“Siz O’na yardım etmezseniz,
Allah O’na yardım etmiştir. Hani
kâfirler ikiden biri olarak O’nu
(Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi
mağarada olduklarında arkadaşına
şöyle diyordu: Hüzne kapılma, elbette
Allah bizimle beraberdir. Böylece Allah
O’na huzur ve güvenlik duygusunu
indirmişti. O’nu sizin görmediğiniz
ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin
de kelimesini(inkâr çağrılarını alçaltmıştı)
Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır.
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve
hikmet sahibidir.” Tevbe: 40
Gecenin karanlığında ışıkları olmayan bir aracın yürüme
imkânı nasıl ki yoksa ümidini kaybedenlerinlerinde yürüme imkânı
yoktur. Ümidini yitirenler, ellerindeki ve gönüllerindeki aydınlatıcı
tüm ışıkları söndürmüş olanlardır. Bu insanları çevreleyen tabaka,
tamamıyla korku, endişe ve kaygılardan oluşmaktadır. Bu zarla
çevrelenmiş olanlar, bu zarı delmedikçe hakiki yaşamla kesinlikle
tanışmayacaklardır.” Ümidini kaybedenler ancak kâfirlerdir.”
Müminlerin böyle bir sıkıntısı olmamalıdır. Şayet mümin
olduğumuzu iddia etmemize rağmen etrafımız bu tarz tabakalarla
çevrilmiş ise, orada bir iman sorunu var demektir. Hüzünlenmek ile
ümitsizliği birbirinden ayırmak zorundayız. Müminlerde hüzünlenir
üzülür, hatta İslam tarihinde peygamberimizin, amcası ve hanımı
Hatice’yi kaybettiği yıllar hüzün yılları olarak anılır. Ama kesinlikle
ümitsizlik yılları olarak bilinmez. O halde müminlere düşen görev,
kesinlikle ümitsizliğe kapılmadan sabır ve sebatla yardımı Allah’tan
gözlemektir.
Dağların zirvesine tırmanıyorsun, ayakların basacak bir çakıl
ya da taş bulamadı; ayaklarınla vura vura bir çukur kazabilir ve merdiven
basamakları gibi ayağını oraya koyup rahatlayabilirsin. Sakın
ha ellerini bırakayım deme, çünkü sen tüm ümidinle bu yola çıktın,
bu yolda yürüyememenin ilk koşulu ümitleri kaybetmektir. Bu
durumda olan biri nasıl ki, yolun aşındırılmasının direnmek ve
sabretmek olduğunu bilmesi gerekiyorsa, hayat yolunda ilerlemenin
ve hız kesmeden yol almanın koşulu ümidi kaybetmemektir. Ümitlerimizi
kaybettiğimiz zaman altından kalkamayacağımız bir ağırlık
omuzlarımızdan aşağıya baskı yapar bizlerde onun ağırlığı altında
inim inim inleriz. Bu inilti ve horlamalar hayatın son basamaklarıdır
ruhsal açıdan. Ruhsal güveni kaybetmiş bir insandan fiziksel bir güç
ve güven bekleyemezsiniz, öncelikli olarak ruhsal güvenin zirvelere
çıkması gerekir. Ruhsal güven, Allah’ın ruhundan üflendikten sonra
insanı insan yapan güvendir. Toprakken hiçbir değeri olmayan bir
varlık, ne zaman ki Allah’ın ruhundan üflendi kendisine, o zaman
tüm meleklerin secde edeceği bir duruma geldi ve doğrudan Allah
ile irtibatlandı. Yani tüm gıda ve ruhsal yaşam iksirini Allah’tan aldı
ve ümidi sonsuzluğu arzular oldu. İşte insanın bu sonsuzluğu arzular
yönünü törpüleyerek, sadece bir kul olduğunu ve Rahmandan
ümidini kesmeden yoluna devam etmesi gerektiğini bilmesi, onun
mücadele sürecinin daima yenilenmesidir.
Her geceden sonra mutlaka bir gündüz vardır, her zorluktan
sonra bir kolaylık, her kışın ardından baharda çiçekler açar etraf
yeşilliklere bürünür. Ummadığınız yerden taşların oyuklarından
Rahmanın sular akıttığını görmedin mi? Ölü bir toprağın üzerine
bulutları gönderdiğinde, nasıl ki yağmur yağıp o toprak canlanıp
çayırlar çimenler yeşillikler, hayvanlarınızın ve sizin için güzel bitkiler
var ediyorsa, sizin ümitlerinizi kaybetmediğiniz ruhsal
hayatınızın içinde, sizler için nelerin gizli olduğunu nerden bileceksiniz.
O halde insanın görevi en zor şartlarda bile, rahmanın kendisini
koruyup kolladığını bilerek yaşamaktan başka çaresi var
mıdır?
EROL KEKEÇ
2010-ÇENGELKÖY/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder