Bir toplumun adaletsizlikle yok oluşuna tanıklık eden bir insanın, dağın tepesinde içsel huzuru arayışı...
Yaşamın Sırtıma Yüklediği Yorgunluk
Hayat beni öylesine yordu ki artık bu toplumun bir parçası
olmak bile ağır geliyor. Neden bu kadar yoruldum? Çünkü adaletsizlik, haksızlık
ve zulüm karşısında sessiz kalan bir toplumda, haykıran olmak yıpratıcıdır.
Yıllar boyu bu toplumda adalet için, doğru için, insanlık için bir şeyler
söylemeye çalıştım. Ancak zamanla anladım ki sesim yankılanmıyordu; koca bir
boşlukta kayboluyordu.
Toplumun sessizliği içimde bir yangına dönüştü. Suskunluk,
teslimiyet, kabulleniş... Bunlar bana her gün biraz daha ağır geldi. Kendimi
yalnız hissetmeye başladım. Çünkü bu adaletsiz düzende, başkaldıranların yalnız
olduğunu öğrendim. Ne zaman ki sustum, o zaman anladım: İnsan, bu dünyanın
içinde kaybolduğunda, sesini kaybettiğinde, ancak kendi içindeki sessizlikle
yüzleşebilir.
Artık bu toplumda nefes almak bile zor geliyordu. Herkes
haksızlığa boyun eğiyordu; ben başkaldırmaya çalıştıkça, daha da yorgun düştüm.
İnsanların yüzlerinde adaletsizliğe karşı bir umursamazlık, bir boş vermişlik
vardı. Bu sessizlik beni her geçen gün daha fazla içine çekiyordu. Ve bir gün,
bu dünyadan uzaklaşmak gerektiğine karar verdim.
Zulme Başkaldıran Bir Hayat
Hayatım boyunca hep inandığım doğruların arkasında durdum.
Adaletsizlik karşısında susmak, insanlık onuruna yapılan en büyük ihanetlerden
biridir diye düşündüm. Öyle ki, sesimi yükselttiğim her an, içimdeki bu inanç
daha da güçlendi. Ama bu toplumun suskunluğu, benim çığlığımı boğdu. Zalimin
karşısında eğilenlerin içinde, yalnız bir adam olmak zordur.
Her geçen gün, insanlar daha fazla susuyor, daha fazla
kabulleniyordu. Zalimin yanında saf tutmak, bu toplumun geleneği olmuştu.
İnsanlar, adaletsizlik karşısında eğilmekten utanmıyorlardı. Ama ben her başımı
kaldırdığımda, bir başka tokatla yere çakılıyordum. Zulümden kaçan değil, zulme
direnen bir insan olmanın bedeli ağırdır. Yalnızlık, dışlanma, acı...
Zamanla, çevremdeki insanlar da değişti. Artık kimse,
adaletten bahsetmez olmuştu. Adalet yoksa, insanlık da yoktur. Ama insanlar, bu
gerçeği görmektense gözlerini kapamayı tercih etti. Zalimlerin karşısında
ezildikçe, onlar daha fazla susmayı seçtiler. Zulümle yaşamaya alışmak, insan
ruhunun çöküşüdür. Ve ben, bu çöküşün ortasında durdum.
Amipsel Bir Hayatın İçindeki Sessizlik
Toplum, artık sadece bir kalabalık hâlinde sürükleniyordu.
Hayat, onlar için bir varoluş mücadelesi değil, sadece nefes almak için
sürdürülen bir amipsel varlıktan ibaretti. Herkes kendi küçük hayatına
çekilmiş, sadece hayatta kalmak için yaşıyordu. Ama bu hayat mıydı? Hayatta
kalmak, var olmakla eşdeğer midir?
Bu soruları her gün kendime sordum. Neden insanlar bu kadar
suskun? Haksızlık, zulüm, adaletsizlik her yerdeyken, neden kimse karşı
çıkmıyor? Cevap basitti: Çünkü bu toplum, sessizliği öğrenmişti. Sessizlik, bir
yaşam tarzı olmuştu. Adaletsizlik karşısında susmak, onların hayatta kalma
stratejisi haline gelmişti.
