Ülkemizin yaşadığı bu trajik vakaları yıllar öncesinden ülkelerin gelişmişliklerini anlatırken ayrıntılarıyla kendi toplumumuzu örneklendirerek çok anlatmıştım. Hatta bazı konuları internet üzerinden kendi köşemde de defalarca izaha çalıştığım zamanlar olmuştur. Ülkemiz ve Milletimizin sorunlarını çözelim ve mutlu bir toplum olalım diye fikir üretirken kendi yaşamımızı devam ettirecek ekonomik imkânları kazanmakta da gecikmiş olduk.
Bir ülke düşünün ki, her yanı
denizlerle çevrili içinden onlarca tatlı su ırmakları akıyor, toprakları
verimli ve can eksen can bitecek durumda, ilkokul yıllarımda kırsal nüfusumuz
ülke nüfusunun %80 ini oluşturuyordu, geldiğimiz an itibarıyla %5 kır köy
nüfusu kalmış… Diğerleri büyük kentlerin sokaklarında başı kesik tavuk gibi
yaşarken tarlalarımıza fare ve kargalar dadandı, tüm mahsullerimiz kayboldu.
Topraklarımız boş kaldı, çünkü boş kalmasıyla kaybedilen bir şey olmuyor, âmâ
ekimiyle kaybedilen çok şey oluyor…
Bir ülkenin yaşamıyla alakalı ürün
çeşitliliğinin ekimine kendisi değil de bir başkası karar veriyor ve onların
istekleri doğrultusunda ekim dikim yapılıyorsa ülkenin kendisi zaten sömürge
kolonisidir. Sömürülen ülkeler kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkına
sahip olamazlar. Bizim ülke olarak kaderimizi karşı olduklarımız belirliyorsa,
acaba bizi yönetenler bu başkalarıyla nasıl bir ilişki ağı içindedirler diye
sormadan da edemiyoruz. Mesela bir örnek vereyim son günlerde dışarıdan buğday
ithal etmek için alınan karara göre, alınacak buğday fiyatı, sanıyorum 6.200
krş. olarak belirlenmiş. Ancak kendi köylüsünden aldığı buğdaya verilen taban
fiyatı.2.200 krş. civarı olduğu dikkate alınırsa, acaba ülkeyi yönetenler kendi
çitçilerini ne kadar korumuş olurlar. Yoksa bir başkasının çiftçisinin malını
getirerek kendi çiftçisini imha mı eder? Bu uygulamalar iktidarların
değişmesiyle değişen bir durum olmuyor maalesef, her gelen aynı uygulamanın
türevlerini yaparak kendi insanını yaşamdan bıktırır duruma getirmiştir.
1983 yılı ile başlayan renkli yaşamların
cazibe haline getirilmesi, 1989 yılında, o dönemlerde, zirveye taşınmıştı.
Renkli yaşamların çılgınlıkları köy yaşamını etkisi altına aldı ve köylerden
ciddi bir kaçış başladı. Çünkü köylerde merkezden uzak insanların algı
dünyasını yönetebilmek ve onlara istediğiniz bilgiyi istediğiniz hale getirip
sunmak için, sizin kontrol alanınızda olması gerekirdi ve de öyle yapıldı.
