28 Ocak 2022 Cuma

TAVIR OLACAKSA TAHLİL BİR DEĞERDİR!


Bir toplumda kalıcı ve sürdürülebilir değer yargıların olmamasının en temel nedeni olarak, önceki kuşakların savunduğu değer sistemleri ile yaşamlarının birbiriyle uyum içinde olmamasını gösterebiliriz. Bu yargıya ulaşma ve böyle bir açıklama yapma cesaretini geçmişten beri yaşadığımız ortamlardan elde ettiğimiz verilere dayandırdığımı söyleyebilirim.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda ve bölge coğrafyasında gelişen sosyal hareketlerin ilk dönemleri ile geldikleri sürece baktığımızda çok ciddi bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz. Neden ilerleme gelişme değil de değişim kavramlarından çözülme içinde ele aldığımı kısaca anlatmak isterim. Bir düşüncenin ilk kıvılcımlandığı dönemde sahip olduğunuz düşünce, düşünce dinamiğinizin temelinin en idealini oluşturuyorsa, bu aşamadan daha ileriye gidememişseniz gerileme yaşarsınız, ancak ilk döneminizdeki bağlayıcı değerler bugünkü hayatınızda hiçbir yere sahip olmuyor, hatta yaşamdan atılması gereken bir veba halini almışsa orada çözülme vardır. Çözülme bu coğrafyadaki düşüncelerin ideolojik farklılıklarına bakmaksızın neredeyse tüm düşüncelerin kaderi olarak göze çarpar. Sol düşünceye sahip olan ve 1980 öncesi karşıt düşüncede olanlarla çatışmalarda ölümü göze alacak kadar ideal olan o düşünceler, günümüzde kapitalist sol oldular, çok az marjinal gruplar, o imkanlara sahip olmadıkları için kendilerini idealist düşünce sahibi sanabiliyorlar… Sol düşüncede yaşanan bu çözülme Türkiye’deki dindar muhafazar düşüncenin de kaderi oldu.1960’lı yıllarda Mısır İslami düşüncenin en zirve noktasıydı, o dönemlerde Nasır tarafından idam edilen Müslümanlar dünya genelinde İslami uyanışlara da katkı sunmuştu, 1979 sonrası İran devrimi ile birlikte Türkiye’deki İslami anlayışın etkilenme yönü kısmen de olsa İran ve Şia etkisinde kaldığı söylenebilir. Yani dış odaklı, İslam adıyla ortaya çıkan akımların hepsinden bir nebze etkilenerek bugüne getirdiği düşüncenin alt yapısını oluşturmuştur. Bunun dışında yerelde özellikle Said’i Nursi’nin etkisinde kalarak Nurculuk anlayışının yerelde bu kaynaklardan beslenerek gelmesi, Süleyman Hilmi Tunahan’ın anlayışı doğrultusunda devam eden Süleymancılarında yerel birikimlerle beslendiği bilinen bir durum, ancak uluslararası uzantıları olan anlayışlar olarak ta göze çarpar. Bunların hepsinin beslendiği düşünce kaynakları farklı bölgelerden gelse de ortak bir yaşamı dillendirdikleri muhakkak… Yani hepsinin de İslami bir yaşam oluşturma arzusu vardı, ancak bu yaşamın nasıl olacağı konusundaki faydalandıkları kaynakların oluşturduğu bakış açısı, bunların yaşamını yoğurmaktaydı. Dolayısıyla ortaya karışık bir dini yaşam çıkıyordu kim ne alırsa o kadar bir değer sahibi olabiliyordu. Bu keşmekeşlik içinde herkes o gün yaşadıklarını en ideal dini anlayış olarak kutsamıştı. Hatta herkes kendi topluluğunun dışında kalana Müslüman demiyor selam vermekte zorlanıyor, selam verdiğinde küfre girecekmiş gibi keskin duvarlar örmüştü. Her anlayışın kendi ördüğü duvarların içindeki yaşam en ideal kutsal yaşam, diğerleri onun açısından kutsal olmasa da onu benimseyenler için diğerinin yaşamı kutsanmayacak bir yaşamı oluşturuyordu. Böylesi bir kaotik ortamda bile oluşturulan ideal bir hayat vardı, onlar bugünkü yaşamın üzerine oturduğu temeldi. Yani kutsanan ideal temellere bugün baktığımızda, binanın üzerine çöktüğü çok acı bir toplumsal depremi yaşadığını ve harabeye döndüğünü görüyoruz. Sağlam sütunlar üzerine çöken binanın enkazı altında kalmış ve o sütunların günümüzde esamisi okunmuyorsa buna toplumsal çözülme demek doğal hale gelir.

