Bu Blogda Ara

30 Mart 2021 Salı

DİJİTAL ÇAĞIN AKLA BÜYÜK İHANETİ

 Aklın kızağa çekildiği duyguların kazıktan boşandığı ortamlarda insan seçenek aramayı bırakır, duyguların çekim merkezinden kendisine bir post edinmeye bakar. Duygular çok mu kötü, insanlarda estetik bakış ve hayranlık istekleri oluşturabilir diyebilirsiniz…Doğal ortamında yaşayan varlıklar için bu dediklerinizin doğruluk payı çoktur. Ancak kendi doğasıyla savaşan bir canavarın yaratıldığı ve o canavarın zincirlerinin de karanlık dehlizlerde avını bekleyen yırtıcı timsahlarda olduğu çağda bunların hiçbir geçerliliği kalmaz.

Aklın korkusu o kadar etkili ki, çekim alanına giren herkeste korku nöbetleri oluşturmakta…Bu korku nöbetlerinin geleneksel paranoyak bir sürece dönüşme endişesi, bu nöbet yaşayanlarda ciddi arayış ortaya çıkarmaktadır. İşte, bu arayış sonrasında verilen kararlar, aklın kızağa çekilmesi hatta kullanım alanı ve kendisine yeni manevra alanları oluşturmaya çalışırsa, kızak daha şiddetli boyut kazanarak bir kazığa dönüşebiliyor. Kazıklar da etkisiz kaldığında küresel bir mikropla uyuşturularak işlevsiz kılınarak, duyguların esiri olan bir yaşam baskın duruma sokuluyor. Son iki yıldır, Corona muhabbetiyle yaşadıklarımız tamamıyla dizginlenemeyen ve sonrasında bağlanılan kazıkları söküp atan aklın yeniden bir tuzağa çekilerek işlevsiz kılınma mücadelesi olduğunu bilmek gerekir.

Bu kadar uğraşlar, Rasyonel çağda yaşıyoruz herkes aklı kullanmalıdır diye dillendirilen solo şarkılar yalan mı peki diyeceksiniz biliyorum. Ben yalan veya yalan değildir demiyorum fotoğrafın bu olduğunu bu fotoğrafı yorumlama ve kritiğini insanın kendisi yapması gerektiğini düşünüyorum. Bu fotoğrafı yorumlamaktan aciz ve fotoğrafın üzerindeki resmi nasıl görmek gerekiyorsa o beklentiler doğrultusunda anlıyorsanız fazla söze gerek yok, zaten kendi aklınızın imha olduğunu kendiniz ortaya koyuyorsunuz. Eğer insan kendisine sunulan herhangi bir konuda ne isteniyorsa o doğrultuda beyanda bulunuyor, bağımsız kendi içgüdülerini konuşturup akıl süzgecinden süzerek görüş beyan edemiyorsa, aklının işlevsel olup olmadığını yaptığı yorumlardaki debi gücüne bakarak kendisi karar verebilir.

Çağımızda duyguların işlevi daha çok toplumsal davranış kalıplarıyla kendisini ortaya çıkarıyor. Toplumsal davranışlar genellikle sürü psikolojisinin yansımalarıdır. Bu ortamların en karakteristik yanı aynılaşma ve farklılıkların giderek azalması hatta zamanla tamamıyla ortadan kalkmasını beraberinde getirir. Aynılaşma, yaşamda, görmede, konuşmada, giyimde kuşamda yemekte evlenmede, çocuk yetiştirmede vs. aklınıza gelebilecek topluluk yaşamlarındaki her türlü özelliklerde kendisini gösterir. Bu ortamlarda ortak uyaranlar çok etkileyici bir güce sahiptir. Ferdi ayrışmalar yok denecek kadar azalır, hatta bunlar bir tehlike olarak görülür. Ferdi farklılık gösterenler kendi yaşamlarıyla ilgili rehabilitasyonu kendileri yaparak topluma bir an evvel uyum sağlamaya çalışırlar. En parlak sloganları da toplum sana uymuyorsa sen topluma uyacaksındır. Böylesi zihin uyuşturmanın salgısı insanın kendi içinden gelen bir salgıya dönüşmüşse, aslında orada akıl komaya girmiş demektir. Peki aklın komada yoğun bakım ünitesinde kendi kaderine terk edilerek cenaze merasimleri hazırlıklarının yapıldığı dijital bir çağda, onun yerini alacak başka mekanizmalar geliştirilmesin mi? Elbette geliştirilmelidir hatta geliştirilmiştir de…

İçinde bulunduğumuz dijital çağın en belirgin yanı, duyguları depreştirmesi, aklı ölüme mahkûm etmesi, âmâ aklın insanın hayatında ne kadar önemli olduğunu anlatarak, kendisinin küresel bir din ve yaşam tarzı olduğunun açığa çıkmasını gizlemeye çalışmasıdır. Dijital çağ, sürüleşen varlıkların duygusal refleksleriyle yaşam alanlarında, hızlı yaşa ve çabuk haza ulaş, gerisini sorgulama ye iç yat ve önündeki ile mutlu ol, zamanı hep benim belirlediğim sanal diye sunulan, aslında gerçek olan o yaşamın vazgeçilmez uyuyan bir neferi olmanı istemesidir. Bu süreci başardığını söylemek mümkündür, bu süreç başarıldığı zaman geriden gelenlerin daha çabuk sindirilmesi sağlanır. Bugün dünyanın her yanında uyarıcılar aynıysa, insanların akıl alanında aklın belirlediği rotada yaşam sürdürdüklerini söylemek mümkün müdür?

Dijital çağın etkisinin gelecek kuşaklar üzerinde daha yoğun olduğunu hepimiz konuşmaktayız ama neden öyle bir ortamın oluştuğunu ve sebeplerini ortaya çıkarmak için tutarlı ve kararlı adımlar atmada da bir o kadar başarısızız. Gelecek kuşaklar aslında sürü psikolojisinden uzaklaşmak isterken, farkında olmadan teknolojinin yönettiği ve soru sorduklarında karşılığını alamayacakları bir gücün elinde sürü haline gelerek paçavraya dönmüştür. Teknoloji dediğimiz yapay zekadır. Yani insanın zekasını esir alarak insan için kararları kendisi vermekte hatta onun adına düşünmekte, nerede hangi hamleyi yapacağını o karar vermektedir. Böylesi basit ve sıradan bir nesnenin canlı varlıktan da öte insan hayatına hükmederek, herkesi aynı hizada buluşturup hepsini kendisine boyun eğdirdiği bir ortamda insan kendi başına kararını verdiğini söylese ne kadar inandırıcı olur. İnsanın insanlığını kaybettiği çağın giriş kapısındayız, ya bu kapı herkese açılacak herkes nesnenin kulu kölesi, ekranları da kendi cenneti sanarak cehenneme yuvarlanacak, ya da bu kapının dışında farklı seçeneklerin olduğunu ortaya çıkarıp insanlık için o alanları daha cazip duruma getirip, insanların bilinçli ve idrak ederek o alana yönelmelerini sağlayacağız. Zaman çok hızlı geçiyor, yarınlar geç olabilir demeyeceğim, saniyelerin çok önemi var; bu konuda her sorumluluk sahibi bilim adamının fizyolojik yaşam mücadelesinin ötesinde, insanlık için faydalı bir adım atmasının zorunlu olduğu çağda yaşıyoruz. Güneş batmadan vakti değerlendirmek elimizde, gün battıktan sonra herkesin horul horul uykuya dalarak, daldıkları uykunu
n hazını çıkarırken onları çuvaldızla uyandırmak bile güçleşebilir.

Bireysel tercihler yaptığını zanneden nesil, aslında seçeneksizleştirildiğini bilse kendisine gelecek ama o da elinden alındı. Tüm insanlığın ekran başına taşındığı bir zamanda hala insanlar için farklı seçeneklerin olduğunu söyleyenler varsa bu iddialarını yaşam alanlarına taşımaları ve bir yaşam tarzı olarak örnek oluşturmaları zorunludur. İnsanlığın ekranlarda sevgili, dost, eş, aş, oyun haber vs. aradığı ve buradan aldığı bilgilerle mutlu olup, başka alanlara kendini kapayarak bir yumak kirpiye döndüğü ortamda size kalan ancak kirpinin dikenleri oluyor. Yani anlayacağımız tek bir uyaran dünyayı ayağa kaldırıp tekrar oturtuyor rahat ve hazır ola geçiriyor. Böylesi güçlü bir uyarıcı ancak ve ancak duygulara hitap ederse kazanır. Akla hitap ettiği zaman kritik sorgulama ve analizlerle hem zaman kaybeder hem de akıldan geri dönebilir. Onun içindir ki dijital çağın tüm araçları aklı kızağa çeken ama duyguları son hızla yarış alanına iten ve çeken araçlardır. Yani bu çağın, dünyanın bir köy haline getirilerek itirazsız, bir tuşa dokunmayla emir komuta kademesindeki gibi bir yaşama insanlığı sürü olarak taşıdığı çağ olarak tarihe damga vuracağı kesin.