Merkezlerden uzak yerler merkezlere taşındı, kapitalizmin kıskacında can
çekişen yaşamlar ideal hayatlar gibi sunuldu, ülkenin her insanı kayıtsız
şartsız kapitalizmin iyi bir tüketicisi olduğunu kanıtlamak için, onların
ürünlerine bir ömür boyu taksitle abonman oldu, aldıkça aldı, taksit sayısı
azalınca bir başka taksitle, taksitler arasında boşluk bırakmadı. Yani şehre
gelmiş olmanız sizi mutlu yapmadı, mutluluğunuzu elinizden aldı, mutlu olmak
için elinize bir elmalı şeker verdi, yedikçe yiyesiniz geldi ama bir türlü haz
doyum eşiğine sizi ulaştırmadı. Böylece hızlı bir trende giren yaşam
serüveniniz, sizi bulunduğunuz ortamlara uyum sağlama zorunluluğuna soktu. Bu
giriş o dalış sizi sizden aldı ve sizi mutlu edecek sizin dışınızda, size sizi
tanıtacak unsurları aramaya sizi götürdü. Hala arıyorsunuz ama bir türlü
kaybettiğiniz kendinizi bulamıyorsunuz. Şehrin en ücra köşelerinde, dar ve
karanlık loş sokaklarda, bazen çok ışıklı geniş caddelerde, çoğu zaman
şehirlere yolcu taşıyan otobüsten inenler arasında ararken kaybedilen sizi,
sizin kendi içinizde olduğuna hiç ihtimal vermiyorsunuz, hep dışarıda kendinizi
aradınız; onun içinde köyünün evlerinde seni sana hatırlatan baykuşlar yuva
kurdu o viranelerde… Gelinen noktada Baykuşlara mı bırakacaksınız yoksa
yasınızın tutulmasını…
Böyle başlayan şehirli olma sevdamız
meğer yalanmış, biz köylü olmaktan hep mutluyduk ama birileri bize siz
şehirlisiniz, maaşlarınız olacak, her eve para girecek eksik malzemelerinizi
alacaksınız, yaşam hızlı bu hızlı yaşama sizler de katılmalısınız, hep köyde
olmakta nereye kadar gibi sözlerle, bizi bizden çok düşünerek beynimize tecavüz
edip, duygularımızla bizi savaştırdılar. Bilirsiniz duyguların savaşında
taraftar toplamak çok kolay olduğu için, aklımız duygularımıza yenildi ve
duygularımızın vermiş olduğu gazla, biz bu şehirlerin oksijensiz gaz kokularını
soluyarak oksijen tedavileri görecek yaşamlara şükür(!) gelebildik…1995’li
yıllara geldiğimizde bu süreç o kadar ilerlemişti ki, ondan geriye dönüş
zillettir dercesine kendimizi kaptırmış, toplum olarak zıvanadan çıkmış, AB
diyerek o yolda can vermeye hazırdık(!)…Şimdi verdiğimiz o canlarımızı arıyoruz
ama bir türlü onlara tekrar kavuşamıyoruz.2000’li yıllara geldiğimizde artık
düşlerimiz gerçek olmuş elimizdeki imkânlarımızı da hepten kaybetmiştik, ama
ülkenin durumunun çok iyi olduğunu, bu günkü gibi söyleyenler vardı. Bir esnaf
o kadar içine işlemiş ki, dönemin başbakanının önüne, sayın başbakanım ben bir
esnafım, ben bir esnafım diyerek, yazar kasasını fırlatacak duruma gelmişti…
İnsanların mutlu yaşamlarını şehrin kâbusuna kurban eder, köylerini
boşaltırsanız, onun canhıraş yakınmalarına cevap verecek yüzünüz olmaz.
Bu yaşamlar, batıdan gelen acı
reçetelerin uygulanmasıyla insanımızı yaşamından nefret ettirdi. Ve kendisiyle
barışamaz duruma geldi. Kendisiyle barışması zor olan bu insanları, toplum
olarak barışık yaşamaya hangi güçle ikna edebilirsiniz öyle bir marifetiniz
varsa, uygulayın da görelim bakalım… Yani diyeceğim o ki geçmişten beri devam
eden, öldürme süründür, canlı bırak yaşatma taktikleriyle bu millet canından
nefret eder duruma getirildi. Son 20 yıl içinde çok hızlı bir döneme girdik,
değer sistemlerinden tutun, yaşam dinamiklerine ve onların üzerinde şekillenen
oluşumlara kadar her taraf batı kasırgalarının kapsam alanına girdi. Şimdi
yaklaşana aşk olsun, dokunanı kavuruyor ve dokununca kendinizi ondan
kurtaramıyorsunuz; yangın sizi içine çekiyor, ne tarafınızın yandığını bile anlamıyorsunuz.