Amipsel bir hayat, yaşamak değil sürüklenmektir. İnsanlar,
zulme boyun eğdikçe kendi insanlıklarından bir parça daha kaybediyorlardı. Bu
hayat, bana göre değildi. Ben başkaldırmak istedim, adaletsizlik karşısında
durmak istedim. Ama gördüm ki, bu toplumun çoğu, haksızlık karşısında boyun
eğmeyi öğrenmiş.
Onların suskunluğu, benim içimde bir boşluğa dönüştü. Bu
boşluk, her gün biraz daha büyüdü. Bir gün geldi ki, onların arasında var
olmanın bana yük olduğunu fark ettim. Artık bu toplumun içinde olmak istemiyordum.
İnsanlar, adaletsizlikle yaşamayı kabullenmişlerdi. Ben ise bu kabullenişin bir
parçası olamayacaktım.
Dağın Sessizliğinde Kendi Ruhumla Baş Başa
Toplumun boğucu havasından, adaletsizliğin susturduğu
kalabalıklardan kaçmak zorunda hissettim. Bir dağın tepesine çekildim. Doğanın
sessizliğinde, sadece kendi iç sesimi duymak için kaçtım. Artık yalnız kalmak
istiyordum. Çünkü insanlar, benim ruhumda derin yaralar açmıştı. Doğanın
içinde, sessizliğin ortasında, sadece kendimle kalmak istedim.
Dağın tepesindeki mağarama sığındım. Burada, sadece doğanın
sesini duyabiliyorum. Rüzgârın, kuşların, suyun sesi... Hepsi, bana içimde
unuttuğum bir huzuru hatırlattı. İnsanlardan kaçışım, aslında kendime
dönüşümdü. Doğa, bana gerçek huzuru sundu.
Mağaramda, her sabah doğan güneşi izlemek bile bir mucize
gibi geliyor artık. Çünkü bu dünyada sadece doğa saf ve temizdir. İnsanların
bozulmuş dünyasından uzakta, sadece doğanın içinde var olmayı seçtim. Bu
sessizlik, bana yıllardır aradığım huzuru verdi. İnsanlardan uzaklaştıkça,
kendi içimde daha derinlere indim. Artık, insanların dünyasında yaşamanın bana
göre olmadığını biliyorum.
Yedi Uyurlar Gibi Hissetmek
Bazen kendimi Yedi Uyurlar gibi hissediyorum. Toplumdan
tamamen kopmuş, bir uykunun içindeymişim gibi... Onlar, dışarıda kendi
hayatlarını sürdürürken, ben bu mağarada, kendi iç dünyamda kaybolmuşum.
Onların dünyasına ait değilim artık. Benim yerim burası, bu dağın tepesinde,
sessizliğin içinde.
Yedi Uyurlar gibi, belki de bir gün uyanacağım. Ama o gün
geldiğinde, bu dünya nasıl bir yer olacak? İnsanlar, hâlâ adaletsizlikle
yaşamayı kabullenmiş mi olacak? Yoksa, bir değişim mi yaşanacak? Bu soruların
cevabını bilmeden yaşıyorum. Ama artık bu sorulara bir cevap aramıyorum. Çünkü
kendi iç sesimi buldum.
Toplumdan uzaklaştıkça, bu soruların anlamını yitirdiğini
fark ettim. Onlar, kendi dünyalarında yaşasınlar. Ben, burada, doğanın içinde,
sessizlikle barışık bir hayat süreceğim. Belki bir gün, bu sessizlik bana
hayatın gerçek anlamını fısıldar.
Sessizlikteki Huzur ve Toplumun Çöküşü
Zamanla, sessizlik içimde bir huzura dönüştü. Artık
insanların dünyasındaki kaosun, adaletsizliğin, zulmün bana ulaşmadığını
hissediyorum. Doğa, bana kaybettiğim insanlığı geri verdi. Sessizliğin içinde
kendi varlığımı buldum.
Toplum ise, her geçen gün daha fazla çöküyor. Adaletsizlik
büyüyor, zulüm artıyor. İnsanlar, bu karanlık dünyada sessizce kayboluyorlar.
Ama ben, bu çöküşün dışında, kendi içimde var olmayı öğrendim.
Bahadır Hataylı/Eylül-2024/Namazgah/İST