Aklın yerini duyguların aldığı ve freni patlamış bir araç gibi önüne gelen her şeyi ezerek geçen, bu nesli yeniden istikamet üzere dosdoğru ayağa kaldırmanın yolu önce kendimiz olmaktır, sonrasında kullanılmayan kızaktaki aklı, o kızaktan alıp hayatın rotasına yeniden oturtmaktır. Bunu başarabilenler tarihin yönünü değiştirecek enerjiyi yenden yaratacaklar, diğerleri tarihin akışı içinde yok olup gidecekler…Dünyanın nüfusu kendiliğinden dijital çağın patronlarının isteğine uygun hale gelecektir. Bu süreci delmek için hep birlikte aynı uyarandan etkilenen bir kitle tortusu olmaktan çıkıp, akli idrak ile yeni ışıklar ve yeni yolla insanlığa umut saçacak bir yaşamın aydınlığına şahitlik yapacak duruma gelelim.

Erol KEKEÇ/30.03.2021/01.24

29 Mart 2021 Pazartesi

SAVUNMA SENDROMUNDAN SAVUNMASIZ YAŞAMA

 Liyakatten ne anladığımızı sorgulamaya gerek yok sanırım. Çünkü her anlayışın liyakat anlayışı kendisine destek veren eş, akraba ve yakınlarını milletin sahibi olduğu kurumların başına getirmektir. Böyle olunca da devlet, devlet olmaktan çıkıyor, her siyasal partinin arpalıklardan istifade etmek için bir an evvel devir teslimin kendisine gelmesini bekliyor. Ülkenin politikası ülkenin nasıl daha iyi yönetileceği üzerine fikirler geliştirme ve halkı mutlu etmeyi amaçlayan motivasyonu yüksek fikir ve eylemleri barındırmaktan çok uzaktır. Bir kurumun yönetimine gelenlerin ilk icraatları yolda birlikte nasıl götüreceklerini hesap ettiği adamlarını yanına almak oluyor. Dolayısıyla her gelen bu süreci iyi takip ediyor ve kimse kurumların hakkını verecek ehliyet sahiplerini oralara getirmeyi asla düşünmüyor. Böyle olunca orada arada bir ehliyetli kalmış olanları görürseniz o işi ondan başka çözecek biri olmadığından zorunlu kalış ya da o ortama uyum sağlamıştır.

Mekke’nin fethi sonrası dışarı çıkınca Abbas ve Hz. Ali’nin Kâbe anahtarlarının kendilerine verilmesini istemeleri üzerine Resûl-i Ekrem, Osman b. Talha’ya dönerek bir zamanlar Kâbe anahtarları konusundaki konuşmalarını hatırlattı. Ardından da Kâbe anahtarlarını ona ve amcasının oğlu Şeybe b. Osman’a verip bu anahtarların kıyamete kadar kendilerinde kalacağını söyledi. Bu örnek Allah’ın resulünün emaneti ehline verirken yakınına değil, o işin ehline nasıl teslim ettiğini anlamayanlar, liyakatin ne olduğunu asla anlayamazlar.

Yaşadığımız bugünlerde ülke gündeminden düşmeyen şahsın bulunduğu konum dikkate alındığı zaman ne kadar da ehliyetli kişilere makamların teslim edildiğini görmekteyiz(!)Bu olayın açığa çıkması sonrası şahsın kendini savunurken söylediği bu Kokain değil, pudra şekeri ifadesi tam liyakatsizliğin dip noktasıdır. Bu durum olamaz mı elbette olabilecek hadiseler, insanoğlunun olduğu yerde her şeyi söylemek mümkün, ancak işin ehli ve liyakati dikkate alınarak bu makamlar teslim edilseydi, bunları görmek ve sonrasında savunur durumda olmak mümkün değildi. Ülkenin yönetim alanları ve hiyerarşik yapılanmalardaki mevkilerin dağıtımında horca kullanılan bir anlayışın olduğu inancındayım. Bu işlerden sorumlu olanlara kendi firmalarında bu insanlara bir makam verir misiniz diye sorduğunuzda asla bu adam o işleri nasıl yönetecek, özel sektör farklı diye cevaplar alabiliyorsunuz. Milletin emanetinin bir önemi olsaydı bu makamların nasıl daha hassas korunması gerektiğini görürdük. Liyakat ehlinin söz sahibi olmadığı, ehliyetsiz ve güvenden yoksun olanların kamu alanlarının sorumluluğuna sahip olması demek o toplumun başka bir kötülük aramasına gerek yok demektir çünkü bir toplumun ifsatı için ehliyetsiz ve güvensiz kişiliklerin mevkilerde söz sahibi olması yeterlidir.

Öyle zamanlar oldu ki, bu ülkenin meclisinden vekil olan bir şahsın,” Allah demiyor mu akrabalarınızı ve yakınlarınızı koruyun” diye biz de ayete uygun davranıyoruz farklı davranmıyoruz diyecek kadar pişkin ve yüzü kızarmayan laflar edenlerine şahit olduk. Bu anlayış toplumsal bir gelenek oluşturdu. Ülke yönetimine gelen her politik anlayış, kendi doğruluğunu kendisinden öncekinin yapmış olduğu olumsuzlukları göstererek kanıtlamaya çalışmakta. Bu tür basit ve sıradan anlayışlar çok karmaşık bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Yani toplum, her gelen politik anlayış kendi yakınlarını iş başına getirecek liyakatli olsun olmasın fark etmez bu bir kaderdir şeklinde bir anlayışa bürünmektedir. Böylesi karanlık bir yaşam örgüsü o toplumu öyle bir kuşatır ki doğru ve güvenilir olanların gelmesi mümkün olmaz, gelenler olursa da onlar yaratanın bir rahmeti ve mucizesi olarak bilinir. Hatta gazetelerde boy boy gösterilir, geçmişten bugüne, bugünden yarınlara bir efsane gibi anlatılır durur. Nedeni ise, olumsuzlukların bir kader olduğuna teslimiyet, iyiliklerin ise bir mucizeye bırakılmasıdır.

Eğer bir toplum olumsuzlukların ve kötülüklerin bir kader olduğuna inanacak kadar kendi tarafından bir yanlış olduğu zaman onu nasıl gizleyeceğini ama farklı taraftan aynı yanlış olduğu zaman üzerine katarak büyüterek anlatmaya devam ediyorsa, o toplumda yaşam, karanlık oyun kurucuların istek ve beklentilerini çok kolaylaştırır. Çünkü kendilerini içselleştirmiş bir halk olduğundan, yanlışları doğru gibi tüketecek beyin fukaralarının, bunların yaşamalarına kendilerini feda edecekleri zamanlara gelinmiştir. Bu sürecin doğru bir ölçekte değerlendirilmesinin yapılmadığı ve gece ile gündüz arasındaki o keskin çizginin ayırt edileceği bir ortam yakalanamayacağı için mazlum olduğunu söyleyenler, mazlum olma vasıflarını kaybeder ve kötülüklerin yayılmasına katkı sunan bir taşıyıcı zalim durumuna geçerler.

Ülkemiz gerçekliğini dikkate aldığımız zaman, karanlıkların tarih boyunca bu ülkenin insanlarının bir kaderi olarak sunulmasındaki en etkili ve belirleyici faktör, yanlışları onaylayanın halk olmasından kaynaklanmaktadır. Halk, kendi arasında rekabete girişmiş ise, karanlık oyun kurucular galibiyete çok yakın demektir. Her oyun kurucu kendi taraftarını oluşturmadan sahaya inip aktif oyununu oynamayı düşünmez. Onları destekleyen ve yalnız bırakmayan hatta sadece bağırmak ve küfrederek cinnet yaşamaktan başka bir kazancı olmasa da onların arkasından gittiklerinde psikolojik bir rahatlama yaşıyor ve kendilerini terapi olmuş gibi hissediyorlarsa, bu toplumlar hep ezilmeye mahkumdur. Çünkü onların rahatlaması, toplumsal terapi gösteri sezonunu arada bir atlatmalarına bağlıdır. Bu kaotik yaşamdan onları kurtarmaya çalışırsanız, onları çok ciddi bir travmayla karşı karşıya getirirsiniz ve sizin mesajınıza alışamazlar. Alışamadıkları için de sizlere bir kulp takarak doğmadan sizi imha etmeyi de bir görev ve sorumluluk bilinciyle yaparlar.

Toplumsal algılar değişmeden liyakat ve ehliyet gibi değerlerin de yerine oturması mümkün değildir. Doğru-yanlış, iyi -kötü, dürüst-sahtekâr, güvenilir-güvenilir olmayan gibi kavramlar fıtrat genlerinde tanımlandığı şekliyle tanımlanarak herkesin buna ortak bakışını sağlamak ve ortak eylem birliği oluşturmak gerekir. Bu gerçekleşmediği zaman, ortaya çıkacak olan sadece herkesin kendi menfaatini doğru diğerlerini yanlış olarak bilmesi olur. Yaşadığımız toplumda maalesef böyle bir körlüğün yaşandığına aklı başında olan herkes şahit olmaktadır. Bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için yapılması gereken en önemli ve sürekliliği olan güç Allah’ın ayetinde belirtiği gerçekliğin yaşam alanlarında karşılığının olmasıdır. “Siz kendinizde olanı değiştirmedikçe Allah sizin durumunuzu değiştirmez.” Rad:11

Yani bireysel değişim ve dönüşüm sağlanmadan toplumsal dönüşüm gerçekleşmez. Toplumsal dönüşüm gerçekleşmezse yönetim sistemi düzelmez, yönetim sistemi düzelmezse toplumsal huzur olmaz. Toplumsal huzur olmazsa barış kardeşlik ve selamet olmaz, bunlar olmadığı zaman da paranoyak yaşayan ve sürekli tedirgin ürkek ve ne olduğu belirsiz varlıklar ortalığı doldurur. O zaman da ne mi olur, karanlık oyun kurucuların bu tür toplumları denek olarak kullanıp deneylerini gerçekleştirmesi kolaylaşır. Deneyler bizim üzerimizde gerçekleştirildiği sürece etimizden sütümüzden ve kanımızdan faydalanacak olanlarda tükenmeyecektir.

