Bir toplumda kalıcı ve sürdürülebilir
değer yargıların olmamasının en temel nedeni olarak, önceki kuşakların savunduğu
değer sistemleri ile yaşamlarının birbiriyle uyum içinde olmamasını gösterebiliriz.
Bu yargıya ulaşma ve böyle bir açıklama yapma cesaretini geçmişten beri
yaşadığımız ortamlardan elde ettiğimiz verilere dayandırdığımı söyleyebilirim.
Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda
ve bölge coğrafyasında gelişen sosyal hareketlerin ilk dönemleri ile geldikleri
sürece baktığımızda çok ciddi bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz. Neden
ilerleme gelişme değil de değişim kavramlarından çözülme içinde ele aldığımı
kısaca anlatmak isterim. Bir düşüncenin ilk kıvılcımlandığı dönemde sahip
olduğunuz düşünce, düşünce dinamiğinizin temelinin en idealini oluşturuyorsa,
bu aşamadan daha ileriye gidememişseniz gerileme yaşarsınız, ancak ilk
döneminizdeki bağlayıcı değerler bugünkü hayatınızda hiçbir yere sahip olmuyor,
hatta yaşamdan atılması gereken bir veba halini almışsa orada çözülme vardır. Çözülme
bu coğrafyadaki düşüncelerin ideolojik farklılıklarına bakmaksızın neredeyse
tüm düşüncelerin kaderi olarak göze çarpar. Sol düşünceye sahip olan ve 1980
öncesi karşıt düşüncede olanlarla çatışmalarda ölümü göze alacak kadar ideal
olan o düşünceler, günümüzde kapitalist sol oldular, çok az marjinal gruplar, o
imkanlara sahip olmadıkları için kendilerini idealist düşünce sahibi sanabiliyorlar…
Sol düşüncede yaşanan bu çözülme Türkiye’deki dindar muhafazar düşüncenin de kaderi
oldu.1960’lı yıllarda Mısır İslami düşüncenin en zirve noktasıydı, o dönemlerde
Nasır tarafından idam edilen Müslümanlar dünya genelinde İslami uyanışlara da
katkı sunmuştu, 1979 sonrası İran devrimi ile birlikte Türkiye’deki İslami
anlayışın etkilenme yönü kısmen de olsa İran ve Şia etkisinde kaldığı söylenebilir.
Yani dış odaklı, İslam adıyla ortaya çıkan akımların hepsinden bir nebze etkilenerek
bugüne getirdiği düşüncenin alt yapısını oluşturmuştur. Bunun dışında yerelde
özellikle Said’i Nursi’nin etkisinde kalarak Nurculuk anlayışının yerelde bu
kaynaklardan beslenerek gelmesi, Süleyman Hilmi Tunahan’ın anlayışı
doğrultusunda devam eden Süleymancılarında yerel birikimlerle beslendiği
bilinen bir durum, ancak uluslararası uzantıları olan anlayışlar olarak ta göze
çarpar. Bunların hepsinin beslendiği düşünce kaynakları farklı bölgelerden
gelse de ortak bir yaşamı dillendirdikleri muhakkak… Yani hepsinin de İslami
bir yaşam oluşturma arzusu vardı, ancak bu yaşamın nasıl olacağı konusundaki
faydalandıkları kaynakların oluşturduğu bakış açısı, bunların yaşamını yoğurmaktaydı.
Dolayısıyla ortaya karışık bir dini yaşam çıkıyordu kim ne alırsa o kadar bir
değer sahibi olabiliyordu. Bu keşmekeşlik içinde herkes o gün yaşadıklarını en
ideal dini anlayış olarak kutsamıştı. Hatta herkes kendi topluluğunun dışında
kalana Müslüman demiyor selam vermekte zorlanıyor, selam verdiğinde küfre
girecekmiş gibi keskin duvarlar örmüştü. Her anlayışın kendi ördüğü duvarların
içindeki yaşam en ideal kutsal yaşam, diğerleri onun açısından kutsal olmasa da
onu benimseyenler için diğerinin yaşamı kutsanmayacak bir yaşamı oluşturuyordu.
