Orta okul yıllarında Richard Bach’ın Martı kitabını
okuduğumda hayatım bir anda, yaşadığım her anın sorgulamasıyla geçmeye
başladı…Hatta Orta ikinci sınıfta Sınıf öğretmenim ve aynı zamanda Türkçe
öğretmenim, dönem sonu karneme” Her karara itiraz eden çok çalışkan bir
öğrencimizdir, itirazlı yönü çalışkanlık özelliğini bozuyor,” notu düşmüştü.
Bugün gibi hatırlıyorum çünkü o ifadeyi beynime kazıdım.
O günden beri adımız çıktı dokuza bir daha inmiyor sekize, o
yıllarda İslam’ı düşünceyle tanışıyoruz ve ben karşılaştığım her şeyi
sorgulayarak yaşamak istiyorum, kafama yatar aklım onaylar ve kalbim hissederse
ondan dönmem ancak benim ölümümle mümkün olur; öyle de bağlanıyorum. Hem namaz
kılıp, hem İslam’ı anlatan ve aynı zamanda başkalarını aldatmaya çalışan bir
anlayışın benim inandığım kitapta yeri olmadı. Yanlış olduysa hata diyerek af
ve mağfiret dilenmesi gerektiğine inandım. Bir arkadaşımız vardı, Camilere
gider Kur’an’ı kerimleri alıp getirirdi her hafta; Kitabı olmayan arkadaşlara dağıtırdı.
Hatta bir gün, Pansiyondan çıkıp çarşıya doğru direk aşağı inen bir sokak vardı;
o sokağa sağlı sollu arabalar park ederdi. Avrupa’da çalışanlar çoktu, yeni
araçlardan birinin çok uzun bir anteni varmış o anteni kırmış ve içine bir
tükenmez kalem yerleştirmiş, onu bize tanıtmak için çıkardı cebinden; bu
postayla bana Japonya’dan geldi dedi. O arkadaşımız çok havadar ve öyle
şeylerle insanları hem avutmayı hem de ilgi odağı haline gelmeyi severdi. Etüt
saatinde aynı masada oturuyoruz, çıkardı anteni onu kalem gibi kullanarak ders çalışıyordu,
o anda belletici öğretmenimiz sınıfa girdi, aaaa ne bu x dedi. O da kalem dedi,
nasıl kalem oğlum, bunu nereden aldın dedi. Bir tane de bana al, o her yerde
olmaz hocam, Japoncadan bana özel geldi deyince, o zaman bana ver onu dedi. O
da satayım hocam dedi arada pazarlık yapıyorlardı…Ondan sonrası orada kalsın…
Neyse, hoca gittikten sonra biz sıkıştırdık oğlum sen doğru
söylemiyorsun nereden aldın dediğimizde, oğlum burası darul harp her şey mubah,
ne yaparsan yap başaklarının malı sana helal siz bunu bilmiyor musunuz diye,
bize de yedirmeye çalışıyordu. Ben bana ait olmayan bir şeye dokunmanın ne
insani ne İslami olduğunu savunurken bu arkadaşım bana o dinin inceliklerini
anlatıyordu. Hatta Banyoya gidip o ve o kafada olan aynı yere gidip geldiğimiz
bu arkadaşların açık bıraktığı ve yanık bıraktığı ampul ve muslukları çok
kapattığım olmuştur. Ortaokul yıllarında başlayan bu sorgulamalarım, çıkar ve
isteklerini ilah edinip ona dini kılıf geçirip yaşayan ortamlarda beni hep
yalnızlığa taşıdı. Yani bir yanlışa, nefsin arzularına dini kılıf geçirdiğinizde
yapamayacağınız eylem kalmıyor. Hatta sizin dışınızda sizin gibi düşünmeyenleri
bile aforoz edip öldürebiliyorsunuz. Böylesi çelişkilerin ve karanlıkların
yaşandığı ortamlardan bu günlere gelirken hayatta Rahman’ın indirdiği ve kati
emirleri dışında sorgulanmayan bir bilginin insanı hakikate götürmeyeceğine hep
inandım. Onun için sorgulamadan merkezi sistemlerce zihinlere yerleştirilen
anlayışlar içinde pek albenimiz olmadı. Olmasın zaten olsun diye bir derdim de
yoktur. Ben inandığımı yaşarım hatırlatırım, dileyen alır dileyen reddeder.
