Aklından gerektiği gibi faydalanan toplumları, sürekli sömürmek ve onları galeyana getirecek duygusal sloganlarla kullanımında sınır olmayan halk gibi, kanını emerek onlardan faydalanma şansınız yoktur. Âmâ akıldan yoksun kitleleri, harekete geçiren duygusal uyaranlarla sürekli kullanmanız ve onların kanlarının son demine kadar onları sömürmeniniz çok kolaydır. Onlar, Balık hafızalı dedikleri türdendir.
Neden, İnsani yaşam uyaranlarına önem
veren toplumlarda, sosyal uyarıcılar yaşam kalitesine hizmet etmediği sürece,
insanların yaşamında bir etkiye dönüşmemektedir. Çünkü bu ortamlarda toplumsal bilinç,
duyguların harekete geçirdiği anlık hazları doyuran bir algı değildir. Yaşamın
istikrarını bozmadan düzenli ve devamlılığı olan bir yaşam standardının
belirleyen ölçüsü olarak görülür. Ondan dolayıdır ki, toplumsal bilinç
oluşuncaya kadar tüm halk olarak büyük acılar yaşarlar ama bu acıların etkisi
onları doğru seçim yapacak duruma getirdiği andan sonra, akıl yaşamlarının
dümenindeki kaptan olur. Hayat kural ve hukuka göre devam eder. Ahbap çavuş ilişkisiyle,
toplumsal hayatı etkileyen kurumsal işleyişler sürdürülmez. Herkes kendisine
verilmiş olan statünün rollerini toplumsal hukuk ve mesleklerinin toplumsal
yaşamdaki eşgüdümü çerçevesinde oynar. Çünkü toplumsal hayatın sürekliliğinin,
böyle bir etkileşim ve işleyişle ancak mümkün olduğunu bilerek, tamamıyla akılcı
bir yaşam ortaya koyarlar.
Akılcılığın, hayatın sürekliliğinin
oluşmasında toplumsal belirleyici, en önemli uyaran olarak görüldüğü ve tercih
edildiği ortamlarda, her gelenin keyfine göre duygusal ve ideolojik sloganlarla
toplumu sömürmesi ve onları kullanması mümkün değildir. Çünkü bu ortamlar, her
şeye düşünce temelinde ve tutarlı yaşam ölçeğinde ortaya çıkacak geçerli kalıcı
genele dönük fayda boyutunda bakarlar.
Böylesi toplumlar ne yazık ki, batıda
gözümüze çarpmaktadır. Batı dışında
Güney Asya ve uzak Asya’da da görülür. Batı bugünkü yaşamını geçmişte kendi
içindeki soylu mücadelesine borçludur. Sömürgecilik yaparak yönetimlerinin
başka toplumların kaynaklarını sömürmesinin adı değil, onurlu mücadele… Ancak
Ortaçağda dini dogmatik dayatmacı bir algının zulmünden kurtulmak için az can
vermediler. Bilimsel doğrular Kilisenin açıklamaları ile örtüşmüyorsa bilim
olarak görülmedi. Bu düşünce ve buluşlarında ısrarcı olanlar bedelini çoğu
zaman canlarıyla ödeyerek, bugün ki yaşamların bedelini o zaman ödeyerek
sonraki nesillerine armağan ettiler. Dolayısıyla bedeli çok pahalıya mal olmuş
toplumlardan bu hayatları almak isterken, uğruna nasıl mücadele edildiğini ve
kurbanlar verildiğini anlamadan o yaşamlardan oluşturacağınız hayatlar, sizler
için çok yapay ve anlamsız olacaktır. Bedelini ödemeyenler o hayatların
kıymetini anlayamazlar. Biz bedelini ödemediğimiz bir yaşamı, kendi
topraklarımızın yönetimlerinden talepte bulunuyoruz. Hiçbir yönetim, toplumsal
menfaatleri korumak ve toplumsal aidiyet kimliğinin sürekliliğini devam
ettirmek için oluşmamışsa, size böylesi imkânlar sunmayacaktır. Üçüncü dünyanın,
yönetenleri tarafından, atanmış olan ama halkları tarafından seçildikleri
sanılan yöneticileri zaten bu talepleri asla karşılayamazlar. Dolayısıyla
Üçüncü dünya ülkeleri öncelikle kendi yönetim anlayışlarını belirleme yetisine
sahip değilken, ortaya konulmuş seçenekler arasından, tercih ettikleri ile
sürekli mutlu olacakları bir ortamın geleceğini bekliyorlarsa; bu arzularına
asla kavuşamayacaklardır. Şayet karşılaşırlarsa bunu bir ganimet bilmeleri gerekir.
