21 Ekim 2024 Pazartesi

İçimdeki Çığlık-Sessizlikte Kaybolan Bir Ruhun Öyküsü

 



Bir toplumun adaletsizlikle yok oluşuna tanıklık eden bir insanın, dağın tepesinde içsel huzuru arayışı...

Yaşamın Sırtıma Yüklediği Yorgunluk

Hayat beni öylesine yordu ki artık bu toplumun bir parçası olmak bile ağır geliyor. Neden bu kadar yoruldum? Çünkü adaletsizlik, haksızlık ve zulüm karşısında sessiz kalan bir toplumda, haykıran olmak yıpratıcıdır. Yıllar boyu bu toplumda adalet için, doğru için, insanlık için bir şeyler söylemeye çalıştım. Ancak zamanla anladım ki sesim yankılanmıyordu; koca bir boşlukta kayboluyordu.

Toplumun sessizliği içimde bir yangına dönüştü. Suskunluk, teslimiyet, kabulleniş... Bunlar bana her gün biraz daha ağır geldi. Kendimi yalnız hissetmeye başladım. Çünkü bu adaletsiz düzende, başkaldıranların yalnız olduğunu öğrendim. Ne zaman ki sustum, o zaman anladım: İnsan, bu dünyanın içinde kaybolduğunda, sesini kaybettiğinde, ancak kendi içindeki sessizlikle yüzleşebilir.

Artık bu toplumda nefes almak bile zor geliyordu. Herkes haksızlığa boyun eğiyordu; ben başkaldırmaya çalıştıkça, daha da yorgun düştüm. İnsanların yüzlerinde adaletsizliğe karşı bir umursamazlık, bir boş vermişlik vardı. Bu sessizlik beni her geçen gün daha fazla içine çekiyordu. Ve bir gün, bu dünyadan uzaklaşmak gerektiğine karar verdim.

Zulme Başkaldıran Bir Hayat

Hayatım boyunca hep inandığım doğruların arkasında durdum. Adaletsizlik karşısında susmak, insanlık onuruna yapılan en büyük ihanetlerden biridir diye düşündüm. Öyle ki, sesimi yükselttiğim her an, içimdeki bu inanç daha da güçlendi. Ama bu toplumun suskunluğu, benim çığlığımı boğdu. Zalimin karşısında eğilenlerin içinde, yalnız bir adam olmak zordur.

Her geçen gün, insanlar daha fazla susuyor, daha fazla kabulleniyordu. Zalimin yanında saf tutmak, bu toplumun geleneği olmuştu. İnsanlar, adaletsizlik karşısında eğilmekten utanmıyorlardı. Ama ben her başımı kaldırdığımda, bir başka tokatla yere çakılıyordum. Zulümden kaçan değil, zulme direnen bir insan olmanın bedeli ağırdır. Yalnızlık, dışlanma, acı...

Zamanla, çevremdeki insanlar da değişti. Artık kimse, adaletten bahsetmez olmuştu. Adalet yoksa, insanlık da yoktur. Ama insanlar, bu gerçeği görmektense gözlerini kapamayı tercih etti. Zalimlerin karşısında ezildikçe, onlar daha fazla susmayı seçtiler. Zulümle yaşamaya alışmak, insan ruhunun çöküşüdür. Ve ben, bu çöküşün ortasında durdum.

Amipsel Bir Hayatın İçindeki Sessizlik

Toplum, artık sadece bir kalabalık hâlinde sürükleniyordu. Hayat, onlar için bir varoluş mücadelesi değil, sadece nefes almak için sürdürülen bir amipsel varlıktan ibaretti. Herkes kendi küçük hayatına çekilmiş, sadece hayatta kalmak için yaşıyordu. Ama bu hayat mıydı? Hayatta kalmak, var olmakla eşdeğer midir?

Bu soruları her gün kendime sordum. Neden insanlar bu kadar suskun? Haksızlık, zulüm, adaletsizlik her yerdeyken, neden kimse karşı çıkmıyor? Cevap basitti: Çünkü bu toplum, sessizliği öğrenmişti. Sessizlik, bir yaşam tarzı olmuştu. Adaletsizlik karşısında susmak, onların hayatta kalma stratejisi haline gelmişti.

Amipsel bir hayat, yaşamak değil sürüklenmektir. İnsanlar, zulme boyun eğdikçe kendi insanlıklarından bir parça daha kaybediyorlardı. Bu hayat, bana göre değildi. Ben başkaldırmak istedim, adaletsizlik karşısında durmak istedim. Ama gördüm ki, bu toplumun çoğu, haksızlık karşısında boyun eğmeyi öğrenmiş.

Onların suskunluğu, benim içimde bir boşluğa dönüştü. Bu boşluk, her gün biraz daha büyüdü. Bir gün geldi ki, onların arasında var olmanın bana yük olduğunu fark ettim. Artık bu toplumun içinde olmak istemiyordum. İnsanlar, adaletsizlikle yaşamayı kabullenmişlerdi. Ben ise bu kabullenişin bir parçası olamayacaktım.