Nasıl olsa yolun sonunda aynı gişeden geçeceğiz, hesaplar orada ekrana
yansıyacak ondan dolayı rahatım. Ancak yapmak zorunda olupta yapamadıklarımdan
rahatsızım. “Ey insan muhakkak ki sen rabbine giden bir yol üzerinde
çabalayıp durmaktasın, hangi yoldan gidersen git muhakkak ki ona varacaksın…”
İnşikak:6
Öyle zamanlarımız oldu ki, bize din anlattığına inandığımız
abiler vardı, onların her dediği bizim için çok önemliydi, onlara itiraz etmeyi
bırakın soru bile sorulmazdı. Sorduğunuzda sen bu anlayışa uygun bir kişi
olmuyorsun ve her şeyi sorguluyorsun, dolayısıyla sana bir şeyi
kabullendirmenin kolay olmadığına inanılıyordu. Hatta bir ara böyle bir
durumdan dolayı bana ciddi bir tepki gösterildi ve aylarca kimse benimle
konuşmadı ve yalnızlığa itildim bunu hiç unutmuyorum. Sebebini sorduğumda öyle
gerektiğini sen biraz düşün ve nelere itiraz etmemem ve neleri yapmam
gerektiğini anlayacağım anlatıldı. Bir gün o abileri rüyamda gördüm ve benimle
ilgili ne düşündüklerini ve nasıl bir sonuca gitmek istedikleri ayan beyan
ortadaydı. Özellikle olayın birinci sorumlusu olan o kişiye, abi seninle biraz
gezmek istiyorum müsait misiniz dediğimde akşam olur dedi. O zaman böyle araba
falan yok o karanlıklarda koluma girdi o sokak senin bu sokak benim geziyoruz
ve bana bir şeyler anlatıyor. Bir yere geldik gayet samimi duygusal bir ortam
oluştu, abi önce yemin et sonra sana bir şey soracağım dedim. Tamam dedi, dedim
ki benimle ilgili şöyle şöyle düşünüyorsunuz neden, ben ne yaptım bunları hak
edecek niçin öyle bir tecrit duygusu sizde oluştu dediğimde, öyle bir şey yok
falan dedi, sonra bunları sana kim söyledi, biz onu seni tanıyan bir kişi ile
konuştuk, ama o seninle bunu konuşmaz bu söylediklerini aynen konuştuk ama
nasıl oldu bu iş sana aktarıldı dedi…Ben o zaman güldüm. Onların tamamını ben
rüyamda gördüm dedim, o anda durdu kaldı ve inanır gibi oldu ve hakkını helal
et dedi ve ondan sonra benimle ilgili düşünceleri gayet resmi oldu…Yani şunu
söylüyorum o gün insanlara anlatılan hikayeler kayıtsız şartsız teslimiyeti
gerektirir. Oysa benim kafam ve yüreğim böyle bir geçite yer vermiyordu. Ondan
dolayı hep çıbanbaşı oldum ve kullara kul olmayı yeğlemedim. O zamandan beri
şunu anladım ki insanları avutmanın ve onları istenilen doğrultuda bir düdük
peşine taşımanızın en önemli etkeni, düşünmeyen sorgulamayan sürü
psikolojisiyle yaşatmanızdır.
Tekrar araba antenlerinden kalem yapan arkadaşa dönecek
olursak, yıllar sonrası biz onunla sosyal medyada birbirimize girdik, sebebi
ise var olan iktidarın yaptığı olumsuzlukların bir veba gibi yayılıp,
insanların düşünemeyen bir deneğe dönüşeceğine dair açıklamalarım vardı. O da
fanatik iktidarı savunuyordu. Ortaokuldan beri başkasının mallarını kullanmanın
caiz olduğunu piyasanın darulharp olduğuna inanan bir anlayışın bugünkü
çıkışlarının aslında onların sahip olduğu inançtan kaynaklandığını görüyorum.
Demek ki inanılan inanç neymiş, onu tanımak gerekiyor. İnancınız anlayışınız
buna iyi bakıyorsa, sizin yanlış yapmama ve onlara meşruluk kazandırmama gibi
bir tavrınız olmuyor…Onlar yemesinde başkaları mı yesin, ne için aldığını
biliyor musun, onlar yardım kuruluşlarına aktarıyorlar Kur’an kursu ve imam
hatip açıyorlar gibi anlayışlar için haram ve helal sınırlarının hiçbir önemi
yoktur. Merkebi kesip satarken adına helal kesim diyen birinin algısı, bize
ancak böyle kötü yaşamları miras bırakır. Vallahi besmeleyle kesildi diyor, âmâ
sattığı eşek eti…Allah’ın adının anılmadığı bir lokma bu boğazdan geçmedi
diyenlere bakın çok doğru söylüyor, haramı yerken besmeleyle tüketerek meşruluk
kazandırmaya çalışıyor…Allah’u- Ekber diyerek kafa kesenler gibi…
İşte, böylesi atmosferlerin havasını soluyarak, büyürken
bunlarla olan mücadelemiz durmadı ki, bugün bu sorgulamalarımızı yapmayalım…”
Ben ve bana tabi olanlar biz bilerek bu yola davet ederiz” diyen elçinin
buyurduğu gibi hayatımızın olmasını isterken, yanlışları meşrulaştırmış ve
gelenek olarak yaşayan anlayışlar içinde yerimizin olmayacağını da çok iyi
hesap ederek bu yolda var olmaya çalışıyoruz. Üç kuruşluk yaşam için, 100
liralık hatta sürekli ikramiyesi çoğalan bir yaşamı harcarsak bunun bir hiç
olduğunu bilerek yaşamayı tercih ettik. Tek farkımız bu…Sahip oldukları ile
övünerek baki olduklarına inanan ama söylerken her şey geçici diye kendini
avutan bir yaşamın kıyısında durmuşum, onların yabancı olduğu benim özümle aynı
olan bir ıslık tutturmuşum…Zaten ıslığın dinde yeri yok diye fetvaları
ellerinde olduğu için, saldıran saldırana bilmiyorlar ki benim ne kavalım ne
zurnam var o ıslık nefesim olduğu sürece devam eder….İşte böyle bir hayatta ben
hep tehlikeli mayınlarda yürüyüp tehlikeli sularda kulaç atarken akledemeyenler
bazen çıkıyor, vah zavallı vah davayı da terk etti sonunda diye acınacak
halleriyle bana acıyorlar. Sağ olsunlar en azından acıyan bir yanlarının
olduğunu görmekte bir şans(!)