Sonuçta kömüre dönmüş bir kadavra olmanıza rağmen, hala yaşadığınıza da
inandırılmış olmanız başka bir trajedi…
Devlet, kendi halkına doğruyu
söylemekten kaçınır duruma gelebiliyor, bazı uygulamalarının altında yatan
gerçek sebepleri gizleyerek, kendi insanının elindeki imkânların yok olmasını
kendi eliyle yapabiliyor. Geçmişte bir kuş gribi vakası yaşanmıştı, dönemin
malı-ye bakanının çocuğunun tavuk çitliği ile bir başkasının kümesleri sınır
olmasına rağmen Malı-ye bakanının çocuğunun çiftliğine hiç uğramayan girip, yan
ve bitişik komşunun tüm tavuklarını kuşattığı için hepsi devlet eliyle itlaf
edilebiliyordu. İsrail’in ürettiği ebter olan tohumları çiftçiye vermek için,
çiftçinin geçmişten günümüze gelen tohumları tescillenmediği için kullanımına
yasak getirilebiliyordu, neden diye sormayın çünkü İsrail bu işlerin en iyisini
üretmişti,(!) bir daha ekemiyorsunuz, sizin yorulmanıza gerek yok istiyorsunuz
o size yolluyordu; yani her şey sizin için yapılıyordu… Tohumda planlama süreci
başlamıştı modern tarım yapılacaktı, az masrafla çok fazla ürünler alınacaktı…
Alındı belki doğru, ancak o tarım alanlarında çalışanlar şimdi şehirlerin
uyuşturucu trafiğini yönlendirenlerin elinde bir kurban, ya da çok parası
olanların masasında gece hayatlarının bir mezesi olarak tüketilmektedir.
Şehirli olduk hayat değişti, eskiden bunlar var mıydı diyenler, bazen
çıkabiliyor; hakikaten bunlara bu kadar şahit olmadık çok doğru söyleniyor…
Çiftçiye tarım alanlarını boş bıraktırarak, onları destekleme adında
dilenciliğe özendirmek ve bu dilencilikten memnun olanların da bir daha o tarım
alanlarının içine girmeme isteği, sahiden nasıl oluştu sanıyorum bilenler
vardır.
İç Ege ve Batı Akdeniz bölgesinde
İsraillilere özel tohum üretme merkezleri için yerler vererek onların o
alanlarda kontrollü GDO’lu tohumlar üretmesine müsaade eden devletimiz, aynen
bu gün olduğu gibi ticari mekanizmaların kontrolünü yapmadığı ya da yeterli
yapamadığı için, bu kuruluşlar milleti canından bıktırır duruma getirdi. O
tohum üretme çiftlikleri adı altında kurulan İsrail laboratuvarları tohumları
orada sadece deneyebilecekken, ne yazık ki, farklı bölgelerdeki seralara büyük
paralar vererek onları kiralayıp, normal üretimmiş gibi, yasak olan o tohumlardan
ürettiği ürünleri bu topluma satarak, insanlar onu yedikçe istekleri değişti,
algıları değişti, menfaatperest bir topluma dönüştü… Geldiğimiz noktada üreten
insan değil, edece bekleyen ve birilerinin kölesi olmaktan mutlu olan ve onun
müsaade ettiği imkânları kullanmayı insan olmak sanan, bir toplum türevi ortaya
çıktı. Dışarıdan gelip birisi onların tezgâhlarını işletmese kendisine yetecek
üretimi yapmaktan kaçınan zavallı durumuna sokulan bir nesil inşa edildi…
Bunların tümü, gıdamızın bozulmasına göz yuman, bizi korumak zorunda olanların
destekleriyle başımıza geldi. Bunlar bir iddia değil, yaşam alanlarından elde
ettiğim ve çoğuna şahit olduğum bulgulardan yola çıkarak yaptığım
yorumlamalardır. Bu ülkenin buğdayı kendi insanına yetmiyorsa, sözlerin tükendiği
yerde yaşıyoruz. Eskişehir Bölgesinin şeker pancarının şeker oranı %70’lerde
olduğunu biliyorum yani rekoltesi en yüksek yer şeker için, peki buna rağmen
neden Eskişehir bölgesinde şeker üretimi kotaya tabi… Bütün bu örnekler
gösteriyor ki, biri bizi dikizliyor evinde yaşıyoruz, burada bizi düşünenler de