Bunları iş olsun ve insanlara laf saymak için anlatmıyorum kendimiz olalım kendimize gelelim, tencere senin dibin kara, kazan senin dibin benimkinden daha kara, diye birbirimizin lüzumsuz seciyelerimizi ortaya koyup onunla bazılarının istek ve beklentilerine uygun davranarak kendimizi yok edeceğimize, ana bileşene yönelelim görelim asıl etkileyici ne imiş…Ana değişkeni bulamayanlar yan değişkenlerle vakit geçirirken, ana değişken yüreğinizi deler ve geçer…Bakalım hayırlısı neymiş demeyeceğim toplu çıkan sözler gibi, görelim ki, Rabbimiz hayırlı olan bir yaşama gözlerimizi ve yüreklerimizi açsın…İşte o gün, liyakat ehli ehliyetiyle karşınıza çıkar, orada kimseye haksızlık ve zulüm olmaz, yoksa bu basitlikleri konuşa konuşa kendimizi mezarlara kadar taşırız hatta herkes kendi ecdadının ne kadar asil ve şecaatle olduğunu anlatarak hayata son noktayı koyar. Son gelmeden önce, aklını başına alarak ilk adımı atanlardan olmak dileğiyle herkese selam ve hürmetlerimle….

Erol KEKEÇ/28.03.2021/22.17


28 Mart 2021 Pazar

İNSANİ YÖNETİM İNSANİ YAŞAM

Mantıkta kavramlar arasındaki içlem kaplam ilişkisinden yola çıkarak toplumsal yaşamı biraz değerlendirirsek, yönetim sistemlerinin yapılanmasındaki tutarsızlık ve sığ olma durumu, sadece insanlığa zulüm ve gözyaşı getirmenin dışında bir marifete sahip olmamıştır.
Kaplamları en üst düzeyde olan ve aynı zamanda cins olan bir kavram kendisinin üstünde daha üst bir cins yoksa bunları sadece kendisiyle tanımlarız ve bize yeni bir bilgi vermezler. Ör. varlık kavramının daha üst bir kaplamı olmadığından, varlık nedir dediğiniz zaman, varlık varlıktır şeklinde bir cevapla karşılaşırsınız, yani bu varlık, kendi içinde birçok alt cinsler barındırır. Yani kaplamı en çok olan, varlık kavramı kendi içine giren, kaplamındaki tüm kavramların özelliklerini barındırır. Ama onlardan sadece birine ait bir özellikle asla tanımlanamaz. Oysa İçlemi en çok olan bir kavram, en özel bir kavramdır. İçlemin fazlalığı demek, özelliği daha uç noktalarda olan özellikli bir kavramdır; özel bir duruma karşılık gelen kavramdır. Bu açıklamaları dikkate alarak yönetim sistemleriyle alakalı biraz yorumlamalar yaparsak, şu gerçekleri giderilmesi gereken bir hastalık olarak tüm siyasal sistemlerde görmek mümkündür.
İnsani değerleri temel kıstas olarak dikkate almayan tüm sistemler, hangi düşünce, din ve ideolojiye dayanırsa dayansın kuşatıcılıktan ve mutluluk getirmekten çok uzaktır. Modern yönetim sistemlerinin ortaya çıkması ve şekillenmesi daha çok Batı kökenli olmuştur. Bu Sistemler, sistematik şekillenme sürecini tamamlayarak, varlık sahnesinde kendisine bir yönetme alanı bulduğu için bunların evrensel ve olmazsa olmaz yönetim sistemleri olarak algılanmasına neden olmuştur. Bu bakış açısı onların geniş halk kitleleri ve değişik toplumlar tarafından alınmasına ve kendisine huzur getirmesi için başvurulan kurtarıcı iksir olarak görülmesini beraberinde getirmiştir. Ancak bu beklentilerin %100 olmasa da oralara yakın bir düzeyde fiyasko ile sonuçlandığına hep birlikte şahit olmaktayız. Çünkü bu sistemlerin istisnasız hepsi, kendi özel halini genel kuşatıcılık genlerine sahip bir değermiş gibi sunmaktalar. Bu sunuş şekli sunum aşamasında patolojik bir süreçle geldiği için, gelecek yaşamlarda meydana getireceği travmaların hesabını yapmaktan da acizdir. Dünyanın tamamı dikkate alınarak bir genel araştırma yapılsa ve bu araştırma tam tümevarım içeriğine sahip olsa, orada şunu rahatlıkla görmek mümkün olacaktır. Ülkelerin yönetimleri hiçbir zaman, tüm halkını kuşatacak insani bir yönetim olma becerisini ve başarısını yakalayamayacaktır. Onu yakalayabilmesi için alışılmış kalıpları parçalamak gerekecek, biliyorum çok iddialı laflar ediyorum, alışılmış ve genel özellikler barındırdığı iddia edilen en sade ve özgürlükçü yönetim sistemlerinin zihnimizdeki oluşum şekline baktığımızda, dışarıdan gelen düşünsel spermlerin bizlerin zihin duvarlarında kuluçkaya yatarak orayı kendisine bir mesken edinmesiyle, bizler tarafından benimsenen ve asla ondan geri dönülmemesi gereken bir anlayış olarak bizlerin yaşamına mührünü vurdu. Yani diyeceğim odur ki, insani olmayan tüm yönetim sistemleri, geneli özellerin içine hapsederek, tüm farklılıkları belirlenmiş kalıplarda standartlaştırma hevesindeler. Örneğin, Bitki kavramının kaplamında olan, odunsu otsu, odunsu olanları Meyveli, meyvesiz, ayrıca meyveli olanları, Elmagiller, Turunçgiller; Turunçgilleri de Limon, portakal, Mandalina, Greyfurt, Mandalinayı da Finike şeklinde özelleştirerek kaplamdan içleme doğru sıralayabiliriz. Ancak burada İçlemi en fazla olan, yani özellikleri diğer kavramlara göre daha fazla olan Finike Mandalinasının içlemi en fazla olan bir kavram olduğunu biliriz. Yani bitki yerine Finike mandalinasını koyarak, onu besleyerek diğer tüm bitkileri beslediğimizi sanmak ve öyle inanmak ne kadar mantıksız ve bir o kadarda basit ve sıradan ise, İnsani mutluluğu getirecek olan siyasal yönetimler de böyle bir handikabın ve tutarsızlığın içinde çamura battıkça batan bir hal almıştır.
Yani bir ideolojinin kendi kafa yapısına göre oluşturduğu bir yönetim algısını, kendisine uyan, uymayan, benimseyen, benimsemeyen herkese dayatarak onun mutlak kurtuluş reçetesi olduğunu iddia etmesi, ne kadar basit ve sıradan olduğunun da göstergesidir. Nasıl ki bitki, altında sıralanan kaplamındaki tüm bitki türlerinin özelliklerini içinde taşımasına rağmen, onlardan sadece biriyle tanımlanması mümkün değilse, İnsanlık için oluşturulacak yönetim sistemi de böyle bir kapsayıcılığa sahip olmak zorundadır. Bu kapsayıcılık özelliklerini barındırmayan tüm sistemler insanlık için bir kurtuluş reçetesi asla olamazlar. Onun için bizlerin kafası yorulacaksa, tüm insanlığın kurtuluşuna ve herkese mutluluk getirecek ideal adil bir düzenin nasıl kurulacağı ve hangi özellikleri ilke bilerek oluşturulmasının gerekliliği hakkında kafa yormak olmalıdır. Bunun yolu hakkında biraz ipuçlarını paylaşabilirim aslında.
İnsani Sistem, Kesinlikle bir dayatma sistemi olamaz. Sadece insanların genetik fıtrat kodları dikkate alınarak, yaratılan bu varlığın donanımının ne olduğunu idrak ederek, o donanımın içindeki yazılımlara göre denklemler kurmak olmalıdır. Bu denklemlerin içinde asla ideoloji, İnanç, inançsızlık vs. gibi düşünsel kültürel yaşam dikta edilemediği gibi, yaratılıştan gelen ve insanların sonradan kazanma gibi bir seçim haklarının olmadığı, cinsiyet ve renk gibi biyolojik yönlerinin de tahrifatlara uğratılarak yönetim sistemlerinin manifestosunda yer alması mümkün değildir.
Yönetimin omurgası, hangi düşünce, inanç, ideoloji, ırk ve cinsiyet olursa olsun, onların yaşamlarına mutluluk, huzur, barış ve hakkaniyet eksenli dünya nimetlerini, adil paylaşım kodlu bir denklemle, yerli yerine oturtarak halkı rahatlatmak olmalıdır. Her düşüncenin kendi varlık ve kimliğini başka düşünce ve inançlara dayatmadan ve onlara baskı kurmadan açıklama ve tanımlama hakkının olduğunu bilerek, ona yaşam alanları açmak ve onları korumakla görevli olduğunu bilmek zorundadır. İdari mekanizma yönetim, en üst kimlik olan ve diğer alt cins kavramlara göre daha genel kavram olan, insan ve adalet kavramlarıyla kendisini tanımlamak zorundadır. Bu iki kavramın sağına, soluna, önüne ve arkasına herhangi bir ideolojik ve inanca dayanan bir ekleme yapılırsa yönetim belli bir kalıba sokulmuş olur. Kalıba giren sistem hangi kalıba girdiyse o kalıba uyanların hayatını rahatlatırken, kalıbın dışında kalanlara da hayatı zorlaştıracaktır. Bu cihetten baktığımızda, tarafsız ve insanın, sadece insani yönleri dikkate alınarak ortaya konulduğu zaman, yönetim kuşatıcılık özelliğinden dolayı tüm ideoloji ve inançların üzerinde yer alır. Sebebi ise kaplamı en fazla olan bu kavramın içeriğinin kendi yapısına uygun tanımlandığı ve doldurulduğu içindir.
Devlet, bu tanımlamayı net, anlaşılır ve zorlaştırmadan, objektif kriterler ölçeğinde yaparak, çelişkisiz ve tutarlı önermelerle iddianamelerini iddia olmaktan çıkarıp, uygulanacak bir teoriye dönüştürdüğü zaman, insan gibi insan olarak yaşayacaklar dışında, herhangi bir itirazın, sistemi delmeye ve bozmaya dönük çabaların olacağına inancım yoktur. Çünkü insan fıtratı, kendisine dayatılmadan kendisini rahat tanımlama imkânı bulduğu ortamları daha çabuk benimser ve onu içselleştirerek genel geçer bir sistem olmasına büyük katkı sunar…Olumlu yanları anlatarak polyanacılık yapma derdinde değilim, bu sistemi delecek anti sosyal ve psikotik tipler olmayacak mı, elbette olacaktır. Bunların olması sistemin omurgasının hedef alındığı anlamına gelmez. Her varlık kendi içinde uyumsuz olanları dışlayarak sürü olarak yaşamlarını devam ettirir ya da o uyumsuzlar zamanla o ortama alışarak rehabibilite olarak uyum sağlarlar. İnsan da bundan farklı değildir. Halifelik, Demokrasi, Totalitarizm, Teokratik yapı veya inançsızlık üzerine kurulan Anarşizm ve Agnostik karışımı bir yönetim, sosyalizm vs. Bunların hepsi kendisini en doğru diye tanımlayan idari yönetim biçimleridir. Oysa bunların hiçbirisi en üst noktaya, kaplam olarak İnsanı ve Adaleti koymadığından, içlemi fazla olan bir kavramın altına, kaplamı daha fazla olan kavramları yerleştirerek denge ve düzeni bozduklarından, işin öncesinde nakavt olarak harekete geçerler. Böylesi çıkışların sonradan düzeleceğini düşünerek onlara yaşam hakkı tanımak, aslında bu hakkı tanıyanların yaşam haklarını imha etmektir. Bu idari sistemlerden yeni bir idare çıkar mı diye bunlar üzerine fazla kafa yormanın anlamı, elinizdeki temiz sularınızı tıkanan ve devamlı pislik taşıyan logarın sularına katarak, onu sağlıklı hale getireceğimizi söylemek gibi komiktir. Alışılmış ve dayatılmış tüm ezberleri bozarak, zihin duvarlarımızda önceden var olan veya yaşam alanından uzaklaşmış ama belli bir dönem varlığı olmuş tüm yönetim anlayışlarını zihin duvarlarımızdan süpürüp atacağız, oralar kanasa da orayı güzelce bir tedavi ettikten sonra, yeni kodlama sistemiyle beynimizin donanımlarındaki çalışmayan bölümleri ve aksaklıkları gidererek, fıtrattan gelen yazılımı yeniden deneyeceğiz ve göreceğiz ki ortaya herkesle ve her düşünceyle rahatlıkla reaksiyona girecek bir denklem önümüzde oluşacak. Bu denklemin bilinmeyenleri çok değil, bilinenleri fazla, bilinmeyenleri çözmenin yolu da net ve açık…”Eşyanın bilgisinin Ademe verilmesi sadece bir kişi olarak algılanmamalı, “Ademin belkemikleri arasından tüm insanlığın sülbünü çekip çıkarıp, Ben sizin Rabbiniz değil miyim diyen Allah’a, evet sen bizim rabbimizsin, biz şahit olduk…”Rabbimiz bizden önceki atalarımızın yaptıklarından dolayı bizi sorumlu mu tutacaksınız demeyesiniz diye sizden söz aldık…”Bu hakikatler bize şunu çok iyi anlatmaktadır. Yani Âdem gibi, eşyanın tüm bilgisi size de verildi, doğru nedir, yanlış nedir; iyi nedir, kötü nedir; güzel nedir, çirkin nedir vs. gibi kavramlar insanların verdiği anlama göre tanımlanmadı. Onlar aslında öylelerdi, biz sadece bize kodlanan o kodları doğru çalıştırdığımızda hakikati bulduk. Çalıştırmadığımızda battıkça battık, bugün dünyanın içinde olduğu durum gibi…
Evet dünyanın yeni bir yönetim modeline ihtiyacı olduğu kesin, bu model ortaya çıkarılmazsa insanlık kendi hırslarının ve arzularının kurbanı olarak can verecektir. İnsanlık yok oluş kıyısının yanı başında can çekişirken, bize mi kaldı bunlarla uğraşmak diyemeyeceğimiz için, bu sorumlulukları her aydının idrak ederek kendine düşen sorumluluğu kaldırması bir zorunluluktur. Yeni dünyanın yönetimi var olan yönetim anlayışlarından farklı ve herkesi kucaklayan ama Ahiret hayatının sorularıyla insanları dünyada sıkıştırmaya çalışmadan, mutluluk ve adalet kapılarını herkese açan “İnsani sistem ve İnsani yaşam olacaktır.”
Bu sistemin oluşumu için el ele gönül gönüle, şartsız düşünsel birikimlerini insanlık ve doğadaki tüm yaratılmışlar için ortaya koyacağız.
Kâinat denkleminde kurulan Tevhidin insanlık yaşamında oluşması için mücadele edenlere ne mutlu, onları gönülden ve yürekten selamlıyorum…Aliya’nın bir sözüyle bu makalemi noktalıyorum… “Tevhid, aynı duygu ve düşünceye sahip olanların oluşturduğu birlik değil, farklı düşünen, inanan ve inanmayan insanların oluşturduğu birliktir.”
Erol KEKEÇ/27.03.2021/22.04
Bir doğa ve ağaç görseli olabilir