Böylesi bir kaotik ortamda bile oluşturulan ideal bir hayat vardı, onlar
bugünkü yaşamın üzerine oturduğu temeldi. Yani kutsanan ideal temellere bugün
baktığımızda, binanın üzerine çöktüğü çok acı bir toplumsal depremi yaşadığını
ve harabeye döndüğünü görüyoruz. Sağlam sütunlar üzerine çöken binanın enkazı
altında kalmış ve o sütunların günümüzde esamisi okunmuyorsa buna toplumsal
çözülme demek doğal hale gelir.
Bir toplumda dışardan gelen uyarıcıların
insanın içyapısını biçimlendirdiğini görürseniz o uyarıcıların diyalektiği olan
başka uyarıcılara yerini bırakması mümkündür. Ama iç dünyamızı imar eden
mimarın iç dünyamıza yüklediği donanıma uygun olan fıtrat yazılımıyla bir yaşam
oluşturursanız, onun kalıcılığı gayet doğal olur ve çözülme süreci sizi
etkilemez. Ancak değişimler hayatınızın temel dinamosu olur, çünkü iki günü
aynı olan ziyandadır anlayışı, sizin hayatınızın sürekli iyiye doğru bir
değişim içinde olmasını istemektedir. Bu değişim, ilk gün sahip olduğunuz
ilkeleri yok sayarak bir farklılaşma olmaz, daima ilk günden daha geniş, hayata
bakarsınız ama bu bakış ile ilk günkü bakış birbirini yalanlamaz ve inkâr etmez…
Bir örnekle açıklarsak, Her baba erkektir ama bazı erkekler babadır. Yani her
dünümüz bugün değildir, ancak bazı bugünler dündür. Şeklinde bir mantık
ilişkisi kurduğumuz zaman geçmişle bugünün birbirinin içinde olduğunu görürüz.
Dolayısıyla ilk kutsal değerler ile bugün ki kutsal değerlerimiz, aynı anlayış
içinde farklılaşabiliyorsa orada çok büyük yıkım var demektir. Fıkıh yaşamdan
doğar ve hareketlidir. Fıkıh insanın yaşadığı ortamda yaşamını düzenleme,
aleyhine olacaklar ile lehine olacakları ayırarak onlar hakkında ayrıntılı
bilgi sahibi olup onları eylemlerinde ortaya koymasıdır. Bu durum uyaranlar
karşısında insanın tepkisinin farklılaşması gibi her an ve ortamda yenilenir.
Bunlar kutsanmaz bunlar üzerinden ideal bir yaşam düşlenmiş ve onlarda zamanla
değişim ve dönüşüm geçirmiş ise bundan dolayı yaşamı bir çözülme olarak
göremeyiz. Ama kapitalizmin hayata bakışı ile İslam’ın hayata bakışı farklı
olmasına rağmen, ilk düşünsel yoğunluğu oluştururken İslam’ın bakışına göre
ideal bir hayat düşlerken, sahip olduklarınız çoğaldığında ideal yaşam ölçüsünü
belirleyen ilkeler kapitalizmin çok çok üreteceksin, çok tüketeceksin anlayışı
alıyorsa ve o yaşam da kendisini İslami bir değer içinde görüyorsa orada bir
çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz.
Coğrafyamızdaki İslami düşünce ve
yaşam ciddi bir travma olmanın ötesinde patolojik bir vaka haline geldiğini söyleyebiliriz.