o programın yapımcılarına hizmet eden elamanlar olmalılar ki, bu kadar kötülüğü
bize reva görmüş olsunlar…
Kendi çiftçisini ve köylüsünü korumak
isteyen ve üretim yapanları özendirmek ve teşvik etmek için onlara kolaylıklar
yapılması gerekirken, sürekli önüne barikatlar kuran, hangi anlayış toplumsal
kalkınma yaptığına bizi inandırabilir. Bir ülkenin teknolojik gelişmesinin
önünde engel mi ki tarımsal üretim, sürekli patates soğan yok, neden sebze meyve
bu kadar pahalı diyenlere karşı hemen söylenen söz, iha ve siha’lar önemsiz
mi, siz bunları hala anlamadınız mı diye karşı çıkılır. Hakikaten ben
anlamadım. Bir toplum fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve onunla
ilgili gelişmişlik seviyesi yerlerde ise başka gelişmeleri anlatması bile
abesle iştigaldir. Hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmayacak kadar önemli ve
değerlidir. Bu önemi anlayamayanlar saman mı, İHA’mı diye insanları birinden
birine tercih yapmaya zorlayanlar var ya, işte onların ta kendisi olsa olsa bir
çuval saman olur…
İnsanların açlıkla baş başa kaldığı
bir yerde tabi ki önemli olan gıdadır. Âmâ kendilerini savunmak ve varlıklarını
devam ettirmek için yapılan üretimlerin hiçbirisi değersiz değildir. Ancak
bunları yapamadık veya bunda eksiğiz ama bakın biz İHA’lar yaptık demek yaşamla
bir çelişki oluşturur. Biz bir tarım ve hayvancılık ülkesiyiz topraklarımız
buna müsait. Bunları en güzel şekilde yapıp diğer ülkelere örnek olmak
zorundayız. Ancak biz tarım alanlarımızı imara açarak, oralara bina dikerek
insanları oraya taşıyıp oraları doldurup, sonra onların karınlarını nasıl
doyuracağımızı bilmeyecek kadar da gerçeklikten uzak yaşayıp, en iyi
bilenlerdeniz.(!)Ülkenin tüm verimli alanlarını ve zeytinliklerini imara açıp
oraları önce kamulaştırıp, sonrasında imar verip satarak büyük rantlar elde
ettiğimizde, bir üretim mi yapmış oluyoruz, yoksa yaşadığımız alanları göz göre
göre imha ederek kendimize cehennem mi hazırlıyoruz. Doğayla savaşanlar hep
kaybetti ve kaybetmeye mahkûmdur. Son ağaç kesildiğinde, son tarlaya binalar
dikildiğinde, köydeki son ev şehre geldiğinde, uçan kuşlar bu toprakları terk
ettiğinde; işte o gün hiçbir beşli çete kazandığı kâğıt parçalarının
yenmediğini anlayacaktır.
Geçtiğim her yerde bir beton yığını
görmekten nefret eder oldum… Bu beton yığınlarının olması için her gün yasalar
çıkarıp arazileri onlara peşkeş çekenlere aynı nefreti taşımıyor değilim…
Geçmişte Sarf edilen bir sözü bu günkü yazının içeriğine binaen, kullanmak
istiyorum…”Biz ülkemizi pazarlıyoruz ”dendiği zaman çok sorgulamıştım kendi
çapımda; baktım ki hakikaten ülkemiz pazarlanmış… Kimilerinin zehir yaymasına,
kimilerinin beton çöplüğüne çevirmesine, kimilerinin kimyasal atıklarıyla
mikroorganizmaların yok olmasına sebep olmasına, kültürel etkileşim ve küresel
göçlerle değer sistemlerinin yerle bir olması için, her ortamdan gelenlere
uygun bir zemin haline getirilen ülke toprakları hakikaten pazarlanmış oldu…
Ülkenin tanıtımı anlamında bir pazarlama ağından söz edebilmemiz için, ülkenin
ithalat ve ihracatı arasında çok ciddi uçurumların olması gerekir. Yani
İhracatın yanında ithalatın lafının bile olmaması gerekir ki, o ülkenin
hakikaten tanıtım anlamında pazarlanmış olduğuna inanalım… Oysa bizim ülkemiz
bizim dışımızdakilerin rahat yaşayacağı ve rahatlıkla girip çıkabileceği cennet