24 Mart 2021 Çarşamba

AŞAĞIDAN YUKARIDAN YOLUN SONU GÖRÜNÜYOR

 Üçüncü dünya ülkelerinde siyasal yönetimler birçok uygulamasını popülizme yönelik yaptığı için inandırıcılık yanı pek ilgi görmez. Ondan dolayıdır ki kendisini yırtsa da ne geçen zamanı ne de sarf ettiği enerjiyi geri toplayabilir. Toplum menfaatine ve insanların yarınları için alınacak kararlar ayak üstü ya da siyasal iktidarların sadece kendi istekleri ile yapılacak işler değildir. Ayak üstü ya da akşamdan sabaha alınan kararlar ve kanun hükmünde kararnamelerin tamamı günü kurtarmaya dönük çıkışlardır. Sosyolojik olarak değerlendirilecek bir gerçekliği ve hakikati de barındırmaz.

Yıllar öncesini hatırlıyorum da toplumun haberinin olmaması gerektiğine inanılan politik uygulamalar mesela zamlar gibi, ayrıca ihtilal yönetimleri ihtilallerini sabaha karşı geceden sonra duyururlardı. Hemen arkasından toplumu kuşatırlardı uymayanları da en ağır şekilde cezalandırırlardı. Gece baskınlarından bir örnek şu an aklıma geldi,12 Eylül’ün sonrası önümüzdeki yazdı, ilkokulu bitirmiştim o yaz köyümüzde pamuk tarlalarına gider gelirdik akşam erken vakitlerde herkes evine gelirdi. Bizim köy sınıra 6 km civarında ayrıca bizim köy ile sınır arasında sınır güvenliği için çok denetimler yapılırdı, o dönemde herkesin ürküp evinden çıkamadığı bir Yüzbaşı vardı Halk lakabını Gavur Hasan koymuştu…Gavur Hasan denen Yüzbaşının sınır boyundaki köylere çektirdiği işkenceleri bugün sanki yaşıyormuş gibi aynı hassasiyeti taşıyorum. Bir çobanın yanında cipi ile durur bu nedir ne işe yarıyor dedikten sonra, çobanın köpeğini kafasından kurşunlayan bir Gavur Hasan’dan bahsediyorum bunlar Hikâye ve masal değil çocukluğumuzda bu acıları iliklerine kadar hisseden biri olarak yazıyorum. Bizim sınır Bölgesindeki köyümüz tamamıyla akrabalarımızdan oluşur amcamlar ve biz. Âmâ sınır bölgesindeki köyler tamamıyla Kürt köyleridir hatta bizim köyün karşısındaki dağın adı Kürt Dağıdır. Kürt dağının etekleri bizim tarafta kalır yukarı kısımları Suriye bölgesinde uzanır. Bizim köy Türk Köyüdür Köyümüzün merkez mahallesinde bir iki aile var Kürt olan. Bunları neden mi anlatıyorum, Kürt köylerinden isimlerini burada zikretmeyeceğim bu köylerden bazılarında bu Gavur Hasan’ın yaptığı aşağılayıcı işkenceler dilden dile anlatılırdı. Hatta o köylerden Rahmetli Babamı ziyarete gelen çok insan olurdu çünkü bölgede bir kanaat sahibi kişiydi. Bir gün onlardan birisi, Lo vallahi Cuma dayı bizim köyde erkekleri soydular don atletle bıraktılar hep avratları sırtımıza yükleyip belli bir yere kadar götürüp getirmemizi istediler taşıyamayanları coplarla feci şekilde dövdüler her iki üç günde bir gelir Gavur Hasan bunları bize yapar. Şu kadar silah getireceksiniz, yahu bizde bu kadar silah yok nereden getirelim desekte laftan sözden anlamıyor, vallahi ben parayla silah alacağım onun istediğini vermek için, yoksa bizim anamızı ağlatıyor diyerek dert yanıp babama bunları anlatırken dinlediğim günü, sanki şu an gibi anımsıyorum…

Böylesi bir sürecin karanlık tezgahlarının neredeyse buna bazı yönleriyle benzerlerini günümüzde yaşadığımızı görünce içim sızlamaya başladı. Yıl 2021 ama kafa hala Orta çağ Feodalitesinin beynini taşıyor. Nedense bu toplumda bir gelenek olmuş her gelen yöneticiler, halktan gizledikleri ve halkın fazla haberdar olmasını istemedikleri konuların resmileşmesini hep gece vakti yapıyorlar. Bu da insanı ister istemez bazı düşüncelere götürüyor.

