapılandırılmasıdır. Mahallelerdeki camiler, sadece ibadet için toplanılan değil; aynı zamanda gençlerin, yaşlıların, kadınların ve çocukların bir araya gelerek sosyalleştiği, bilgi alışverişinde bulunduğu, mahallelinin dertlerini paylaşarak çözüm aradığı birer "toplumsal merkez" olmalıdır.

Camilerin etkin hale gelmesi için, her mahallede bir "sosyal sorumluluk platformu" kurularak, topluma katkı sağlayacak projeler geliştirilmeli; ihtiyaç sahiplerine yardım, eğitim programları, uyuşturucu ve zararlı alışkanlıklarla mücadele, aile danışmanlıkları gibi çok yönlü destek hizmetleri sunulmalıdır. Din görevlileri ise, toplumla iç içe ve toplumun nabzını tutan liderler haline gelmelidir; bilgiye dayalı, bilinçli ve çağdaş bir yaklaşımla rehberlik yapmaları sağlanmalıdır. Bu görev tanımıyla birlikte din adamları "manevi rehber" sıfatını kazanmalı, toplumsal gelişime aktif katkı sunan örnek bireyler haline getirilmelidir.

Ayrıca, camilerdeki "dernek" yapısı da işlevsel hale getirilmelidir. Her hafta yalnızca bağış toplayan, toplumdan izole bir yapı olmaktan çıkıp; sosyal projeler üreten, mahalle sakinlerini bir araya getiren ve her kesimin fikir alışverişinde bulunabileceği bir alan yaratılmalıdır. Böylece, camiler sadece ibadet edilen yapılar olmaktan çıkıp, toplumsal hayatın her alanına dokunan bir cazibe merkezi haline gelecektir.

Camilerin işlevleri bu yönde değişirse, toplum camileri kendinden bir parça olarak hissedecek ve aidiyet duygusuyla sahiplenecektir. Özetle, camiler sadece ruhani bir mabet değil, aynı zamanda toplumsal bir merkez haline getirilmelidir. Bu şekilde, camiler toplumun kalbi olacak ve  mahallelerde dayanışma ruhunu yeniden canlandıracaktır.

Camiler, tarih boyunca toplumun kalbinde yer alan, sosyal yaşamın merkezlerinden biri olarak önemli bir işleve sahip olmuştur. Ancak günümüzde camilerin çoğunlukla yalnızca ibadet mekanı olarak görülmesi ve toplumsal yaşama yeterince katkı sunmayan, ruhsuz yapılar olarak algılanması ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Bu mekanlar, yalnızca namaz vakitlerinde ibadet edilen bir yer olmaktan öteye geçmeli, mahallelerin merkezi haline gelerek her yaştan bireyin sosyal, kültürel ve manevi ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir. Bu kapsamda, camilerin toplumsal fonksiyonunu yeniden ele alarak, cami ve imam kavramlarının içeriklerinin doldurulması ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi gerekmektedir.

Camilerin Toplumsal Fonksiyonlarının Geliştirilmesi

Camiler, mahallelerde toplumsal bir denetim, rehberlik ve yardımlaşma merkezi olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Toplumdaki ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak camilerin; kütüphane, hamam, aşevi gibi hizmetlerle desteklenmesi, çocuk ve gençlere yönelik eğitim ve sosyal etkinliklerin düzenlenmesi gerekmektedir. Bu alanlar, dini ve sosyal dayanışmanın yanı sıra toplumun her kesimine yönelik hizmet sunabilecek mekanlara dönüştürülmelidir.

  1. Toplanma ve Dayanışma Merkezi Olarak Cami:

    • Camiler, yalnızca ibadet edilen mescitlerden ibaret kalmamalıdır. Her mahallede, insanların toplanabileceği, sorunlarını paylaşabileceği, yardımlaşabileceği alanlar olarak değerlendirilmeli; düğün, taziye, yardım organizasyonları gibi toplumsal etkinliklerin merkezi olmalıdır.
    • Cami çevresinde kütüphaneler, aşevleri, çocuk oyun alanları ve sosyal hizmet birimleri kurularak, toplumun her kesimi için cazibe merkezleri haline getirilebilir.
  2. Aile Danışmanlık Merkezleri ve Eğitim Alanları:

    • Camilerin içinde aile danışmanlık merkezleri ve rehberlik hizmetleri sağlanarak, toplumsal birlik ve beraberlik teşvik edilmelidir.
    • Gençlerin manevi, psikolojik ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamak amacıyla kurslar, seminerler ve çeşitli sosyal faaliyetler düzenlenmelidir.
  3. Din Görevlilerinin Rolü ve İşlevi:

    • İmamlar, toplumun manevi rehberleri olmanın ötesinde, güçlü sosyal zekaya sahip, iletişimi kuvvetli, organize etme becerisi yüksek, en az on kişiyi yönetebilecek yetkinlikte bireyler olmalıdır.
    • Bu nitelikteki din görevlileri, mahalle halkının güven duyduğu ve saygı gösterdiği, toplumun sosyal ve manevi sorunlarına çözüm üretebilen insanlar olarak kabul görecektir.

