Gökyüzünden geçen mavi çizgiler mi acaba yeryüzünün kaderini çizen? “Kaderin üstünde bir kader vardır” derdi üstat Sezai Karakoç. Hakikaten kaderin üstünde bir kader var, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır… Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır… Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır, hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır… Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir Çınar vardır, Sevgili en sevgili ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim…
İnsan, Hakikaten sürgünde yaşadığını
anlamak için bu kadar ömrü tüketmesine gerek var mıydı, daha önceki yaşlarda bu
sürgün yerini anlayıp bu sürgünü anlamlı kılamaz mıydı, ne bileyim bazen kafama
takılmıyor değil… Biz sürgün yerini benimseyip, öz vatanı unutan zavallı
varlıklar arasındaki yerimizi, çoktan kendi yüreğimizle onayladık. Ondan olsa
gerek sürgün yeri üzerinde tüm planlarımız, onun için, sürgündeki kaçakların
hepsi birbiriyle düdük yarışına girmiş, kim daha iyi düdük çalar diye
birbirinin düdüğünü imha etme derdinde(!)
Mavi çizgiler belirlemişti aslında,
öz vatanımız ile sürgün yeri arasındaki mesafeyi, ancak biz onları anlamadık;
çünkü bir kez olsun ne anlamı var diye gözümüzü çevirip gökyüzünü temaşa
etmedik, yorgun ve bitap düşen aradığını bulamayan gözlere sahip olamadık…
Daldıkça daldık neyi aradığımızı anlamadık, hep diplere inmeye çalıştık, her
dipten sonra bir başka dip karşımıza çıktı onu da deldik, derken içinden
çıkılmaz bir derinliğin içinde yolu kaybetmiş başı kesik maymun gibi can
havliyle bağırdıkça bağırdık, ancak gökyüzünden imdadımıza gelen bir kader
çizgisi olmadı. Meşhur Platon’un dediği gibi Kaderimizde olanlardan daha
fazlasını yaşamaya başladık, çünkü beyinsizliğimiz sınır tanımıyor, başına
gelenleri kabullenmek zorunda kalıyordu.
Ey kurşuni renkte üstümüze şemsiye
gibi serilmiş gökyüzü; derinliklerindeki mavi çizgilerin anlamını sen bize söylemezsin
biliyoruz, ancak biz o çizgilerin içinde gizli sırları anlamak için, denklemin
neresinden başlayacağımızı bilmiyoruz. Bu denklem hayatımızda kullandığımız
hiçbir denkleme benzemiyor, bazen kararıyor, bazen açılıyor, bir bakıyoruz
görünmez olup bizi içinde kaybediyor, o zaman içinden çıkamayan bizler, hepten
karışıp nereden geçeceğimiz, niçin geçmemiz gerektiğini bu dağınık kafalarla
anlamaz hale gelip kendimizden geçiyoruz. Kendinden geçenler hep gevşemenin
doruğunda olduğu için, atomlarımız birbirinden uzaklaşıyor, kendi dünyamızda
bir elektriklenme gerçekleştiremiyoruz. Ondan olsa gerek hep karanlıklarda
yaşamak oluyor bahtımız. Biz karanlıkları el yordamıyla geçeceğine inanan sürgündekilerdendik,
ama koşarak buraları geçmeyi becermedik ve hep kayarak çamurlara battık, nasıl
yapalım da bu çamurları görüş alanımızdan ve yolumuzdan uzaklaştıralım…
Sürgünde yaşayanlar, ikinci bir
sürgüne mahkûm olunca kendilerine güzel bir isim vermişler, Kader mahkûmu…
Hakikaten sen bizi mahkûm etmek için mi, içinde mavi çizgileri var ettin(!)
Sürgünde sürgünle kendilerini ödüllendirenler, öz vatandan hepten kopma peşindeler.