Bir toplumda dışardan gelen uyarıcıların insanın içyapısını biçimlendirdiğini görürseniz o uyarıcıların diyalektiği olan başka uyarıcılara yerini bırakması mümkündür. Ama iç dünyamızı imar eden mimarın iç dünyamıza yüklediği donanıma uygun olan fıtrat yazılımıyla bir yaşam oluşturursanız, onun kalıcılığı gayet doğal olur ve çözülme süreci sizi etkilemez. Ancak değişimler hayatınızın temel dinamosu olur, çünkü iki günü aynı olan ziyandadır anlayışı, sizin hayatınızın sürekli iyiye doğru bir değişim içinde olmasını istemektedir. Bu değişim, ilk gün sahip olduğunuz ilkeleri yok sayarak bir farklılaşma olmaz, daima ilk günden daha geniş, hayata bakarsınız ama bu bakış ile ilk günkü bakış birbirini yalanlamaz ve inkâr etmez… Bir örnekle açıklarsak, Her baba erkektir ama bazı erkekler babadır. Yani her dünümüz bugün değildir, ancak bazı bugünler dündür. Şeklinde bir mantık ilişkisi kurduğumuz zaman geçmişle bugünün birbirinin içinde olduğunu görürüz. Dolayısıyla ilk kutsal değerler ile bugün ki kutsal değerlerimiz, aynı anlayış içinde farklılaşabiliyorsa orada çok büyük yıkım var demektir. Fıkıh yaşamdan doğar ve hareketlidir. Fıkıh insanın yaşadığı ortamda yaşamını düzenleme, aleyhine olacaklar ile lehine olacakları ayırarak onlar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olup onları eylemlerinde ortaya koymasıdır. Bu durum uyaranlar karşısında insanın tepkisinin farklılaşması gibi her an ve ortamda yenilenir. Bunlar kutsanmaz bunlar üzerinden ideal bir yaşam düşlenmiş ve onlarda zamanla değişim ve dönüşüm geçirmiş ise bundan dolayı yaşamı bir çözülme olarak göremeyiz. Ama kapitalizmin hayata bakışı ile İslam’ın hayata bakışı farklı olmasına rağmen, ilk düşünsel yoğunluğu oluştururken İslam’ın bakışına göre ideal bir hayat düşlerken, sahip olduklarınız çoğaldığında ideal yaşam ölçüsünü belirleyen ilkeler kapitalizmin çok çok üreteceksin, çok tüketeceksin anlayışı alıyorsa ve o yaşam da kendisini İslami bir değer içinde görüyorsa orada bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz.

Coğrafyamızdaki İslami düşünce ve yaşam ciddi bir travma olmanın ötesinde patolojik bir vaka haline geldiğini söyleyebiliriz. Bir değer sisteminin cazibesi ve bağlayıcılığı ortadan kalkar duruma gelmişse, orada farklı yaşamlar hakkındaki düşünce ve kanaatler de değişmeye başlar. Mesela ilk dönemdeki hassasiyetiniz ortadan kalkar, ilke olarak kabullendikleriniz ilke olmanın çok dışına çıkar, Yani Kızıl denizi geçmeden önceki İsrail oğullarının Musa(as)’a ve onun getirdiklerine karşı olan sadakatinin, Musa(as)’ın rabbi ile buluşmak için gittiğinde o boşlukta Samiriye bir buzağı yaptırıp ona tapınmalarının onlar açısından doğallığı gibi bir doğallık oluşturur. Bu davranışlar alışkanlıklar haline geldiği zaman gelenekler yer değiştirir. İslami gelenek kalkar onun yerine Kapitalizmin ürettiği nesnelere abonman olan duyarsız ama halinden memnun olduğu hayatı da meşrulaştırmak için kendince ikna kabiliyeti yüksek ciddiyeti düşük açıklamalarla savunur hale gelir. Müslümanlar yeryüzünün en iyisine layıktır, o zaman Allah’ın Resulü Müslüman bile(!) olamamış haşa bunu mu anlamak lazım… Bu tarz anlayış ve yaşamlar İslami hassasiyeti olan grupların ortamında sıradan doğal bir hal aldı… Kendilerince oluşturdukları surlar içinde Yaşarken, herkesin aynı koşullarda yaşam sürdüğünü zanneder duruma geldiler. Geçmiş tarihlerden birinde bir Kurban bayramı öncesi Allah’a yakın olmak için gerçekten kurban olalım yani kurbanları kurbana ihtiyacı olanlara ulaştıralım yoksa Allah’ın bizim keseceğimiz hayvanların ne etine ne kanına ihtiyacı vardır diye Muhafazakâr bir okulun öğrencilerine bazı hatırlatmalarda bulunurken, öğrencinin biri, hocam biz et verecek kimse bulamıyoruz ki, bizim burada hiç kimsenin ihtiyacı yoktur, başka yerlere git değim zaman, hocam toplum hep böyle diye diretmişti; ben fazla uzatmadan konuyu değiştirmek zorunda kalmıştım… İşte geldiğimiz nokta, ilk dönemlerde bu gencin babası annesi de İslami hassasiyeti çok yüksek olmasına rağmen sahip olduklarının kendisini tanımlamaya başlamasıyla, değer sistemlerini de karıştırmış oldu. Âmâ şunu bilmemiz gerekir ki, kendimizi ikna etmeye çalışırken vicdanımız içerde sen mi, sen de mi diye diretiyorsa kendimizi imha ediyoruz demektir.