Olumsuzluklarına bakarak üzülmek boşa heder olmak olur.
Bu örneklemelerimden sonra özellikle
üçüncü dünyanın ithal edilmiş yönetim algılarıyla, yerel yönetimlerini
seçtiklerini sanan halklar, bu gafletlerinden uyanmaları ve kendilerine
gelmeleri gerekir. Bir yönetim biçimi başka yerden alınmaz. Yönetim toplumun
kendi coğrafi kültürel ve tarihsel köklerinden ortaya çıkan bir kaderdir.
Toplumların süreklilik kazanmış alışkanlıklarıyla örtüşmeyen ve onlar üzerinde
etkileyici ve belirleyici izler bırakacak kadar içselleştirilemeyen
yönetimlerin, toplumsal sürekliliği sağlaması düşünülemez. Onun için, toplum
olarak insanlar yaşadıkları ortamlardaki kemikleşmiş yanlışlara karşı mücadele ederek,
doğruyu bedel ödeyerek ortaya çıkarmazlarsa, pansuman için başka yerden gelecek
pamukların ve sargı bezlerinin hiçbiri, o ortamların kanayan yaralarındaki
kanları durdurmaya yetmeyecektir. Bizim toplumda, bu gruplar arasındaki yerini,
duygusal refleksleri çok baskın olmasıyla çoktan almıştır.
Yönetim demek, arada bir yönettiği
halka doğru olduğu sanılan bir günlük haz aldırmak değil. Yönetim, doğruların süreklilik kazandığı,
yanlışların arada bir ortaya çıkmasının topluma hiç denecek kadar etkisinin
olmadığı, bir yaşam alanı oluşturmaktır. Bu tür yönetimler, emek harcanarak
uğruna bedeller ödenerek ortaya çıkan yönetimlerdir. Buralarda toplumsal yaşam
bir rutine girmiştir. Aksaklıklar, yok denecek kadardır, toplum içinde sarsıcı
ve psikolojik sarsıntılar oluşturacak düzeyde etkileyici olmazlar. İnişli
çıkışlı günlük haftalık, insanların yaşam içindeki tabakaları değişecek düzeyde
ani toplumsal haraketliliklere rastlayamazsınız.
Dolayısıyla haklar, kazanılarak elde
edildiği için, onların korunmasının gerekliliği de bir o kadar kutsal olur.
Devlet en güçlü ve üstün toplumsal kontrol sistemi olarak, insanların bu
kazanımlarını koruma ve devamlılığını sağlama görevini kendi üzerine alır. Devlet,
bahanelerin üretildiği ve şikâyetlerin yapıldığı bir makam olmaktan çıkıp,
doğrudan sorumlulukların en üst düzeyde yerine getirildiği, soyut ve
genelleşmiş karizmatik kimliğe bürünmüştür. Devletin, bu kimlikle
tanımlandığı yerde, insanların yeryüzünde güvende sınır tanımayacağı en üst düzeyde
görünmez bir güce, sorumluluklarını devretmenin bilinciyle yaşadıklarına şahit
olursunuz. Kendisi gibi herkesin düşünmediğini inanmadığını çok iyi bilir, ama
onlardan kendilerine bir zararın dokunmayacağını da bilirler. Çünkü insanlar
kendilerini korumak ve gelecek tehlikelere karşı en üst düzeyde kendileri adına
kendilerine sahip çıkan bir kontrol sisteminin varlığının olduğunu bilirler.
