Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin neye inandığını ve ne adına yaşadığını anlamak her geçen gün daha da zor hale geliyor. İnsanlar, çoğu zaman kendilerini belli bir inancın veya ideolojinin çerçevesinde tanımlıyorlar. Ancak, günlük yaşam pratiklerine baktığınızda, o inancın ya da ideolojinin izlerini bulmak bir yana dursun, bu iki dünya arasındaki çelişkiler karşısında hayrete düşüyorsunuz.
Özellikle İslam coğrafyası diye adlandırılan bu geniş topraklarda, insanlar neye inandıklarını ve ne adına yaşadıklarını hakikaten kavrayabilselerdi, bu kadar acı, kan ve gözyaşı bu topraklara demir atamazdı. Ancak bugün, dünyanın bir köşesinde Gazze'de masum bebekler, yaşlılar ve çocuklar bombalar altında can verirken, diğer köşesinde kıpırdamayan, sessizliğe bürünmüş bir ümmet var.
Gazze’de 1,5 yıldır sürekli bir ateş hattı yaşanıyor. Bebeklerin çığlıkları, annelerin feryatları, yaşlıların çaresizlikleri bir kâbus gibi üzerimize çöküyor. Ancak bu kâbusun ortasında bile, kendine “Müslüman” diyen insanların kayıtsızlığı, vicdanları sarsacak kadar büyük bir soruna işaret ediyor. Bir zamanlar mazlumun yanında saf tutmanın bir şeref olarak görüldüğü bu topraklarda, şimdi mazlumları kurtarmak için bir adım atan çok az insan var.
Şimdi düşünelim: Neden? Neden bu kadar uzaklaştık mazlumun elinden tutmaktan? Neden, bu dinin “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye buyurduğu emirleri unuttuk? Hangi menfaat, hangi kırıntı, hangi korku bizi bu kadar sessiz hale getirdi?
Böyle bir düzende, kutsal günlerin bile anlamı yitiyor. Her bayramda insanlar şaşalı kutlamalar yapıyor, sofralar kuruyor, şatafat içinde bir günü daha geçiriyor. Ancak, o sofraların şatafatı, Gazze’de çocukların gözyaşlarına karışıyor. Kendi kıymetli hayatlarını sürdürmek için dünya nimetlerine dalanlar, hangi dinin temsilcisi olduklarını sorgulamalı.
Gazze’nin yanan topraklarında, bombaların gölgelediği çocukların masum bakışları, o sofralarda oturanların vicdanlarını sarsmalıydı. Ancak olmuyor. Mazlumun elinden tutacak eller ya uzanmıyor ya da görmezden geliniyor.
İslam, adı üzerinde teslimiyet dinidir. Ancak bu teslimiyet, zalimin zulmüne teslim olmak değil, Allah’a ve onun adaletine teslim olmaktır. Mazlumların çığlıklarına sessiz kalınan bir düzenin İslam’la bir ilgisi olamaz. İslam, mücadeleyi ve adaleti şart kılarken, biz hangi cesaretle bu şartlardan kaçıyoruz?
Kur’an bize çok açık bir şekilde, zalimin de mazlumun da tanımını yapar. Ancak zalime karşı dilsiz, mazluma karşı sağır olan bir toplum, hangi kitabın şahitliğini üstlenebilir? Hangi kitap, sessizliğin şairliğini kabullenir?
Bugün, çocukların bombalar altında kaldığı, annelerin cesetlere sarıldığı, yıllardır dinmeyen kanın akmaya devam ettiği topraklarda bir soru beliriyor: Biz neredeyiz? Allah’tan cihadı emretmesini isteyen diller, emredilince neden susar? Kaybedeceklerimizi düşünmek mi bizi bu kadar korkutuyor?
Ey ümmet! Bil ki, Allah’ın Resulü, “İnsanların en hayırlısı, insanlar için faydalı olandır” buyurmuştur. Ancak biz, insanların faydasından çok, kendi çıkarlarımızı düşünüyoruz. Bunun neticesinde mazlumları unutarak zalimlere boyun eğiyoruz.
Bu ümmetin kendine gelmesi, yeniden dirilişi ve adaleti tesis etmesi bir zarurettir. Mazlumların yanında olmaktan kaçtığımız her an, zalimin safında yer aldığımızı unutmayalım.
Ayağa Kalk!
Bu bir davettir. Mazlumların yanında saf tutmaya, hakkın ve adaletin şahitliğini yapmaya bir davet. Ey insan, unutma ki ölüm var, hesap var. Ve unutma ki bu dünyanın sahte ışıkları söndüğünce, yanında sadece amel defterin kalacak.
Haydi ayağa kalk ve bu karanlıklara bir son ver. Bu dünya, Allah’ın adaletinin tecelli edeceği bir mahkemedir. Adaleti ve merhameti önce kendi nefsinde başlat ve bu dünyada insan olmanın hakkını ver. Yoksa, yarın öz benliğini ararken sadece pişmanlık bulacaksın.
Bahadır Hataylı/20.12.2024/Namazgah/İST