İslami yaşam ortaya koyalım derken, İslam’ı gönderdik kendimiz kaldık, ondan sonra neden bu haldeyiz diye manevi haz almak için kritik yaparak düşündüğümüzü bir sorgulama sürecinden sonra, yeniden yola gireceğimizi sanıyoruz. Oysa Değer sistemleri yer değiştirdiği zaman hayata bakışımız ve yarınlar için taşıdığımız endişelerimiz yerini yeni değer sisteminin korkutucularına bırakır. Bu süreç genele yayılırsa ondan sonra yapacağımız tüm olumsuz davranışlarımız için onu temize çıkarıp nötr üze edecek bir açıklamamız mutlaka olacaktır. Çalmış olabilir ama bir araştırmak lazım, acaba neden çaldı, ya filan yerdeki Müslümanlara yardım edecekse, ya şu caminin yapılmamış Minaresini yapacaksa(!) gibi ele avuca sığmayan yanlış tutum ve davranışlarımızı temize çıkarmak için, dine fonksiyon yükleriz, ondan sonra her olumsuzluk için mutlaka bir kılıf bulup onu savunma durumuna geçeriz. Bu saydıklarımın, çözülmenin önüne geçilemez düzeyde genetik dokumuzu ele geçirmiş olduğunu gösterir.

İlk dönemlerde aldığımız ahlaki duruş bugün ki yaşamlarımızda sıradan bir olay kadar hayatımızda karşılık bulmuyor. Erdem dendiği zaman sahip olduklarınızı sayamaz duruma gelmişseniz, haram helal deme Ver Allah’ım bu kulun ne bulursa yer Allah’ım diyebilecek kadar cesur iken, boğazımızdan haram lokma geçmedi diyecek kadar da ikiyüzlü olmayı karakter ediniriz… Yeryüzü yaşamının tüm cilvesiyle hayatımızı ipotek aldığı bir hayatın, ahiret temelli bir anlayışın kutsallarını, değer sistemi olarak hayatın her noktasında yaşanır kılmak mümkün değildir. Ondan dolayıdır ki, bu coğrafyanın genel olarak dindarları yaşam alanında çok kötü bir çözülme içindedir. Bunu içinde yaşadığımız ve herkesin halinden memnun olduğu noktadan bakarak anlayamayız. Dışarıdan biraz halimize bakalım, kendimizden utanmayacaksak devam edelim gitsin, âmâ kendi yüzümüze bakamayacaksak daha nereye kadar, bu yolda yolculuk yapmayı düşünüyoruz…

Yaşamda karşılığı olmayan hiçbir düşüncenin yarını olmayacaktır. Dilleri ile eylemleri arasında bir uyum oluşturamayanların, ahlaki yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Ötekileştirerek kendisini kurtulanlardan gören bakışlar hakikate gözlerini her ortamda kapayacaktır. Hakikate gözleri açılmayanların, hakikat olan bir yaşamın yeryüzünde temsilcisi olmasını bekleyemezsiniz.

Gelinen nokta açısından geriye dönüp baktığımızda kendimizle yüzleşmenin çok yetersiz olduğunu görüyoruz. Yüzleşmek için bulunduğumuz halimizden kurtulup ondan sonra bize bu yüzü verenin huzuruna çıkacak yüz elde ederek kendimizle baş başa kalırsak belki kısmi bir içe dönük çalışma başlamış olur. Bu da en azından çözülmeyi oluşturan dinamiklerin fark edilmesi olur. Sonrası yeniden doğuş için, cesur, hesapsız, yaratana hesabı düşünerek hakikatin dillendirilmesi ve gelenek olarak yaşanılır kılınması gerekir. Bir değer sistemi oluşturmak için suya sabuna dokunmayalım mı diyecek insanların olacağını tahmin ediyorum ve diyorum ki, suya da dokunacağız sabuna da, ancak ne hayatı sulandıracağız ne başka yaşamların kayması için sabun koyacağız emrolunduğumuz gibi dosdoğru olacağız ve yeryüzünde hakkın ve adaletin şahidi olacağız, yeryüzünün imaratını ekini ve nesli imha etmeden yapacağız, kâinattaki tevhid gibi hayatımıza tevhidi egemen kılacağız… Bizim gibi düşünmeyen kimseye Allah’ın müsaade ettiği yaşamı dar etmeyeceğiz ve onlara zorla din satmayacağız dünyada sulh ile geçineceğiz, ahiret hesabı için kendimizi atanmış hesap uzmanı görmeyeceğiz… İşte o zaman sanıyorum biz dirilmiş olacağız, biz olunca, bizim hayatımız olur… Bizim hayatımızı yaşamak ümidi ve temennisiyle gelecek yaşamların hakikate şahitlik yapan yaşamlar olmasını rabbimden niyaz ediyorum… O yaşamlara şimdiden selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum…

Ya olacağız ya sahip olacağız olanlar kurtulacak sahip olanlar sahip olduklarının kuşatmasında kalacak…

Bahadır Hataylı/28.01.2022/01.00