Yine Bu İstanbul sözleşmesini ele alacağım, bu sözleşmenin meclisten geçmesi için yapılan oylamada dört farklı partinin oy birliği ile bunu geçirdiklerini çok iyi hatırlıyorum…O dönemin iktidar partisinin grup sözcüsü tüm partilere ayrı ayrı teşekkür ederek çok büyük bir iş başardıklarını anlatıyor ve hepsine bu davranışlarından dolayı şükranlarını iletiyordu. Yani bunun üzerinde çok düşünüldüğü ve herkesin çok ciddi bir sorunu çözmek için hamle yaptığı söyleniyordu ve bugünlere kadar da yılmaz savunuculuğunu iktidar partisi yapıyordu. Hatta bundan dolayı bazı eleştirilerinden dolayı İktidar partisinin kadın kolları Ülke genelinde mahkemeye vermek için Abdurrahman Dilipak aleyhine mahkeme koridorlarında izdiham oluşturmuşlardı ve bunun üzerinden de bir yıl yeni geçiyordu ki, İstanbul Sözleşmesi olarak üyeliğimiz bulunan, kadına şiddet sözleşmesinden ülkemizin çekildiği, cumhurbaşkanlığı sözcüsünden yazılı bir açıklamayla beyan edilmişti. İster istemez insanın aklına çok sorular geliyor, üzerinde çok durulduğu çok araştırmalar sonrasında bu anlaşmanın onaylandığını söyleyen iktidar partisi sözcüleri şimdi bunun tersini söyleyerek bu sözleşmenin hükümlerinin geçerli olmadığını söylüyorlardı. Sahiden merak ediyorum bunu onaylayanlar sizseniz bunu rafa kaldıranlar kim, rafa kaldıranlar sizseniz, bunu yürürlüğe koyanlar kimdi…(!)Her ikisi de sizseniz biz sizin hangi eyleminize inanıp güvenelim, siz bile yaptığınız eylemin doğruluğuna inanmazken ben niye size inanayım…

Neden gece vakti sabaha karşı bu karar alınır, Merkez Bankası başkanı kaç ay oldu ki başkanlıktan alındı. Bir ülkenin milli varlığını yönetmeniz için oraya getirenler sizi, her şeyi hallaç pamuğuna çevirmeniz için oraya getirmedi. İstikrar, ekonominin güvencesi  diyordunuz, bu söze güvenen insanlar öyle bir görevi tevdi etti ise, Milleti canından bıktırmak için bu görevi vermedi…Geldiğimiz noktada canından bıkan bir toplum var, bir de fanatik bir eli balda bir eli yağda yukardan insanlara bakan işini çok iyi bilen bir koymadan birçok şeyi kökünden süpürüp götürenler, bir de gariban samimi ne dersen de onun kafasındaki sevgiyi kimsenin yıkamadığı ama yaşam sınırlarının çok altında yaşayan her şeyi bir kader olarak gören insanlar var…Ayrıca bunların dışında bir elinde ayna bir elinde cımbız her ortamda çalıp çalıp oynayan kapısında köpek bağlı olanlar var onlar her zaman asil ırktan gelenler olarak pastanın en iyisi bunlarındır…Her taraf kan revan olsa hiç ilgilerini çekmez ama sesleri o kadar yüksek çıkar ki, İğdiş edilmek istenen Merzifon merkepleri gibi t….kları iki taş arasına alınmış gibi öyle anırırlar ki sanarsın  bu ülkenin tek ezilenleri onlar; oysa bunlar her dönemin tek hücreli amipleridir. Bunlar belirleyici asla olamazlar belirgin bir kimlikleri yok ki belirleyici olsunlar. Âmâ şunu ifade etmekte fayda var, imkansızlıklar içinde bunalanların vereceği kararlar dağları bile yerinden oynatır. Onların sesinin tonuna iyi dikkat etmek gerekir. Onların sesine yürekten bakamayanlar, provokasyon olsa bile ananı da al git diyecek tavrı bunlara gösteremeyeceklerdir. Çünkü bunlara gösterilecek en küçük bir karşı refleks tüm dengeleri alt üst edecek büyük bir debiye sahiptir. Bugün geldiğimiz nokta da toplumsal iradi debi çok yüksektir. Önüne çıkacak tüm engelleri bir bir devireceğinden kimsenin kuşkusu olmasın…En güçlü insan haklı olduğuna inanan ve öyle gören insandır.

18 yıl size destek verdik ki, Dinimizi Bayrağımızı ve devletimizi korumanız için…Biz size bu kadar fırsatı sizin güllük gülistanlık bir ortamda yaşamanız ve ülkenin biri rektör ve Biri Dekan olan iki bilim adamı olarak bilinen adamı sizin mahdumunuzun atının yularını tutarak poz versinler diye bu fırsatı vermedik…Diyen insanların çoğaldığı bir toplumda kurallar ve korkular yerini kuralsızlığa ve korkusuzluğa bırakır.

Yolların köprülerin yapılması çok anlamlıdır ancak insan yaşadığı zaman, insanın yerde süründüğü bir ortamda, insani değerlerin ırzına geçilmemesi için kaçacak delik aradığı bir yerde onlar hiçbir değer ifade etmez. Bunları yaptığınız zaman görevinizi yerine getirmiş olursunuz ama bunları, gelecekleri ipotek altına alarak yaparsanız insanlara şunu sorma fırsatı verirsiniz. Bir insan neden geçiş garantili bir iş yaptırır, öyle bir ticaret olur mu, ticaret ise bir tüccar bile bile zarar etmez, devlet yönetimi ise ben seçtim diye benim onayımdan geçmeden beni ve torunlarımı bana sormadan kim beni borçlandırma hakkına sahiptir. Eğer böyle bir durum yok ise o zaman şöyle bir durum ortaya çıkar, bu ödeme garantisi ancak fifti fifti olursa bir insan bu kadar zararlı bir iş yapabilir diye kafa yorar peki haklı olur mu, bilmediği ve tatmin olmadığı konuda kafa yormak en doğal hakkı olur…

Bugün sorgulamalar yapılıyorsa toplumda bunların mutlaka geçmişe dönük alt yapıları olduğundandır. Hiç kimse durup dururken her şey çok güzel ise böyle bir sorgulamayı yapmayı kendisine ihanet görür.

Peki ne oldu da bir anda insanların böyle bir rüzgâra kapıldığını anlatıyorum…Ben topluma ve toplumdaki insanların tepkilerinin öncesindeki güdülere baktığımda, herkesin kendince haklı ve tutarlı bir nedeninin olduğunu görüyorum, en azından bu nedenler yönetenlerin bahanelere sarılarak kendilerini yeniden aklama taktikleri türünden değil…Bir yönetim ciddi bir erozyona uğrarken bazı kuralları çıkardığını yeni anayasa yapacağını, gelecekte çok güzel günlerin geleceğini söyleyerek böyle bir sürece girmesi inandırıcılıktan çok uzak olacağı gibi sadece antipatik tutum ve eylemlerin çoğalmasını tetikler. Son dönemdeki çıkışların hiçbiri gelecek seçimlerde iktidarın oyuna bir artı olarak yansımayacaktır. Zaten öyle bir ihtimal olsa iktidar bugün erken seçime gider hem de gözünü kırpmadan…Ama şunu rahatlıkla söylemeliyim ki, ister erken ister vaktinde bir seçim olsun bu toplumsal kaosa giden yaşamda iktidar kaybetmeye aday olacaktır. Bu sürecin oluşumunda yerel yöneticilerden üst yönetime kadar herkesin payı vardır. Belediyecilik gönül işi diyerek başlanılan işler insanların gönüllerini yıktı ve geçti…Ben şahsen kendi adıma söyleyeyim açık ve net söylüyorum yaşadığım ilçenin Belediye Başkanı bana 10 kilo altınla gelse dese ki, bir oyla kaybedeceğim Allah’ım şahit olsun ki bu kafada oldukları sürece dönüp bakarsam namerdim…Yani anlayacağınız herkes benim gibi düşünüyor, sakın ortalıkta bağıranların çağıranların ve megafonu elinde tutanların çıkardığı sesler sizi aldatmasın söylediklerimi bir gün anlarsınız…Üçüncü yıl olmuş ben bu başkana oy vermek için ilçe değiştirmiştim acele olarak gibi ikametgahımı da buraya aldım. Ancak Başkanlıktan bu yana bir randevu alamadım, randevu sebebini de söyleyeyim nasıl bu bölgede daha güzel işler yapılır kültür sanat aile ve gençlere yönelik ihtiyacınız olursa her konuda bila bedelsiz destek olacağımızı söylemek için bir randevu almak istedim, özel kalemine kaç defa yazdırdım adımı ve soyadımı da ve beni de tanıyan biri olmasına rağmen, böyle bir durum gerçekleşmiyorsa böyle gönülleri alıp götürün kör kuyuya atın bize lazım değil…