Camilerdeki Hizmet Alanlarının Çeşitlendirilmesi ve Modernleştirilmesi

Camilerin manevi görevlerinin yanında, modern toplumun sosyal ihtiyaçlarına yanıt veren alanlar olarak da işlev göstermesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, camilerde toplumun sosyal, kültürel ve eğitim ihtiyaçlarına yönelik farklı birimler kurulmalı, yeni bir işlevsel yapıya kavuşturulmalıdır:

  • Çocuk ve Gençlik Merkezleri: Gençlerin sosyal aktivitelerle bir araya geleceği merkezler kurarak onların uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklardan uzak tutulması sağlanmalıdır.
  • Toplumsal Yardımlaşma Birimleri: Mahalle halkının sorunlarına çözüm üretebilecek yardım merkezleri ve gönüllü ekipler oluşturulmalıdır.
  • Kültürel Etkinlik Alanları: Geleneksel ve modern kültürel etkinlikler için alanlar sağlanarak toplumun her kesimine hitap edilmelidir.

İmam ve Din Görevlilerinin Toplumdaki Rolünün Güçlendirilmesi

İmam ve din görevlileri, sadece ibadet vakitlerinde cemaatle buluşan bireyler olmaktan çıkmalı, toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek, organizasyon yeteneği güçlü bireyler haline gelmelidir. Bu amaç doğrultusunda, imamlar din eğitimi dışında psikoloji, sosyal hizmetler ve rehberlik gibi konularda da eğitilmelidir. Böylece imamlar; toplumun manevi liderleri, danışmanları ve sosyal sorunlara çözüm üreten liderler haline gelebilecektir.

  1. İmamlık Kavramının Yeniden Tanımlanması:

    • "Din adamı" tanımı yerine, toplumun her alanında fayda sağlayacak, bilgilendirici, yol gösterici ve çözüm üretebilen bireylerin bulunduğu bir yapı geliştirilmelidir.
    • İmamlar, mahalledeki her türlü sosyal faaliyeti yürütebilecek, toplumsal olaylara hızlı yanıt verebilecek yetkinlikte olmalıdır.
  2. Eğitimli ve Yetkin Din Görevlileri:

    • İmamlar, toplumsal iletişim, aile rehberliği, gençlere yönelik manevi rehberlik konularında eğitilmeli ve bu alanlarda destek sağlamalıdır.
    • Böylece camiler, sadece ibadet mekanları olmaktan çıkarak her kesimden insanın başvurduğu, güven duyduğu birer danışma ve toplumsal kontrol merkezi haline gelir.
  3. Camilerde Güvenin Yeniden Tesisi:

    • Camilerdeki din görevlilerinin güvenilir, liyakatli ve toplumun tüm kesimleriyle iletişim kurabilen bireyler olması sağlanarak, bu mekanların toplumda hak ettiği saygı ve güvene kavuşması hedeflenmelidir.

Camilerin İyileştirilmesi ve Toplumsal Yaşama Entegre Edilmesi için Yapılacaklar

Camilerin ve imamların yukarıda bahsedilen rol ve sorumlulukları yerine getirebilmesi için kapsamlı bir düzenleme ve yenilenme sürecine ihtiyaç vardır. Bu amaç doğrultusunda şu adımlar atılmalıdır:

  1. Yasal Düzenlemeler ve Yapısal Reformlar:

    • Camilerde sosyal hizmet birimleri kurulması ve bu hizmetlerin kalıcı hale gelmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı iş birliğinde mahalle bazlı sosyal hizmet birimleri oluşturulmalıdır.
  2. Toplumsal Fonksiyonları Geliştiren Proje ve Uygulamalar:

    • Camilerin toplumla daha fazla bütünleşmesini sağlayacak projeler geliştirilerek; aşevi, kütüphane, spor salonu gibi sosyal ihtiyaçlara cevap veren hizmet birimleri oluşturulmalıdır.
    • Tarihteki Sütçü İmam, Nene Hatun gibi toplumsal kahramanların camilerde örgütlenerek toplum yararına faaliyetlerde bulunduğu örneklerden ilham alınarak, bu ruh yeniden canlandırılabilir.
  3. Kapsamlı Eğitim ve Farkındalık Programları:

    • İmamların rolünü genişletmek amacıyla geniş kapsamlı bir eğitim programı düzenlenmelidir. Bu eğitim programlarında sosyal zekâ, iletişim becerileri, kriz yönetimi ve toplumsal liderlik gibi konulara ağırlık verilmelidir.
  4. Toplumun Her Kesimi İçin Erişilebilir ve Çekici Mekanlar:

    • Cami ve çevresi; çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar gibi toplumun farklı kesimleri için erişilebilir, çekici ve çok amaçlı alanlar haline getirilmelidir. Bu amaç doğrultusunda camilerin her kesime hitap eden bir mimariye kavuşturulması sağlanabilir.

Toplumun Kalbi Olarak Camiler

Bu öneriler doğrultusunda camiler, toplumun sosyal, kültürel ve manevi merkezleri olarak yeniden inşa edilebilir. Camilerin ruh kazanması ve toplumsal yaşama daha aktif katkı sağlaması, toplumsal dayanışmanın artmasına, mahallelerde güven ortamının tesis edilmesine ve sosyal sorunların daha hızlı çözümlenmesine vesile olacaktır. Camiler ve din görevlileri, tarih boyunca olduğu gibi, toplumun kalbinde yer alarak mahalle yaşamına yön verebilir ve toplumsal hayatın temel taşlarından biri haline gelebilir. Bu süreçte ideolojik ve dini baskılardan uzak, toplumun ihtiyaçlarını gözeten bir yaklaşım benimsenmelidir.

Camilerimizin, sadece ibadet yapılan yerler değil; dayanışma, yardımlaşma, rehberlik ve eğitim sağlayan, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan mekanlar haline gelmesi, ülkemizdeki sosyal bütünlüğü ve toplumsal barışı güçlendirecektir.

Bahadır Hataylı/29.10.2024/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!