olurken, bizler için biyolojik yaşamın devamında bile zorluk çekilen bir üstü
açık hapishaneye dönmüş oldu. Tüm bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin her
karış toprağı şehit kanları ile sulanırken böylesi pervasızca bu topraklara
yapılacak kötülükleri içim kaldırmıyor ve kalbim dayanmaz olduğu için
yazıyorum…
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme
tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı… Her karış toprağı kan ile
sulanmış bu vatanın, bir taşı öksüz ve yetim kaldığı zaman, yüreğime hançer
saplanıyor gibi içten gelen acıların vermiş olduğu sarsıntıya dayanmak çok güç
olduğundan, dışarıya aktarıyorum acılarımı ve sizlerle paylaşıyorum. Ülkemizin
genetiği ile oynandı, insanlarımızın davranışlarına bakarsanız hırs ve
ihtirasları o kadar hamuta kalkmış ki, onların bu coğrafyanın ürünü olmadığını
anlarsınız. Her yanımız delik deşik neresinde köstebek, fare, kösnü ve kirpi
yuva yapmış anlamaz olduk, güven ve eminlik bitti, her an nerden nasıl bir saldırıya
uğrarız hesabıyla yolda yürür hale geldik, belli bölgelerde… Oysa biz köyümüzde
evimizin kapısını hiç kapamamıştık, yaz günleri dışarda tahtın üzerinde
yatardık, ama şimdi köyümüzde evin kapısını örtmeyi bırak, kilitleyerek
yatıyoruz. Nerden nasıl bir tehlike gelecek acaba diye endişelerle yatıp
farkında olmadan uykuya dalıyoruz. Çocukluğumda traktörün römorkunda yatar
gökyüzünde yıldızları seyreder, kayan yıldızlardan hangisinin benim yıldız
olduğunu hayal ederken tefekkür âlemine dalar; yaratıcının o gizemli sırrına
vakıf olurken rahmetini iliklerime kadar hisseder pamuk tarlalarında kimse
görmesin, belki ayıp olur diye gizli gizli namaz kılmaya giderdim… Oysa evde
Babam annem namazlarını kılardı; ancak ben beş yaşında bir çocuk olarak o
ibadetin büyüklere has bir davranış biçimi olduğunu sanırdım… Ne zamanki
algılamaya başladık o zaman babam Rahmetli bize Kuran’ı Kerimden bazı küçük
sureleri ezberletmeye başladı. İşte o zaman hayatın anlamı daha başka bir tatla
ortaya çıkıyordu. Kış günü her taraf ekin tarlaları, çevre köylerden hayvanlar
gelip onları yemesin diye kardeşimle ben hayvanları tarladan kovalamaya
giderdik. Merhum babam bizi motive etmek için kim erken gelirse diğeri
gelinceye kadar ona bir dua öğreteceğim derdi, biz o heyecanla ekin
tarlalarında hiçbir şey bırakmazdık, günde en az onlarca seferimiz olurdu…
Hatta hiç unutmam Sübhanekeyi, kardeşim bana yetişinceye kadar, ben erken gelip
onu ezberlemiştim…
Geçmiş mutluluğumuzu köyümüzün
çamurlu yollarında, dere kenarındaki söğüt ağaçları, sazlıklar ve kamışlar
arasında bıraktık, gökyüzü biz onu unuttuğumuz için bize kırıldı gülmüyor artık
yüzümüze… Ülkemizi pazarlayanlara sesleniyorum, Gökle yer arasını ayırırsanız
gök ağlamaz, yer hasret çeker gözyaşları onu diriltmez ve hazan rüzgârı eser
üstümüzden bir bakarsınız ülkemizin her taşında viranelerin yasını tutan
baykuşlar öter olmuş… Bizim ocağımıza baykuşların yuva kurmasına müsamaha
gösteren her kim varsa onların hepsini yaradana havale ediyorum ve sizlere olan
muhabbetlerimle satırlarıma son verirken sizleri, en güzel günleri
yaşayacağınız ülkemin topraklarında umutla ve huzurla yaşayacağınız günlere
kavuşmanızı rabbimden temenni ediyorum… Aydınlık yarınlara hep birlikte
kavuşmak aşkıyla…
Erol KEKEÇ/07.03.2022/01.03