Ufka yolculuk yaparız her gün Güneşin doğumuyla batışı arasında; yirmi dört
saatlik zaman diliminde Güneşle birlikte koca bir evreni oturduğumuz yerden
gezerek, akşam olduğunda ufukta bırakarak yorgunluğumuzu, geceye bırakırız kendimizi…
Biz bir ufuktan diğer ufka her gün yolculuk yaparız, ancak bir gün olsun kendi
ufkumuza ulaşmayı göze alamayız. Ufkun karardığı yerden gündüze veda eder,
görünmeyen ufukta geceyi karşılamaya başlarız. Ondan biz hep karanlıkları
aydınlık niyetiyle soluyanlardanız, çünkü kaybettiğimiz ufkumuzu, sürgün
yerinde arama derdindeyiz. İşte burada durup kendimizle bir hasbihal edemedik
ondan kendimizi ararken kendimizi kaybettik nerede kaybettiğini bilmeyen bizler,
yine kendimizi kaybettiğimiz karanlık ufukta aramayı tercih ettik. Oysa Hoca
Nasreddin bu konuda bize çok güzel bir örnek olmasına rağmen hala biz bildiğimizden
bir an olsun vaz geçmedik… Anahtarını kaybeden hoca aydınlık bir yerde bir
şeyler ararken komşusu onu görür ve Hocam hayırdır inşallah bir şey mi
kaybettin der. Hoca evet komşu anahtarımı kaybettim, peki hocam burada
kaybettiğinizden emin misiniz deyince, hayır komşu burası aydınlık olduğu için
burada arıyorum diye nüktedan kişiliğiyle hayatta alınması gereken en iyi dersi
verir.
Evet, bizler sürgün yeri özlemi için
kaybettiğimiz değerlerimizi, sürgün yeri içinde gördüklerimizle anlamaya ve
bulmaya çalışınca ne buradaki imkânların bakış açısı, ne sahip olduğumuz
kalibremiz bu haliyle bunları bulacak beceriye sahip olamıyor. Peki, bu
halimizle sabah güneşle birlikte başlayan arayışımız, akşamın ufkunda Güneş
batarken nasıl bulunabilir. Biz karanlığa gark olduğumuzda her şeyimizi
kaybettik. O zaman akşamın karanlığı çökerken arayışımız başlamalı, sabah
güneşiyle aydınlanan şafakta buluşumuz gerçekleşmelidir. Gece aramayanlar
gündüz Güneşinden bir şey anlamazlar. Güneş ufukta süzülmeden, gün tam tepeye
geldiği zaman o ışığın altında bir zerre olan sen titreyip kendine gelemiyorsan,
gün batarken sana nasıl etki eder?
Masmavi çizgiler geçiyor gözümün
önünden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım zaman her çizginin içinde kaderimin
saklı olduğuna yakinen teslim olanlardan olsam da, acaba bu çizgilerin nerede
ne zaman son bulacağını anlayacağım bir denklemi ele geçirebilir miyim diye
kendimi zorlamaktan da alıkoyamıyorum… Çünkü ben haddi aşmaya meyilli bir yaratık
olduğumun bilincinde olduğumdan, sürgün yerini ebedi dergâh edinmek için,
kaderin içinde gizli notları ele geçirmeyi bile hesap edecek kadar haddi aşmayı
da göze almakta sakınca görmeyenlerdenim…(!)
Ufka yolculuk var deseler sürgün
diyarında kimse kalamaz, ancak ufukta kaybolanlar aranıyor dense kimse oralı olmaz.
Her fert ufka yolcu olmaya aday kendini görürken, güneşin battığı ufukta
kendisinin kaybolduğunu hiç anlamak istemez. Oysa kaybolan insanlık aranıyor bu
sürgün diyarında ben sen o; biz siz onlar değil, hepimiz hepimizi arayalım,
yoksa ufuktan batan Güneş bir daha doğmamaya yeminli gibi; her gün bir başka
havada trip atarak geçip gidiyor üzerimizden… Güneşi böyle görmemiştim
yaşadığım gün sayısınca, ağır başlı oturup kalktığı yeri bilir, nerede ne zaman
dinleneceğimizin haberini içindeki ısı ve ışığıyla yollardı bize, âmâ son
dönemde sanki bir an önce gideyim bir daha ufka kadar yorulmayayım dercesine,
ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı, hepsi birbirine girdi, geceyi mi gündüzü mü
yaşadığımızı da bilemez olduk.
Soruyorum benim dışımdakilere günler
nasıl geçiyor diye, vallahi hiçbir şey anlamıyoruz, bir bakıyorum haftanın ilk
günü hemen Cuma geliyor, nasıl bu hızla gidiyoruz bunu bir tülü anlamıyoruz diyorlar.
Anlamadığımız bir yaşamın içinden anlayacağımız günlere kavuşmayı bekliyorsak,
hep bekleyeceğiz, çünkü hayat anlamsızlaştığı zaman, günlerin de anlamı kalmaz.
