“Akan su pis tutmaz” derdi eskiler, ancak yeniler şişe suyu içtikleri için akan suyun nasıl olduğunu pek anlamazlar. Bu söz başlı başına bir yaşamın ontolojik temelini dillendirmektedir. Herakleitos, Boşuna dememişti,” İnsan akan bir sudan ikinci kez yıkanmaz” diye. Buradaki akış, hareket ve sürekli bir değişimi anlatmaktadır. Yaratıcı varlığın dışında var olan her şey sürekli bir farklılaşmayı kendi bünyesinde taşır. Ondandır ki, yapısında daima bir farklılaşma göze çarpar. Bir damla su olan insan, ana rahminde gelişmeye başlar bir organizmaya dönüşür sonrasında yeryüzüne gelir, yavaş yavaş olgunlaşarak kendi gelişimi tamamlar. Bu gelişim zirveye çıktığında inişe geçer ve eski haline döner.
Yaratıcı, malın mülkün ve altının tek bir elde toplanarak
orada koruma altında kalmasını istememektedir. Sürekli aynı yerde kalan mal,
gelişimini ve faydasını da imha eder. Allah’ın size verdiği mallarla imkanlarla,
Allah’ın yarattığı imkanları elde edemeyenlerin faydalanmasını sağlayın ki,
mallarınız sürekli bir değişim ve yenilenme sağlasın, yoksa kokuşarak pörsümeye
gideceği muhakkaktır.
Bir buğday ambarına koyduğunuz buğdayın yeri değiştirilip toprağa
ekilmesi ve insanların kullanımına sunumu olmazsa, bitlenerek küflenerek
çürüdüğüne şahit olursunuz. Ancak ambarınızı boşaltır ve insanlara dağıtırsanız
onun yerine hem taze buğdaylar koyarsınız hem de sizin dışınızdakilerin
yaşamlarına katkıda bulunursunuz. Bu durum, yaşamın devam etmesini ve var
oluşunun arkhesine karşılık gelmesini sağlar.
Son üç yüz yıldır insanın hem yüreği hem de yaşadığı evren
çok kirlendi. Bu kirlilik insanlığın yaşamına farklı istek ve karanlıkları da
beraberinde getirdi. Toprağa yerleşik tarım ve hayvancılıkla geçim sağlayan topluluklarda
sahiplenme güdüsü ve yığarak kendisini kurtulanlardan olduğunu anlatmak için
toplumda ifsat kaynaklarına pek rastlanmaz. Kentlerin oluşumlarıyla birlikte
ilk çağlardan beri sınıflaşma ve farklı tabakalarda yer alanların bulundukları
hali etrafa göstermek için imkanlarını da bir gösteriş aracı olarak
kullandıklarına rastlamaktayız. Çünkü kentleşme bir anlamda, gösteriş merkezleri
olarak ortaya çıkmaktadır. Peki neyi gösterecek orda yaşayan insanlar,
bazıları agoralarda kendi oyunlarını sergilerken, kimileri pazarların
sahibiymiş gibi kendi mallarını ortaya koyar, kimileri kendilerini mutlak güç
sahibi gibi, herkesi kendi kontrolüne almaya çalışır ve diğerlerine zulmetmeye başlar.
Böyle olunca kentler bir panayır alanı olarak karşımıza çıkar. Panayır
yerlerinde insanların itibarı sahip olduklarının büyüklüğü ve onları elinde
tutup ne kadar devam ettirdiğiyle ölçülür. Oysa tarım topluluklarında
insanların değerleri, kendi değerlerinden daha üstün tutulduğundan insanların
bir değeri var ve insanlar kendilerini anlatmak için dışardan sahip oldukları
bir imkanla kendilerini anlatmazlar doğrudan kendileri var, Sahip olduklarını
da tasarruflarında olan bir eşyayı el değiştirerek başkalarına da fayda
sağlasın diye sürekli bir değişim ve dönüşüm ortamını oluştururlar. Yani
aylarca evlerinden çıkmadan yaşamlarını devam ettirecekleri yiyecek ve içecek
biriktirmezler. İhtiyaç duydukları anda, onu ihtiyaçlarını karşılamak için
alırlar.
Toprağa yerleşik ilk topluluklarda sahiplenme hırs ve
başkalarını sömürme güdüleri, onları kamçılayacak bir rekabet ortamıyla
karşılaşmadıkları için çok fazla gelişkin olmadığı gibi, onları geliştirmek
için özel çabalara da pek rastlayamazsınız. Ancak kent toplumları, beraberinde ortaya
çıkan sanayi devrimi ve endüstriyel ortamların doğmasıyla bu isteklerin çok
hızlı bir trendle hareketlendiğini görürsünüz. Bu haraketlilik rekabet
ortamlarını oluşturur, ferdi rekabetin dışında ciddi bir toplumsal rekabette
ortaya çıkar. Toplumsal rekabet içinde belli grupların ve cemaatlerin kendi
şartlarını oluşturduğuna ve başka grup ve cemaatlerle yarışacak düzeyde
sahiplik ve aidiyet vasıflarını yarış alanına döktüklerine şahit olursunuz. Bu
sahiplik gösteri merkezleri bir vitrin haline geldiğinde ve farklı insanların da
bu vitrinleri albenisi yüksek, varılması elde edilmesi gerekli bir yaşam gibi
algıladıkları ortamda, mal ve mülk, bırakmamak üzere elde edilmesi gereken bir
değer olarak görülür. Bu algı değişimi ve rekabet ortamının oluşumunda, insanın
yaşam alanlarındaki farklılaşmanın önemli rol oynadığını görmekteyiz.