Dağın Sessizliğinde Kendi Ruhumla Baş Başa

Toplumun boğucu havasından, adaletsizliğin susturduğu kalabalıklardan kaçmak zorunda hissettim. Bir dağın tepesine çekildim. Doğanın sessizliğinde, sadece kendi iç sesimi duymak için kaçtım. Artık yalnız kalmak istiyordum. Çünkü insanlar, benim ruhumda derin yaralar açmıştı. Doğanın içinde, sessizliğin ortasında, sadece kendimle kalmak istedim.

Dağın tepesindeki mağarama sığındım. Burada, sadece doğanın sesini duyabiliyorum. Rüzgârın, kuşların, suyun sesi... Hepsi, bana içimde unuttuğum bir huzuru hatırlattı. İnsanlardan kaçışım, aslında kendime dönüşümdü. Doğa, bana gerçek huzuru sundu.

Mağaramda, her sabah doğan güneşi izlemek bile bir mucize gibi geliyor artık. Çünkü bu dünyada sadece doğa saf ve temizdir. İnsanların bozulmuş dünyasından uzakta, sadece doğanın içinde var olmayı seçtim. Bu sessizlik, bana yıllardır aradığım huzuru verdi. İnsanlardan uzaklaştıkça, kendi içimde daha derinlere indim. Artık, insanların dünyasında yaşamanın bana göre olmadığını biliyorum.

Yedi Uyurlar Gibi Hissetmek

Bazen kendimi Yedi Uyurlar gibi hissediyorum. Toplumdan tamamen kopmuş, bir uykunun içindeymişim gibi... Onlar, dışarıda kendi hayatlarını sürdürürken, ben bu mağarada, kendi iç dünyamda kaybolmuşum. Onların dünyasına ait değilim artık. Benim yerim burası, bu dağın tepesinde, sessizliğin içinde.

Yedi Uyurlar gibi, belki de bir gün uyanacağım. Ama o gün geldiğinde, bu dünya nasıl bir yer olacak? İnsanlar, hâlâ adaletsizlikle yaşamayı kabullenmiş mi olacak? Yoksa, bir değişim mi yaşanacak? Bu soruların cevabını bilmeden yaşıyorum. Ama artık bu sorulara bir cevap aramıyorum. Çünkü kendi iç sesimi buldum.

Toplumdan uzaklaştıkça, bu soruların anlamını yitirdiğini fark ettim. Onlar, kendi dünyalarında yaşasınlar. Ben, burada, doğanın içinde, sessizlikle barışık bir hayat süreceğim. Belki bir gün, bu sessizlik bana hayatın gerçek anlamını fısıldar.

Sessizlikteki Huzur ve Toplumun Çöküşü

Zamanla, sessizlik içimde bir huzura dönüştü. Artık insanların dünyasındaki kaosun, adaletsizliğin, zulmün bana ulaşmadığını hissediyorum. Doğa, bana kaybettiğim insanlığı geri verdi. Sessizliğin içinde kendi varlığımı buldum.

Toplum ise, her geçen gün daha fazla çöküyor. Adaletsizlik büyüyor, zulüm artıyor. İnsanlar, bu karanlık dünyada sessizce kayboluyorlar. Ama ben, bu çöküşün dışında, kendi içimde var olmayı öğrendim.

Bahadır Hataylı/Eylül-2024/Namazgah/İST

Toplumsal Adalet-Eğitim Sistemi ve Ücretli Öğretmenler

 

Eğitim, bir toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik yapısını şekillendiren en temel unsurlardan biridir. Bir ülkenin kalkınması ve ilerlemesi için eğitim sisteminin adil ve eşit bir şekilde işlemesi gereklidir. Ancak, Türkiye’de eğitim sistemi, özellikle ücretli öğretmenler gibi bazı gruplar için adaletsizlikler ve eşitsizliklerle doludur.

Toplumsal adalet, bireylerin haklarına ve fırsatlarına eşit erişim sağlaması gerektiği ilkesi üzerine kuruludur. Eğitimde, bu ilke öğrenciler arasında fırsat eşitliği, öğretmenlerin adil ücretlendirilmesi ve çalışma koşulları gibi birçok alanı kapsar.

Ücretli öğretmenler, Türkiye eğitim sisteminde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak, bu öğretmenlerin çalışma koşulları genellikle diğer kadrolu öğretmenlere kıyasla çok daha kötü durumdadır. Örneğin, bir ücretli öğretmen, haftada 30 saat ders verse bile, sadece girdikleri ders saatleri kadar ücret alır ve çoğunlukla asgari ücretin altında bir maaşla çalışmak zorunda kalırlar.