Devletin insanlar tarafından bu düzeyde algılanması ve ona karşı sorunsuz bir
güven duygusu oluşturmalarının gerisinde, belli bir çaba ve emeğin onlara
kazandırdığı bu gücün yanlış yapma ihtimalinin olmadığına inanmış olmalarıdır. Eğer
insanlar kendi yönetimlerini kendi ortamlarındaki kültürel tarihi ve coğrafi dinamikleri
dikkate alarak kendi köklerinden gelen bir değer olarak görürlerse devletin
kendilerine yanlış yapacağına inanmıyorlar. Yanlış yapma ihtimalinin olma
olasılığını atlamıyorlar, ancak sorumluluğu devlete yüklemiyorlar, çünkü devlet
işleyen bir sistem olarak görülüyor, yanlışları şahısların beceriksizliğiyle
ilişkilendirerek akılcı bir eylemle, yöneticilerini hemen değiştirebiliyorlar.
Şayet sistem günün koşullarına göre ihtiyacı karşılayamaz durumda görünüyorsa,
bunun içinde ideolojik saplantılardan uzak, bilimsel raporlar doğrultusunda
aksamaların olabileceği bölümleri yenileyebiliyorlar. Çünkü devleti kendileri
ortaya çıkarıyor ve kendi sorumluluklarını ona vererek, herkes için kurallı bir
hayatın devamını istiyorlar. Devlet bu görevleri yerine getirdiği zaman kimse
başkasının işine karışmıyor, herkes kendi sorumluluk alanında yapması gerekenin
en iyisiyle uğraşıyor. Çünkü devlet, insanların kendilerine bir ayrıcalığın
sunulması için ele geçirilmesi gereken makamlar olarak görülmüyor. Aksine
kimseye ayrıcalık tanınmaması için organizeli bir güce sorumluluklarını
devrederek böylesi olumsuzlukları ortadan kaldıran sistemin kendisidir. İşte,
batı bu duruma gelebilmek için duygusal sloganlarla yaşamaktan kurtulup, aklı
hayatın dümenine oturttukları için, bedelini geçmişte ödeyerek güven
duyacakları sisteme kavuşmuşlar. Bu gün o sistem, kendilerini kendilerinden
fazla koruyor. Oysa biz ve bizim gibi toplumlarda durumun hiç iç açıcı
olmadığına aklı dengesi yerinde olan her insanoğlu bunu rahatlıkla fark
edecektir.
Bugün toplum olarak kıvranıyoruz.
Herkes iktidar şöyle olmalı böyle olmalı, kimisi daha ne yapsın yapmadığı bir
şey kalmadı, gözünüze dizinize dursun, siz vatan hainisiniz gibi duygusal
reflekslerle, karşılıklı saldırı oklarını kınlarından çıkarıp ok atma derdindeler.
Çünkü burada, devlet kendi güvenirliğini oturtup insanların hepsinin hak ve
hukuklarını garanti altına alarak, onlara huzurlu ve standart bir yaşamı herkesin
kendi sorumluluk alanı içinde yapacağının en iyisini yapması için bir zeminini
oluşturamadığından, hep eleştirinin odağında kendisi olmuştur. Devletin bu
eleştirilerin odağından çıkması için, İktidara gelecek olan herkesin kendi
taraflarına ayrıcalıklı imtiyazlı bir ortam oluşturma anlayışından çıkması
zorunludur. Şu ana kadar biz kendi ülkemizde böyle bir algının varlığına şahit
olamadık. Her gelen iktidar toplumsal yaşamın kalitesini yükseltmek ve
insanlara en iyi ortamı sunmak için gelmedi, onlar devletin imkânlarını
kullandı, birazda biz kullanalım kendi adamlarımızı kurumlara sokalım diye
didindiler ve bu ahlak dışı insanlıktan uzak çıkışlarını da hep meşru temeller
üzerine oturmak isteyip savundular. Bunda hiçbir istisna tutmuyorum, tüm
iktidarlar bunun alasını yaptı, kimisi çok aşırı gitti, kimisi korkudan göze
alamadı, ama günahları hep ortak oldu.
Devletin bir sistem olarak oluşması halinde,
bunların varlığını göremezsiniz. Oysa bizim ülkemizde sistem diye bir şey
yoktur. Kişilere ve politik görüşlere göre, ilkokul öncesi çocukların bazen
yetersiz kaldığı ama gün içerisinde sürekli yapıp bozarak oynadığı bir yapbozdan
farkı olmayan bir geleneğimiz var. Bu gelenekten bir devlet çıkaramazsınız.