Ondan sonra Hocam davaya ihanet olmaz öyle olur mu diye bir de kahve ağzıyla konuşmuyorlar mı işte ona bitiyorum…Hangi dava ne davası nerenin davası sizin yemenizin götürmenizin lüks yaşamanızın toplumun bir kesiminin can çekişmesinin adı dava bana böyle bir davadan gram lazım değil alın hepsi sizin olsun…Bunları ben yaşıyorsam ve böyle konuşuyorsam toplumun reflekslerini görmenizi hiç istemiyorum…Bu toplum Merhum Ecevit’in DSP’sini %21’lerden %1 çekmişti olur ki belki biraz düşünülür o kadar olmasa da öyle bir sonuç görünüyor…Yaşa padişahım çok yaşa, Bir peygamber gelseydi Peygamberimizden sonra Vallahi o RTE olurdu, peygamberimiz bile yanlış yaptı ama biz o yanlışları yapmadık,RTE Allah’ın tüm vasıflarına sahiptir diyenlerin dediği gün sesini çıkarmayanlar ev haydi oradan sen kimsin kaç kuruşluk bir varlıksın ben bir damla suyum bunu hala anlamadınız mı rabbim beni buraya olağanüstü olduğumdan değil, bir imtihan olarak getirdi inşallah o imtihanı başarıyla yarın huzurunda vereceğimiz hesapta mahcup olmadan bu görevi layıkıyla bize yapmayı nasip eder…Yanlışlarımız olursa ki olur biz bir insanız bilerek asla yanlışa yönelmeyiz bilmeyerek yaptığımız hatalarımız olursa sizden helallik istiyoruz ve rabbimiz de bizi bağışlasın deseydiniz bu gün bu endişeleri taşımayacaktınız…Ama o günler çok çafcaflıydı,herkes överek toz kondurmuyordu. Bir vatandaşın doğal isteklerine olan o şedit öfkeyi bu tuzak kurup göklere çıkaranlara göstermeyenler zaten kaybetmişti bugün sadece işin pratiği gözle görülür oldu…tam on dokuz yıldır yazıyorum hiçbir karşılık beklemeden sadece insanlığa faydalı olalım diye ancak uzaktan kaval çalar gibi çaldık bazen rahatsızlık verip karşılığının bedelini hakimlerden aldık…Bazen de  bizi yakinen tanıyanlar hocam Allah için uyarıyor herhangi bir beklentisi olmadığı gibi kimseye göbekten de bağlı değil diyerek bizleri savunmak zorunda kaldılar, herkese bu fedakarlıklarından dolayı teşekkür ediyorum…

Kocaman bir 18 yılın kavşak noktalarında iktidarın neden oraları rahat dönemediğini anlatmaya çalıştım…Kendi kurallarını kendileri koyanlar, toplum kuralları diye pazarlasalar da er ya da geç öyle olmadığını anlayacaklar. Toplum için oluşturulan faydalı eylemler oldu bittiye getirilerek gece vakitlerini seçmez…Şeffaf bir ortamda en uygun zamanda ve üzerinde detaylıca düşünülerek kritiği yapılarak getirecekleri ve götürecekleri hesaplanarak yapılır. Bunun dışında yapılanların tümü kendi bekalarını ve varlıklarını korumak ve bilinmeyen gizli yönlerinin açığa çıkmasını önlemek maksatlı yapılanlar olur. Bu da geldiğimiz nokta da ne kadar problemli bir anlayış olduğunu göstermektedir.

Çok zorlu bir sürecin kötü yönetiminin faturası hep başkalarına kesilmemeli, başkalarına saldırarak kendilerini temizleyeceğini sananlar bu tutumlarla her gün daha fazla kirli bir görünüm oluşturduklarını anlamak zorundadırlar. Çatışma kültürünün olumsuzluğu en üst ağızdan dile getirilmesi ve kardeşlik tohumlarının etrafa saçılması gerekli…Yoksa 12 Eylül ihtilalcilerinin yaptığı ile yapılanların farkının olmadığı dillendirilir ve yaygınlaşırsa bu taş çok kuş avlar…

Her konuda düşünsel birikimini aktarmaya çalışan birinin bu kadar acılı bir reçeteye şahit olması bunları dillendirmesini gerekli kıldığını herkesin bilmesinde fayda vardır. Ama bu da ya bu işler böyle olmaz diye saldırı okları kınından çıkarılırsa ne olacağını şimdiden söyleyeyim! Aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor…”