Ahmet Bey, 5 yıldır ücretli öğretmenlik yapmaktadır. Haftada 30 saat ders verirken, sadece girdiği ders saatleri için ücret alır. Bu, onun aylık maaşının asgari ücretin altında olmasına neden olurken, sosyal güvenlik primleri de sadece ders saati kadar yatırılır, bu da gelecekte emeklilik hakkı kazanmasını zorlaştırır.

Ücretli öğretmenlerin düşük maaşları ve güvencesiz çalışma koşulları, eğitimde kalite sorunlarını da beraberinde getirir. Bu öğretmenlerin motivasyonu düşer ve bu durum, öğrencilerin eğitim kalitesini olumsuz etkiler. Ücretli öğretmenler, kadrolu meslektaşlarına göre daha az eğitim ve destek alır, bu da onların mesleki gelişimlerini sınırlar.

Ücretli öğretmenler, adil bir ücretlendirme ve sosyal güvenlikten yoksundur. Bu durum, onların iş güvencesi olmadan çalışmasına ve sosyal haklardan mahrum kalmasına neden olur. Devletin bu öğretmenlere sunduğu çalışma koşulları, aslında bir tür modern kölelik olarak nitelendirilebilir.

Kamu hizmetlerinde adalet ve eşitlik, demokratik bir toplumun temel taşlarından biridir. Ancak, Türkiye’de kamu görevlileri arasında büyük farklılıklar vardır. Örneğin, cami görevlileri ve vaizler gibi bazı kamu görevlileri, günlük birkaç saat çalışırken tam maaş alırken, ücretli öğretmenler ve diğer geçici çalışanlar, tam zamanlı çalışmasına rağmen düşük maaşlarla yetinmek zorunda kalır.

Mehmet Hoca, bir camide vaiz olarak görev yapmaktadır. Günlük olarak sadece birkaç saat çalışmasına rağmen, tam maaş alır ve sosyal güvenlik haklarından tam anlamıyla yararlanır. Bu durum, aynı toplumda yaşayan ve daha fazla çalışan ücretli öğretmenler arasında büyük bir adaletsizlik duygusuna yol açar.

Bazı kamu görevlileri, ek görevler alarak “huzur hakkı” adı altında ekstra gelir elde eder. Bu durum, özellikle yönetim kurulu üyelikleri gibi pozisyonlar için geçerlidir. Bu tür ek gelirler, genellikle yüksek miktarlarda olabilir ve kamu kaynaklarının etkin ve adil bir şekilde kullanılmadığını gösterir.

Kamu hizmetlerinde liyakat, adaletin sağlanması için temel bir ilkedir. Ancak, liyakat ilkesinin ihmal edilmesi, kamu hizmetlerinde adaletsizliklere ve toplumsal güvenin zedelenmesine yol açar. Bu durum, özellikle atamalarda ve terfilerde kendini gösterir.

Ekonomik adaletsizlikler, toplumsal katmanlaşmayı derinleştirir. Ücretli öğretmenler gibi grupların düşük maaşlarla çalışması, onların ekonomik olarak zayıf kalmasına neden olur ve bu durum, toplumun diğer kesimleriyle olan gelir uçurumunu genişletir.

Adaletsizlikler, bireylerin psikolojik durumunu olumsuz etkiler. Ücretli öğretmenler gibi gruplar, çalışma koşulları ve düşük ücretler nedeniyle sürekli bir stres altında yaşarlar. Bu durum, onların motivasyonlarını düşürür ve toplumda genel bir huzursuzluk yaratır.

Toplumsal adaletin sağlanması için, kamu hizmetlerinde liyakat ilkesine dayalı bir sistem kurulmalı ve eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Ücretli öğretmenler için daha adil ücretlendirme ve sosyal güvenlik hakları tanınmalı, kamu kaynaklarının adil ve etkin kullanımı sağlanmalıdır.

Ücretli öğretmenlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve adil ücretlendirme sağlanması, eğitimde kaliteyi artırabilir ve eşitsizlikleri azaltabilir.

Vergi sisteminin adil bir şekilde düzenlenmesi, ekonomik eşitsizlikleri azaltabilir. Zengin sınıfın vergi yükünün artırılması ve vergi kaçakçılığının önlenmesi, toplumsal adaleti sağlamak için önemlidir.

Toplumsal adalet, bir toplumun sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde gelişmesi için elzemdir. Eğitimde ve kamu hizmetlerinde adaletin sağlanması, toplumsal barışın korunması ve gelecekte daha adil bir toplumun inşa edilmesi için gereklidir. Bu makale, Türkiye’de eğitim ve kamu hizmetlerinde adaletsizlikleri ele alarak, bu sorunların çözümüne dair öneriler sunmayı amaçlamaktadır.

Bu şekilde, toplumsal adalet ve eğitim sistemi önemi vurgulanmış, adaletsizliklerin etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Bahadır HATAYLI/Ağustos-2024/Sancaktepe