Yeri geldiği zaman üç bin yıllık devlet geleneği olan, asıl devleti yöneten bir
ihtiyarlar meclisi var vs. gibi efsanelerden bahsedenler çok olur, ancak
yaşadığımız hayata baktığımız zaman, vaktin birinde bir dağın başında kimsenin
gitmeye cesaret edemediği bir dev yaşarmış, bu dev o kadar güçlüymüş ama onu
gören kimse olmamış, çünkü onu gören hiç yokmuş, görmek için giden de bir daha
geri gelememiş… Gibi anlatılan masallardaki gibi bir devlet geleneğimiz olduğu
kesin gerisini anlatmayayım…
Devlet, kutsanan görünmez ama
yaptırımları can yakan hayatı çekilmez kılan, her şeyin kendisi için olduğuna
inanan bir dev değildir. Devlet yaptıkları ve ortaya koyduklarıyla insanları
huzurlu yaşatarak kutsanan bir hayatı ortaya çıkaran görünmeyen ama merhameti
her yerde hissedilen herkese yuva ve kol kanat olan topraktır. Toprak gibi
bağrına basmayan bir devlet, devlet değil, ancak ceberut kutsanmış, yanına
gideni yok eden bir dev gibidir. Biz, duygularıyla Devletin başına gelenleri uçuran,
akılla düşündüğünde imha eden şakşakçıların seçtiği bir yönetici ve o
yöneticinin işlettiği bir sistemi devlet olarak görmek istemiyorsak, o zaman ortaçağ
Avrupa’sında Kiliseye karşı bedel ödeyen aydınlanma çağıyla rasyonalitenin
egemen olduğu dönem gibi bir döneme girmek zorundayız. Bizim karanlık çağımız
duyguları tavan yapmış ideolojik, adaletten uzak, çamuru kendi tarlasındansa
çok güzel, ama gül başka bahçede açmış ise hiç kokusu olmayan çok kötü bir
çiçek diyerek etrafı karartan bu karanlık ortaçağ bataklığından aklın aydınlık
yanında buluşmaya ihtiyacımız var. İşte o aydınlık ortamda erdemliler bir araya
gelir, erdemlilerin oluşturacağı sistem, akıl ahlak bilim adalet ve huzur
temelinde yükselen bir abide olur. O zaman kutsanan devlet değil, insanların
yaşamına dokunarak kendiliğinden kutsanan bir sistem ortaya çıkar.
Biz duygusunu bizim gibi toplumlar
çok yanlış algıladık; biz, yanlışlarda ortak hareket edip, karanlıklarımızın
aydınlığa çıkmasını önlemek değil, aydınlık yanlarımızı ne pahasına olursa
olsun, hep birlikte sahiplenerek sonrakilere miras bırakacak ortamlar
oluşturmamız olarak anlamak zorundayız. Çıkarlarının fanatik savunucusu olanlar,
bu tavırlarını ortak menfaat olarak başkasına dayatarak, doğruluğun ölçüsünün
sadece kendisi ve taraftarlarından olmadığını aklıselimle anlamanın
kaçınılmazlığını idrak ederek yaşamalıyız. Doğruluk, bir sistemin uygulamalarından
ortaya çıkacak yargıların gerçek yaşamda karşılığın olması olduğunu, aklımızla
ortaya çıkaracağız. Hırsların etkisiyle kök salan duyguların, karanlık bir
yaşam alanı oluşturmanın ötesinde, herhangi bir icraatının olmadığını
kavrayacağız. Bu karanlıkların aydınlanması için kaybedeceğimiz menfaatlerin
gitmesinden korkmadan, herkesi aydınlatacak ve geleceğe taşıyacak bir sistemin
devamlılığı için ödenecek bedellere hazırlıklı olacağız ve ondan sonra evrensel
bir sistemin bizim toplum için gerekliliğinin önemini kavrayarak herkesi
kucaklayacak bir devlet anlayışının gelişmesi için, çıkar iskelesine demirlemiş
olan gemilerin hepsini yakarak, yeni gemilerle denize açılacağız. İşte o zaman
göreceksiniz ki, hiç ummadığınız ortamlardan küçük çıngılar, koyu karanlık bir
yaşamı aydınlatmak için meşale olarak yanacaklar…
Biz böyleydik, böyleyiz gibi
kendimizi dev aynasında görüp kendimizle yüzleşmeyi hiç düşünmediğimiz
yaşamımızla barışacağız. Yarınlar için umut dağıtmaktan uzaklaşıp bu gün
insanlığa dokunduracağımız bir faydayı ele alacağız. Bu günü imha edenlerin
yarınları kurtarmayı bırakın, yarınlarda olmayacakları bir yaşamı nasıl
kurtaracaklarını anlamalarına katkı sağlayacağız.600 yıllık imparatorluktuk
yine oralara doğru gidiyoruz gibi kendi kendimizle ironi yaparak yaşamanın
kimseye bir faydasının olmadığını kavramak zorundayız. Köse torun dedesinin
sakalıyla övünürmüş, ”benim dedemin bir sakalı varmış ki, mübarek ta… Dizine
kadar uzanıyormuş, nurlu bir insanmış gibi masalları insanlara anlatarak,
insanların en kıymetli değeri olan sermayelerini çalarak onları iflasa mahkûm etmeyeceğiz…
Toplumun iflas ettiği bir yerde yönetenlerin ve yönetimin karı söz konusu olamaz.