Erol KEKEÇ/24.03.2021/00.35


22 Mart 2021 Pazartesi

HAZRETİ İNSANDAN HAZRETİ DEVLETE(!)GEÇİŞ


Dinin, siyasetin gölgesinde kaldığı ortamlarda siyaset kutsanır ve siyaseti temsilen yönetici konumunda olanlar kutsallaşır, farkında olarak ya da olmayarak tebaanın ilahı olup çıkar. İslam tarihine baktığımız zaman, Allah Resulü’ nün vefatından hemen sonra böyle bir sürecin başladığına şahit olmaktayız. Bunun en önemli sebebi de Yönetimde olanın dinle bütünleştirilerek, ona kutsallık atfedilmesidir.
Dört Halife dönemi dikkate alındığı zaman Halifelik diye adlandırılan makam, doğrudan bu kavramla da kendisine bir zırh oluşturmuştur. Allah’ın Resulü’ nün bir elçi olarak gelmesi Medine de yönetici olması da beraberinde gelince, Vahiyle yönetim aynı şeymiş gibi algılanmış, Resulullah’ın yaşamındaki devlet yönetiminden kaynaklanan olası yanlışlar da ilahi bir vahiymiş gibi değerlendirilmiştir. Hatta bunun en açık örneğini Bedir savaşı sonrası müşrik savaş esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılmak istenmesine hiç kimsenin ses çıkarmaması sadece Hz. Ömer’in itirazı, Ömer’in düşüncesinin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu gelen ayet ve Resullulah’ın sonrasındaki açıklaması bunu ortaya koymaktadır.
Diyeceğim odur ki, Devlet yönetimi, Yöneticilerin bir dine mensup olması, onların yönetimlerinin de kutsallaştığı anlamını taşımaz. Oysa İslam Tarihi boyunca hep bu şekilde değerlendirilmiş ve yöneticiler önceleri Peygamberin Halifesi olarak adlandırılmış, daha sonra da Allah’ın halifesi olarak görülmüş ve yaptığı her eylem kayıtsız şartsız mutlak vahiy gibi ele alınmıştır. Böylesi bir düşünsel körlük ve düşünce üretebilme becerisinden yoksun idrak, günümüze nasıl bir model getirir dersiniz.
Yöneticilerin ve yönetimlerin kutsanması en çok Emeviler döneminde görülmüş, Abbasîlerle devam etmiş Osmanlı’da zirve yapmış, hatta Fatih’in Kanuni Ali Osmani ’deki beyanı tüyler ürperten türden olmuş, sonrasında da meşru bir zemin bularak legallik kazanmıştır.” Devleti Ali Osmaninin bekası için kardeş katli helaldir. İfadesi kim olursa olsun, “Bir insanı bir cana karşılık olmaksızın ya da savaş durumları hariç kıyarsa tüm insanlığı öldürmüş gibidir. Bu apaçık bir haramdır bu haramı çiğneyerek kim kendi kafasına göre helal ve haram diye kural koymaya çalışırsa Allah’ın sınırlarını aşmıştır. Allah’ın sınırlarını aşanlar da haddi aşanlardır. Burada hem yönetim mekanizması kutsallaşmış hem de yönetim mekanizmasının başında bulunanlar da kutsallık kazanmıştır. Böyle bir yönetim anlayışının egemen olduğu tarih ve bu tarihin devam eden anlayışları, bu yaklaşımları çocuklarını korur gibi hatta daha ciddi korumuşlardır. Çünkü bu anlayış yarınlarda olacak veya olabilecek bir devir teslim değişimlerinde gerekli olur diye hep korunmuştur. İnsanların bilinçaltlarına silinmez harflerle kazınmış ki, olası bir yönetim oluşturmada yanlışlar oluştuğu zaman, bu gerekçelerle kendisini korumak zorunda kaldığında kendilerini koruyacak ve savunacak canlı kalkanlar oluşturmak için hep gerekli olmuştur.
Bunları ele almamın temel sebebi, tarihi yanlışlar ve bunların kırılma noktalarının ne olduğu ve doğru yorumlamaları yapılmadığında o yanlışlar her dönemde dini bir kutsallık kazanarak zulümleri meşru zeminlere taşır. İnsanlığın böylece sömürülmesi ve kullanılması da daha kolaylaşır. Sürü psikolojisinin egemen olduğu yerde özgürlükçü sorgulayan beyinlerin ortaya çıkma ve yaşama imkânı olmayacaktır. Çünkü onlar zaten sürülerin baskısıyla yaşam alanlarından izole edilerek canlı canlı ölüme mahkûm edilirler.
Dinin kutsallığına ve ilahi olduğuna inanmak insanlarda Devletin kutsanması kadar etki bırakmaz. Devletlerin kutsandığı ve yöneticilere de kutsallık elbisesi giydirildiği anda akan sular bir anda tersine akabilir.
Devletlerin asla ve asla bir kutsallığı olamaz, hatta Allah’u Teâlâ” Malın mülkün paranın bir elde birikerek devletleşmesini kınamakta ve istememektedir. Böyle olunca Devletin kutsanmasına nasıl bakmak gerekir. Devletten maksat, İnsanlık için, huzur mutluluk, adaletin tesisi ve ahlaki değerlerin yaşanması için gerekli organizasyon ise bu olmak zorundadır. Çünkü İslam düzenlilik dinidir. Hak geldi Batıl zail oldu” Hak düzen denge, insicam ve ahenktir. Bu ahenk yoksa yöneticinin adı sanı inancı ne olursa olsun hiçbir değer ifade etmez. Onun değeri o düzenin devamlılığının olması için o sürece hizmet etmesidir. O sürece hizmet etmiyorsa onun varlığının orada olması bile bir düzensizlik ve hakkı tepelemektir. Hakkı tepeleyen, insanları mutsuz eden adaleti gözetmeyen yöneticiler kimlikleriyle varlıklarını devam ettiriyorlarsa, bunun temel nedeni tebaanın yönetimin dini üzere olması ve yöneticilerini bir ilah edinmelerindendir. İlahlaşmış yöneticilerin etkisi, yaptığı doğru işlerden değil bir ilah olarak onun koruyuculuk ve güçlü olduğuna inanılmasından kaynaklanır. Bu ilahın sözlerine uyulmadığı taktirde çarpılacaklarına inanırlar ve kendilerini cehenneme bilet almış bir yolcu gibi görürler. Bu anlatımlarımda insanların doğrudan yöneticilerine ilah dedikleri ve yöneticilerin de kendilerini bir ilah olarak tanımladıkları söylemi anlaşılmasın…Tamamıyla davranışlar ve yaşam kültürü böyle bir gelenek ortaya çıkarır. Bunun tarihteki en açık şekli Hz. Yusuf’a yapılanlarda göze çarpar.
Hz. Yusuf geldiği zaman ona inanmayanlar onu zorla kabullendikten sonra öyle sahiplendiler ki, onun vefatıyla birlikte işte biz bundan sonra asla kimseye inanmayız hatta Allah gönderecekse Yusuf’tan başkasını göndermez diyerek Yusuf (as) kendisinden sonra ilahlaştırdılar. Bu tutum Toplumsal yaşamın olduğu her ortam ve zamanda meydana gelebilir bunun bir sınırı yoktur. İnsanlar doğrudan yöneticilerine taptıklarını söyleyerek onu sahiplenmezler, çünkü böyle bir durumda karşı tepkilerin olacağı endişesini taşırlar hatta ölümüne diye kullanılan ifadelerin hepsinin, arkasında, önünde, sağında, solun da şirk kültürünün ve geleneğinin olduğunun bilinmesi gerekir…
Yönetimlerin kutsanması doğrudan bir batıl ve şirki yaşamın insanlık yaşamı üzerinde sera tabakası gibi varlığını devam ettirdiğinin göstergesidir. Sudi Amerika bugün İslam Aleminin kalbine saplanmış bir hançer gibi varlığını devam ettiriyorsa, bunun tek sebebi kendisini ve yönetimini kutsallaştırmasıdır. Kutsal yönetimler ve yöneticiler olduğu sürece insanlığın özgürleşmesi ve doğru ile yanlışı ayıracak idrak mekanizmalarına ulaşması o kadar zordur. İnsanların zihinsel karakollarının yıkılmadığı, La İlahe diyerek tüm kutsalları ayaklarının altına alıp, sadece ve sadece Allah’ın ve onun seçip gönderdiği değerlerin kutsal olduğuna inanmadıkça insanlık kurtuluş için hep kendi zincirlerini daha bir kökleştirecek ve düğümleyecektir. Onun için diyorum ki, Yöneticileri kutsallaştırarak farkında olarak ya da olmayarak, insanlığın kendi özgürlüğüne, tuzakları kendi eliyle kurmasının önüne geçmek gerekir.
İnsanların toplu olarak yönetenlerini kutsadığı ortamlarda aydınlık bir geleceğe kavuşmalarının imkânı olmaz. Çünkü gündemin karanlıklarını aydınlatacak tüm aydınlatıcılar aforoz edilir ve hemen potansiyel düşman olarak görülür. Dolayısıyla aydınlatıcı ışıkların söndürüldüğü toplumlara kendi içinden yansıyacak ışıklar olmayacaktır. Bu süreci yaşayan tüm toplumlar kendi geleceklerini ve nesillerinin aydınlık ufuklarını karartarak imha ederler.
“Sözü dinleyip onun en güzeline uyanlara selam olsun…”” Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür. Genişliği yer ve gökler kadar olan Allah’ın cennetine koşun” “Çalışanlar bunun için çalışsın…”Rabbim bu uyarılarıyla insanlık için yaşam denkleminin bilinenlerini veriyor diğerlerini elde etmenin yolunu da bildiriyor, ”Siz günahlardan gereği gibi korunur Allah’tan hakkı ile ittika ederseniz hiç ummadığınız yerden sizi rızıklandırır ve doğru ile yanlışın idrakini da size verir (Furkan)”Bu beyanlar üzerine söylenecek söz tükenir kalemin mürekkebi kurur, “Siz doğru yolda olursanız yoldan çıkanlar size asla bir zarar veremez…”Allah hep doğru söyler selam ve muhabbetlerimle…
Erol KEKEÇ/21.03.2021/21.27
Bir doğa ve ağaç görseli olabilir

NE SÖZLEŞMEYMİŞ AMA(!)

Aile Tüketim Bakanlığının uygulamaları devam ettiği sürece Kaç İstanbul Sözleşmesi yırtarsanız yırtınız, sadece siz yırtılırsınız kimse kimseyi aldatmasın...

Malum Bakanlık resmi olarak eşlerinden ayrılıp dul yaşayan bayanların çocukları kendisinde kalırsa, onlara set adı altında her çocuğa 1000-ile 1200 arasında bir para ödüyor. Üç tane çocuğu varsa bir bayanın, işi öğrenmişler neden birlikte olayım ki, zaten bu haklarım var diyerek erkeğe bir tekme vuruyor, adam babasını Şam'da ararken kendisini Bağdat zindanlarında buluyor, bir de etrafına sur çekiliyor, ondan sonra kuduz mikrobu taşıyan bir it gibi kadının mıntıkasına yaklaşması bile tehlikeli görülüyor, adam uzaktan uzağa boynunda tasması çocuklarının eve giriş çıkışını izliyor ama zaman zaman koca çocuklar(!)’ında eve girdiğini görünce, üstelik bunlar bir de yatılı misafir olunca Kuduz mikrobu taşıyan it gibi kontrolde olan adam, hiçbir kural tanımadan saldırıyor ve ne kadın ne çocuk gözü görmüyor, oracıkta parçalayıp atıyor bu defa bu mikrobun etki alanı yayılıyor kuduz olan olana...

O malum bakanlığın programlarını incelerseniz benim burada yazmaktan imtina ettiklerimi siz daha rahat bulursunuz. Üstelik bu sürecin hızlanması için teşviklerde eksik olmuyor, Evinde çocuklarının başında ana olanlar aşağılanıyor ama çocuklarını farklı ellere teslim ederek özgürlük (!)için köleliğini daha bir kanıtlamasına yardımcı olunarak, ek ödemeler yapılıyor. Ne için, kadının köleliğini daha bir pekiştirmek ve çalışmanın anne olmaktan çok daha kutsal olduğunu kanıtlamak adına(!)

He bu arada şunu da söyleyeyim, eşinden resmen ayrılmamışsa bir kadın perişan halde de olsa,5 tane çocuğuna da baksa bu setlerden yararlanamıyor, yani mesele aileyi ve çocukları korumak değil, kadının aileyi yıkmasının bedeli ödüllendirilmekte...

Sahiden bunlardan haberiniz vardı değil mi, bu da nereden çıktı yahu demezsiniz umarım, kendi iç dünyanız bu şekilde hallaç pamuğuna dönmüş, İstanbul sözleşmesi gitti diye neredeyse şükür namazı kılacaksınız...Eğer bir şükür namazı kılınacaksa Allah'ım bizden aldığın idrak ve akıl mekanizmalarımızı bize ver de bu zilletlerden kurtulalım diye secdeye kapanarak hakkın tarafı olmaya çalışın, yoksa helakin çok yakın olduğunu bilin derim...

Algı operasyonu, böylesi toplumlarda öyle bir gerçekleşir ki ruhunuz duymaz. Bu dediklerimin olmadığını anlatacak, böyle bir bilgi yanlıştır diyecek, Bakanlıktan en üst bir yetkili açıklasın da nasıl avutulduğumuzu kendi gözlerimizle görelim.