Sanayileşme ile hızla değişim gösteren kent yapılaşması
yüksek katlı binaların çoğalmasına ve bu binaların belli ellerde sahiplikler
oluşumuna neden olmuştur. Bu bina sahiplerinin artması malın belli ellerde
toplanarak o ellerin dışına akışını durdurmuş ve Devlet bu imkanları
koruyanları her iniş durumuna geçtiklerinde tüm imkanlarıyla onları tekrardan
çıkışa zorlamıştır. Yani Üretim araçları ve imkanların belli ellerde toplanarak
onların dışında kalanlar tarafından rahatlıkla kullanılmasının önüne geçilmiştir.
Böyle olunca değişim durdurulmuş ve kâinatın tam ortasına insanlığın onuru
kazığa çakılmış, kokuşmuş mal ve nesneler insanlığın onurunun üzerine kurşun
gibi dökülerek, sadece mal ve imkanlar algılanır olmuştur. Yaşamın devamını
sağlayan ve yaşam için gerekli olan kazanımlar, bir anda insan ile bulunduğu konumu
değiştirmiş ve insan mal ve nesnelerin çoğalması ve korunması için bir kolluk
gücüne dönüşmüş, insanın değeri insan olmasından çıkmış, sahip olunacak
nesnelere sağlayacağı katkıya bağlanmıştır. Yani insan, insan olarak varlık
sahnesindeki yerini, kendi kazanımlarının değişmezliğine ve büyümesine terk etmiştir.
İnsanın ve onurunun varlık sahnesinden böylesi vahşi bir algıyla al aşağı
edilmesi onun hayrına olmamıştır. Çünkü onu bir nesne olarak kullanacak,
maksimum fayda sağlamasına önem verilen ama minimum hakların takdim edileceği
bir sürüye dönüşümü sağlanmıştır.
Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Covit-19 virüsüyle bütün
bir insanlığın korkuyla kuşatılmasının arkasında o mallara sahip olanların
bütün bir insanlığı nesneye dönüştürme çabalarının hızlanarak zirveye doğru
çıkarken vitese geçmeyen aracın tutukluluk yapması vardır. Bu tutukluluk hali
aslında bütün bir insanlığı dirilterek kendine getirmesi ümit edilirken, daha
bir köleleşmeye doğru nefeslerini tutarak akmayan sudan içerek kendi
zehirlerini kendi oksijen çadırından almaktadırlar. Akan su kir tutmaz demiştik,
akan hava yenilenir ve size daima temiz hava taşır, bu süreç sizin akledebilme
melekelerinizi de canlandırır. Ancak o değişim durursa, sizin zihinsel ve kalbi
uyanış destanı da imha olur ve bir korku sizi sarar, o korkuyla acaba sıra size
ne zaman gelecek tedirginliği ile kendinizi dışa kaparsınız hem elinizdekileri
hem de kendinizi koruduğunuzu sanırsınız. Oysa bu durum sizlerin, evrenin
yaşamının üzerine oturduğu değişimi durdurarak kendi yok oluş fermanınızı
hayata geçirdiğiniz andır.
Konumuzun başında anlatmaya çalıştığımız önermemize yeniden dönersek,
kapital yaşam ağı, insanlığın hayatını kolaylaştırdı masallarının tesirinden çıkarak,
insanlığa nasıl bir imha operasyonu olduğunu anlamak zorundayız. Yani malların
belli ellerde birikerek değişime konu olmaması ve Mülk Allah’ın olduğu halde bu
mülkün belli ellerde birikerek akışının ve faydalandırmasının önüne geçilmesi kâinatın
düzenine yapılan en büyük saldırıdır. Bu saldırı güçleriyle birlikte hareket
etmek elbirliğiyle yaşadığımız evrene ve kâinatın kutup başlarına müdahale etmektir.
Bu kutup başlarıyla oynanırsa ne olur, hemen söyleyeyim öyle bir kısa devre
olur ki, tüm kâinatın ışıkları patlar ve karanlık, bütün bir yaşam evrenini
kuşatır, sonrası hesap günü herkes hesaba durur. Yani İnsanlık kendi saldırgan
ve vahşi tavırlarıyla hesabı yaklaştırır. Ne kadar oburca yiyerek tüketmeye
çalışırsanız o kadar çabuk kasiyere hesaba gidersiniz. Ancak imkanlar
yeryüzünde paylaşılarak herkes arasında dönüp dolaşan bir suya dönerse o su
herkesi faydalandırır. Çünkü su hayattır. Bir malın su gibi herkese akmasını
sağladığımız gün, yeryüzü yeniden canlanacak farklı bir yaşam olacak ve
biriktirilen mallar bir pislik olmaktan çıkacak kimsenin nefretle baktığı bir
canavar olma özelliğini yitirecek ve bir nimete dönecek. Allah’ın mülkünün bir
nimet olması için tüm yaratılmışlar arasında dönüp dolaşan ve gittiği her yere
hayat ve yaşam götüren bir su gibi akmasına katkı sunalım. Bunu yapmaz da her
geçen gün sahip olduklarımızı daha bir korumaya ve kollamaya çalışırsak, şunu
unutmayalım ki, sadece pislik ve leş gibi kokan bu sahiplendiklerimizden
kurtulmak için kendi burunlarımızı kapamak zorunda kalacağız. İçinde
yaşadığımız günler bize bir uyarı olmasını ümit ediyorum…Yoksa herkes hayatı
hakkında verilmiş olan fermanın uygulanacağı gün dışında bir bekleyişte olmasın
derim…
Selam ve dualarımla, Evrenin temizlenmesine ve herkesin mutlu,
huzurlu bir güne berrak ve duru bir zihinle uyanıp, müşfik bir kalple kucak açması
için, akan sudan herkes bir defa yıkansın ki akan su olsun…
Erol KEKEÇ/17.04.2021/23.23