Anlamını kaybedenlerin hayatımıza bırakacağı iz, neredeyse yok gibi olur. Bize
zamanın nasıl geçtiğini bildiren, hayatımıza bırakılan izlerdir. O izleri kaybettiğimiz
gün, kalp atışları ölen biri için nasıl ki sürekli çizgi şeklinde oluşuyorsa,
hayatı öldüren anlamsızlaştıranların da hayat çizgisi zikzaklı grafik çizmez,
ondan nasıl geçtiğini anlamazsınız. Ölüler zamanı nasıl anlayacaklar. Hayatı
anlamsız olanların, hayatı ve zamanı anlamaları da, mümkün olmayacaktır.
Zaman hayatımıza iz bırakmıyorsa
yaşamamışız gibi çok hızlı gittiğini sanırız. Bu bir zaman algısıdır. Zamanın
hızlı ve yavaş geçmesi nasıl ki, insanın içinde bulunduğu duygusal kalbi ve
psikolojik faktörlere göre ya hızlı ya da yavaş geçiyormuş gibi algılanıyorsa,
insan hayatı da tam burada bulunmaktadır. Sürgün yerinde geçen yaşamımız
anlamlı ise, zamanın kıymetini anlarız ve nerede ne yaptığımızı, hangi zaman
diliminde hayatımıza hangi faktörlerin iz bıraktığını biliriz, ama hayatımız
anlamsız ve gökyüzünden geçen mavi çizgiler bize hiç uğramıyorsa o zaman
sürekli geçen bir grafik çizgisi gibi yaşamdan ve zamandan bir şey anlamayız…
Karadenizli Hızır Acil ’in dediği
gibi, kimi doğuyor kimi ölüyor, dünya dönüyor, hayat devam ediyor… Bu hengâmede
devam eden o hayatı, anlamlı kılmanın yolu, anlamlı bir zaman çizelgesine sahip
olmaktır. Sürgündeki hayatı sevenler, zaman çizelgesini keşfedemezler. Keşfedilmeyen
bir zaman, nasıl ve ne için benimle anlamlı bir arkadaşlık yapsın ki! Zamanın
sahibine yemin olsun ki, aldığınız her nefesten hesap vereceksiniz, bu zamanı
size bağışlayan zamanın sahibi olmasaydı, nefesi alıp geri verme imkânımız olmayacaktı.
Eğer nefes alıp geri verebiliyorsak, o zaman bu an bir geçiştir süredir. Peki,
bu sure, zaman ne için var, banim anlamlı bir yaşamın kollarında zamanın
sahibinin isteği doğrultusunda, bu zamanda bu nefesi nerede nasıl tüketeceğimi anlamam
ve sürgün hayatımı yaşanır ve yarınlardaki öz vatana giderken eli boş gitmemem
gerekir. Bunu anlamamış bir varlığın hayatın içindeki sırra vakıf olması
düşünülemez.
“Sırların sırrına ermek için sende
anahtar vardır”, o anahtar yüreğimin
beynimle reaksiyona geçip, gökyüzündeki mavi çizgilerin anlamını keşfetmesine bağlıdır.
Aydınlık sabahlara ulaşmak için arayışları olan geceler lazım, geceleri aramayanlar,
her gelen aydınlığı karanlığa çevirerek yönlerini kaybederler. Biz, geceleyin
yönlerinizi bulasınız diye samanyolu ve onun üzerinde yıldızları var ettik diyen
yaratıcının bu rahmetine sırt dönenler, Güneşin aydınlığında kaybettiklerini,
gecenin karanlığında samanyolu altında bulamazlar. Geceler kendimize gelmek ve
vicdani sorumluluklarımızı gözden geçirmek için bize ikram edilen bir
rahmettir. Bu rahmeti gazaba çevirdiğimiz hayatta, Güneş her gün doğup akşam
ufka varsa ve sürekli tekrarlanarak devam etse, kendimizde olanı değiştirmedikçe,
ufka hasret kalacağız.
Ufku olmayan geceleri, ufku beliren
gündüzlere ekleyerek yol almak bizim şiarımız, sürgünde olsak ta, öz vatana
gitmeden, hesaplarımız dürülmeden hesapları ayrıntılı yaparak gündüzün
aydınlığında, geceye kalmadan bu yolu tamamlamak tek hedefimiz…”Siz kendinizi
değiştirmedikçe, Allah sizin durumunuzu değiştirmez ”Toplumsal değişimin yasası
bireysel farkındalıktan geçer. Bu yaklaşım bizlerin hayatlarına anlam katması
umudu ve duasıyla, diyorum ki hayat devam ediyor, ”Sabah yakın değil mi?”
Erol KEKEÇ/24.04.2022/01.30