Anneden göbek bağı ile beslenen bir çocuğun yaşaması için nasıl ki göbek bağı
ile anne arasında bağ olmalı ki çocukta yaşasın… Yönetimlerin yaşaması da
toplum ile arasındaki göbek bağına bağlıdır. Bu bağı koparan yönetimlerin
hiçbirisi yaşamamıştır ve de yaşayamayacaktır. Manipülasyonlarla insanların
gerçek bilgi akışını değiştirip, onları bir yere kadar belki yönlendirebilirsiniz,
âmâ akıl duvarına tosladığı ve o bilgilerin gerçek kimliği anlaşıldığı zaman o
duvarı aşmanız imkânsızdır. Ne yazık ki, bazı yönetimler halkı ile bu göbek
bağını kopardığı, yöneticilerin etrafındaki soytarıların şaklabanlıkları ve
sirk maymunu gibi daldan dala atlayarak insanları hipnoza çalışmaları,
yönetenleri var etmeyecektir. Soytarıların geçim kaynağı sirklerde ne kadar bulunup,
onları seyretmek için gelen seyircilerden alacağı alkışa bağlı olduğu için,
onlar ha bire yöneticilerini bu oyunlarla avutarak karanlıkları aydınlık gibi
sunmaya devam ederler. Ancak göbek bağı kesildiği için nasıl ki çocuk ölü doğacaksa,
bu yönetimlerin sonuçta karşılaşacağı son, ölü doğan çocuklardan farklı
olmayacaktır.
Biz, bu olumsuzlukların kendi
toplumumuzda oluşmaması için, düşünsel yoğunluklarımızı bir ideal olmanın
ötesinde, reel yaşamda karşılığı olacak önermelerle güncellemeliyiz ki,
kutsanmış devleti değil, kutsanan sistemin oluşması için bir adım atmış olalım…
Yoksa gelecek günlerin vaat edilen aydınlıkları, bulunduğumuz dönemin
üzerimizdeki bulutlarını ve karanlıkları götürmeye yetmeyecektir. Geçmişin
Güneşiyle de bu günün bulutlarının giderilemeyeceğini bilerek, kendi
dönemimizin güneşiyle buluşup onunla aydınlanıp ısınalım, yoksa parçalarımızın
hangi devin kazanında kaynayacağını hesap edecek zamana hasret kalabiliriz…
Son olarak, daha fazla ayrıntıya
girmeden diyorum ki, duygusal hırslarımızın karanlıklarını, aydınlık ufukların
kaptanlığına aklı getirerek kendimize gelelim ki, yarınlara söyleyecek bir
sözümüz olsun… Yarınlar, ana sütü gibi arı duru halis ve katıksız insanlık
huzurunu taşıyan, erdemliler limanında bekleyen, adalet gemisiyle okyanuslara açılacak,
inançlara sığınmayan ama inançları özgürce yaşayacağı ortama taşıyarak,
geleceğe giden bu gemide yerimizi acilen alalım…
Mevla’m ne eylerse güzel eyler, güzel
günlere kavuşmak ümidiyle selam saygı muhabbet ve dualarımla…
Erol KEKEÇ/24.03.2022/02.16