Bir değer sisteminin cazibesi ve bağlayıcılığı ortadan kalkar duruma gelmişse, orada
farklı yaşamlar hakkındaki düşünce ve kanaatler de değişmeye başlar. Mesela ilk
dönemdeki hassasiyetiniz ortadan kalkar, ilke olarak kabullendikleriniz ilke
olmanın çok dışına çıkar, Yani Kızıl denizi geçmeden önceki İsrail oğullarının
Musa(as)’a ve onun getirdiklerine karşı olan sadakatinin, Musa(as)’ın rabbi ile
buluşmak için gittiğinde o boşlukta Samiriye bir buzağı yaptırıp ona tapınmalarının
onlar açısından doğallığı gibi bir doğallık oluşturur. Bu davranışlar
alışkanlıklar haline geldiği zaman gelenekler yer değiştirir. İslami gelenek
kalkar onun yerine Kapitalizmin ürettiği nesnelere abonman olan duyarsız ama
halinden memnun olduğu hayatı da meşrulaştırmak için kendince ikna kabiliyeti
yüksek ciddiyeti düşük açıklamalarla savunur hale gelir. Müslümanlar yeryüzünün
en iyisine layıktır, o zaman Allah’ın Resulü Müslüman bile(!) olamamış haşa
bunu mu anlamak lazım… Bu tarz anlayış ve yaşamlar İslami hassasiyeti olan
grupların ortamında sıradan doğal bir hal aldı… Kendilerince oluşturdukları
surlar içinde Yaşarken, herkesin aynı koşullarda yaşam sürdüğünü zanneder
duruma geldiler. Geçmiş tarihlerden birinde bir Kurban bayramı öncesi Allah’a
yakın olmak için gerçekten kurban olalım yani kurbanları kurbana ihtiyacı
olanlara ulaştıralım yoksa Allah’ın bizim keseceğimiz hayvanların ne etine ne
kanına ihtiyacı vardır diye Muhafazakâr bir okulun öğrencilerine bazı
hatırlatmalarda bulunurken, öğrencinin biri, hocam biz et verecek kimse
bulamıyoruz ki, bizim burada hiç kimsenin ihtiyacı yoktur, başka yerlere git
değim zaman, hocam toplum hep böyle diye diretmişti; ben fazla uzatmadan konuyu
değiştirmek zorunda kalmıştım… İşte geldiğimiz nokta, ilk dönemlerde bu gencin
babası annesi de İslami hassasiyeti çok yüksek olmasına rağmen sahip olduklarının
kendisini tanımlamaya başlamasıyla, değer sistemlerini de karıştırmış oldu. Âmâ
şunu bilmemiz gerekir ki, kendimizi ikna etmeye çalışırken vicdanımız içerde
sen mi, sen de mi diye diretiyorsa kendimizi imha ediyoruz demektir.
İslami yaşam ortaya koyalım derken, İslam’ı
gönderdik kendimiz kaldık, ondan sonra neden bu haldeyiz diye manevi haz almak
için kritik yaparak düşündüğümüzü bir sorgulama sürecinden sonra, yeniden yola
gireceğimizi sanıyoruz. Oysa Değer sistemleri yer değiştirdiği zaman hayata
bakışımız ve yarınlar için taşıdığımız endişelerimiz yerini yeni değer
sisteminin korkutucularına bırakır. Bu süreç genele yayılırsa ondan sonra yapacağımız
tüm olumsuz davranışlarımız için onu temize çıkarıp nötr üze edecek bir
açıklamamız mutlaka olacaktır. Çalmış olabilir ama bir araştırmak lazım, acaba
neden çaldı, ya filan yerdeki Müslümanlara yardım edecekse, ya şu caminin
yapılmamış Minaresini yapacaksa(!) gibi ele avuca sığmayan yanlış tutum ve
davranışlarımızı temize çıkarmak için, dine fonksiyon yükleriz, ondan sonra her
olumsuzluk için mutlaka bir kılıf bulup onu savunma durumuna geçeriz. Bu
saydıklarımın, çözülmenin önüne geçilemez düzeyde genetik dokumuzu ele geçirmiş
olduğunu gösterir.