Yaşamın içinden bu uygulamaları onlarca örneklerle kanıtlarım, benim işim bu yardım alan ailelerin bakanlıktan hangi şartlar altında neden yardım aldıklarını, nasıl aldıklarını belgeleriyle incelemiş biri olarak konuşuyorum, fazla konuşmaya gerek yok ariflere tarif gerekmez, Arif olmayanlara da ancak bir Freud gerekir daha iyi hipnoz edip horul horul uyumaları için, o da benim işim değil ben rahatsız ederim...

Erol KEKEÇ/21.03.2021

 





17 Mart 2021 Çarşamba

KURBAN OLMAYI SİZ İSTERSİNİZ

 Beğeni yargıları, estetik beğeni ve fizyolojik hazlara dayanan yargılardır. Dolayısıyla haz alındığı için bir duygu ve fizyolojik istek her zaman doğru ve iyi kabul edilir. Oysa fizyolojik hazlar ve beğeniler ne iyi-kötü, ne de doğru ve yanlış kavramlarıyla izah edilen yargılarla anlatılır. İnsanlık içerisinde bu kavramların ve uygulamadaki karşılığı olan terimlerin anlamlarının ne kadar bilindiği ve anlaşıldığı da bir o kadar sorgulama konusudur.

Fetişlerin önünde hamuta kalkan ve o yaşamların kıskacında gözyaşı dökerek kendilerinden geçenler, duygusallıklarının kurbanı olarak her gün hayatlarından bir hücreyi kurban ederek dirhem dirhem idrak mekanizmalarını kaybederek bir nesneye dönüşürler. Nesneleşme sürecinin öncesinde aslında ciddi bir duygusal bağın olduğu ve bu bağlarla kazanılmış olan patolojik travmaların insan unsurunu tüketerek, sadece görünen bir kabuk kadavrayı bırakmasından kaynaklanır. Bu süreç önce insanın bilinç sürecinde ele alınıp sorgulanmalı, bu olmadığı zaman toplumsal yaşam kodlarını biçimlendirmeye başlar ki, ondan sonra bu sürecin etkisinden ve etkileme gücünden bağımsız bir hayat oluşturmak mümkün olmayacaktır. Peki bu sürecin, bir ahtapot gibi insani yaşamın insani olan kısmının tüm enerjisini çaldığı ya da sömürerek düşünsel kabiliyetleri tükettiği zaman, geriye kalan insan posasından yaratılan fetişlerin kıskacında can vermeyeceğini iddia etmek sizce ne kadar anlamlı ve gerçekçi olur.

Seçim imkânı ve idrak melekeleri dinamitlenmiş, tamamıyla yaratılan kutsallar üzerinden bir toplumsal değer algısı oluşturulmuş ortamlarda, her birey bir köle adayı olduğu gibi toplumlar da toplu olarak köle olarak yaşamalarına rağmen bunu anlayacak düşünsel mekanizmayı çalıştıramadıklarından kendilerine tanınan ömrü sömürülerek noktalarlar. Yaratılan kutsalların, yaşamın temel gıdası olarak algılandığı her toplum kendilerini imha planlarını kendi elleriyle imzalayarak sömürgecilerini ödüllendirerek yerde sürünmeyi adamlık diye tanımlayarak, bataklık bufaloları gibi temiz iklim ve oksijene hasret yaşarlar.

O zaman yeni bir ifadeyle, bu anlattıklarımızın üzerinde neden durma gereği duyduğumuzu hep beraber ele alalım. Duygusal anlatımların ardındaki dinamitleyici gücün bir sınır tanımazlığı göze çarpar. Çünkü düşünmeye sınır tanımak esastır. Serbest düşünme olarak ele aldığımız çağrışım, hayal ve rüya gibi düşünsel atılımlarda bile belirli bir sınır göze çarpar. Oysa Yaratıcı düşünme ve eleştirel kritiğe dayanan belli bir amaç doğrultusundaki düşüncelerde doğrudan bir hedef gözetilmektedir. Onun için de bu tarz düşünme kendi içinde kendi sınırlarını belirler, elde ettiği birikimin doğruluğunu değerini sınırlarını ve elde ediliş yöntemlerini sorgulayarak bu sürecin her aşamasındaki yargıları doğrulayarak ya da yanlışlayarak bir yargıya ulaşır. Bu yargı da doğrudan aklın ilkeleri gözetilir.Ör.1.Yargı: Bir insan konuşmalarında yalan söylüyor, uygulamalarında sadece kendisini düşünüyor ve kendi dışında kalanların onun hayatında bir değerinin olmadığını görüyorsanız; bu insan ahlaken bencil ve haz üzere yaşamı olan başkalarına faydasının olmayacağı yaşamındaki bu olumsuzluklardan yola çıkıldığında anlaşılmaktadır. O halde bu insana bu özellikleri devam ettiği sürece ahlaken güvenmek, ahlak dışı bir yaşamın sarmalanmış kobayları olunacağının göstergesidir. O zaman seçici ve ayıklayıcı olmak insan olmanın gereğidir. Çünkü insan aynı anda hem dürüst hem de dürüst olmayan bir kişilik ortaya koyamaz, koyarsa bu ahlaken çöküş ve çelişkiler ortamını doğurur. O halde bu eylemleri ayıklayacak ahlak değerleri ihtiva eden bir etik değer yargısına sahip olmak gerekir. Bu yargıdan yoksun ortamlarda her şey, duygusal beğeni ve fizyolojik haz debisinin şiddetine göre değerlendirilir ve bu ortamlarda her türlü toplumsal psikolojik ve ahlaki hastalıklar toplumsal omurgayı kemirir ve tüketir. Tükendikçe tükenişlerine sarılarak o tükenmişliği bir abideye dönüştürmek isteyen toplumlar da ancak kendilerinin bitmişliklerini yeni bir fetişe dönüştürerek onun önünde secdeye kapanarak kurtuluşlarının yakın olduğunu sanır dururlar. Sanırlar, çünkü sanının bir gerçekliği yoktur. Hiçbir uyaran ve gerçeklik yokken böyle bir tapınak oluşturmak ancak ve ancak kendileriyle alakalı idrakten çıkacak bir hakikatten yoksun olanların, karşılaşacağı halüsinasyondur. Toplumsal halüsinasyon yaşayan toplumların uyandırılması akleder duruma gelmesi ve kendisini sarmalayan bu sanrıların etkileme alanından çıkması ancak ve ancak, fizyolojik haz debisinde meydana gelebilecek düşüşle mümkün olur. Bu debinin gün geçtikçe daha bir düşerek kendi yatağında kaybolur hale gelmesi demek, debinin düşüşüne neden olan suyun başındaki bent kuranların oyunlarının tutmamasının olasılıklarının arttığının göstergesidir. Bu tutmayış belli bir düşünme ve kritik sonrası oluşan bulgular neticesinde kurulan denkleme göre ortaya çıkan sonuç olmadığı için, fizyolojik haz debi sahiplerinin ikna edilmesi imkansızlaşmış demektir. Çünkü bu ortamlar düşünerek karar veren ortamlar olmadığından bunlara göre bir şeyin doğru yanlış ya da iyi kötü olmasının ölçüsü, tamamıyla duygusal ve fizyolojik olduğundan bunları ikna yolu yeniden kazanayım demek gibi uğraşlar, boş bir çırpınışın ötesine geçmez.

Duygusallıkları ve fizyolojik hazları hedef alarak toplum mühendisliğine soyunanlar şunu bilsin ki, bu şekilde kazanılmış olanların kaybı da yine bu şekilde olur. Bu toplumlara akla mantığa ve eylemlere dönük verilecek mesajlar aynı şiddette geri döner.

Bu açıklamalardan sonra şunu ifade etmek isterim ki, ahlaki ve bilgisel yargılardan yoksun toplum yöneticileri şunu bilsinler ki, dijital çağın en önemli özelliği duygusallığın ve fizyolojik hazın doğrudan hedef olarak tanımlanmadığı çağ olacaktır. Bu çağın gözle görülür en belirgin yanı, önce akıl ve iletim sonrasında eylem ve zamanı kısaltarak hazzın zirvesine hızlı bir yolculuk yapmaktır. Birinci ve ikinci aşamayı dikkate almadan doğrudan haza yönelik uyaranlar karşılık bulmaz, çünkü bireysellik ve farkındalık çok hızlı, kendi dünyasında yaşamayı sizin tüm sahipliklerinize tercih edilecek bir yaşam düşlenmektedir. Böylesi bir çağın reaksiyona geçecek denklemi, sorunların çözüldüğü, mutluluğun yükselen grafik eğrisi çizdiği, toplumsal kaynaşmaya ihtiyacın olmadığı herkesin kendisine yetecek kadar bir dünya oluşturduğu, bu dünyanın içinde gözle görülür pozitif alandakilerin değerini kaybettiği ama dijital yaşamın gerçek yaşam olarak görülüp tüm hayallerin orada gerçek gibi yaşandığı bir yer olacaktır. Bu denkleme hitap etmeyen tüm mesajlar iflas edecek ve bu çağda reaksiyona girecek yolları kendi yüzüne kapatacak ve kendi ruhuna Fatiha okumak zorunda kalacaktır. Feodalitenin yıkıldığı çağın başında, feodal algı ve anlayışlardan uzaklaşmak kaydıyla yeni geleceğe yeni mesajlar ve yeni dillerle yeni yürekler gerekli, bunları taşıyan ve taşıyacak olanlara, dijital çağı temsilen merhaba diyorum…

Erol KEKEÇ/17.03.2021/00.20


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!