İlk dönemlerde aldığımız ahlaki duruş
bugün ki yaşamlarımızda sıradan bir olay kadar hayatımızda karşılık bulmuyor.
Erdem dendiği zaman sahip olduklarınızı sayamaz duruma gelmişseniz, haram helal
deme Ver Allah’ım bu kulun ne bulursa yer Allah’ım diyebilecek kadar cesur iken,
boğazımızdan haram lokma geçmedi diyecek kadar da ikiyüzlü olmayı karakter ediniriz…
Yeryüzü yaşamının tüm cilvesiyle hayatımızı ipotek aldığı bir hayatın, ahiret
temelli bir anlayışın kutsallarını, değer sistemi olarak hayatın her noktasında
yaşanır kılmak mümkün değildir. Ondan dolayıdır ki, bu coğrafyanın genel olarak
dindarları yaşam alanında çok kötü bir çözülme içindedir. Bunu içinde
yaşadığımız ve herkesin halinden memnun olduğu noktadan bakarak anlayamayız.
Dışarıdan biraz halimize bakalım, kendimizden utanmayacaksak devam edelim gitsin,
âmâ kendi yüzümüze bakamayacaksak daha nereye kadar, bu yolda yolculuk yapmayı
düşünüyoruz…
Yaşamda karşılığı olmayan hiçbir
düşüncenin yarını olmayacaktır. Dilleri ile eylemleri arasında bir uyum oluşturamayanların,
ahlaki yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Ötekileştirerek kendisini
kurtulanlardan gören bakışlar hakikate gözlerini her ortamda kapayacaktır.
Hakikate gözleri açılmayanların, hakikat olan bir yaşamın yeryüzünde temsilcisi
olmasını bekleyemezsiniz.
Gelinen nokta açısından geriye dönüp
baktığımızda kendimizle yüzleşmenin çok yetersiz olduğunu görüyoruz. Yüzleşmek
için bulunduğumuz halimizden kurtulup ondan sonra bize bu yüzü verenin huzuruna
çıkacak yüz elde ederek kendimizle baş başa kalırsak belki kısmi bir içe dönük
çalışma başlamış olur. Bu da en azından çözülmeyi oluşturan dinamiklerin fark
edilmesi olur. Sonrası yeniden doğuş için, cesur, hesapsız, yaratana hesabı
düşünerek hakikatin dillendirilmesi ve gelenek olarak yaşanılır kılınması gerekir.
Bir değer sistemi oluşturmak için suya sabuna dokunmayalım mı diyecek
insanların olacağını tahmin ediyorum ve diyorum ki, suya da dokunacağız sabuna da,
ancak ne hayatı sulandıracağız ne başka yaşamların kayması için sabun koyacağız
emrolunduğumuz gibi dosdoğru olacağız ve yeryüzünde hakkın ve adaletin şahidi olacağız,
yeryüzünün imaratını ekini ve nesli imha etmeden yapacağız, kâinattaki tevhid
gibi hayatımıza tevhidi egemen kılacağız… Bizim gibi düşünmeyen kimseye Allah’ın
müsaade ettiği yaşamı dar etmeyeceğiz ve onlara zorla din satmayacağız dünyada
sulh ile geçineceğiz, ahiret hesabı için kendimizi atanmış hesap uzmanı görmeyeceğiz…
İşte o zaman sanıyorum biz dirilmiş olacağız, biz olunca, bizim hayatımız olur…
Bizim hayatımızı yaşamak ümidi ve temennisiyle gelecek yaşamların hakikate
şahitlik yapan yaşamlar olmasını rabbimden niyaz ediyorum… O yaşamlara şimdiden
selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum…
Ya olacağız ya sahip olacağız olanlar
kurtulacak sahip olanlar sahip olduklarının kuşatmasında kalacak…
Bahadır Hataylı/28.01.2022/01.00