1995 yılıydı, bir iftiradan dolayı 3 yıl Gaziantep ağır ceza
mahkemesinde yargılanırken, başkan savunmamı istemişti, ona verdiğim cevap
şuydu, Değerli Başkan ve kıymetli üyeler, karşımda yazan “Adalet mülkün
Temelidir,” bu veciz sözün altında yargılandığımı biliyorum ve adaletin tecelli
edeceğine canı gönülden inanıyorum. Savunmamın, Sokrates’in Ölüme giderken
hanımıyla arasında geçen konuşmadan farklı olduğuna inanmıyorum. Hanımı
Sokrates’e seni suçsuz yere ölüme götürüyorlar dur demeyecek misin, hayır suçlu
olsam daha mı iyiydi…Ondan dolayı çok rahatım, sen de hiç üzülme çünkü ben
sevdiğime gidiyorum der ve ölümü tercih eder.” Dedim, ama başkan bizimle dalga
geçip Felsefe yapma dedi. Onun üzerine Savcıya döndü ve kararı açıklayacak,
savcı şahsın bu yaşta hal ve hareketlerine bakıldığında, savunması dikkate
alındığında bu olaylarla yakından uzaktan alakasının olmadığı ve kamuyu
yanıltacak bilgi vermediği anlaşıldığından beratine diye cevap verdi. Ancak
Reis Efendi dedi ki bir şahıs bu kadar sorguluyor ve bilgi sahibi ise, bu
olaylarla ilişkisi olmadığına kananat getirilmemiştir. Sayın başkan doğruları
konuşmak suçsa bunu söyleseydiniz onu bileydim dedim aldığım cevap, yalan
söyleme hakkın var dedi…Ben de o an tüm film koptu. Yani adalet dağıttığını sandığım
ağır ceza reisi, benim yalan söylemem halinde bu işin bitirilebileceğini ifade
etmesi ve mahkemenin 6 ay sonrası Nisan…bilmem kaç demesi beni hepten
ayartmıştı.
Evet dostlar sonucu göze alamayanlar sorgulama yapamazlar
sonuç ne olursa olsun Allah’ın taktirinin dışında bir şey olmayacağına
inananlar ancak sorgulamanın Nirvana’sına çıkarak hakikate şahitlik
yapabilirler. Rabbim, bizleri o kulların arasına kat…Hz. İbrahim’in deyimiyle,
siz benim Rabbimden sakınmıyorsunuz, hesabı dikkate almıyorsunuz, istediğiniz
gibi koşturuyorsunuz da ben sizin düzmece ve ne olduğu belirsiz
muktedirlerinizden mi sakınacağım, rabbim her şeye şahittir….Ey Rabbim ölüleri
nasıl yarattığını bana gösterir misin, İbrahim sen inanmıyor musun, hayır
rabbim öyle bir inanıyorum ki, kalbim mutmain olsun istiyorum diyen İbrahim,
Allah’ın yaratmasını sorgularken, bizim yaşadığımız evrende neden yaşadığımız,
bizim dışımızda bizim için ne planlar yapıldığını sorgulamamız büyük bir
çoğunluğu rahatsız ediyorsa varsın etsin….Biz kırılan kolu yen içinde
bırakmayız. Toplumsal yaşama dönük başkalarını ilgilendiren her şeyi sorgularız
ancak kişinin bireysel günahlarının çetelesini tutacak kadar da çukura düşmeyiz
o bizim işimiz değil….
Sorgulayan beyinlerden korkmayın, onlar sadece sizi doğruya
götürmek isterler, doğrular eleştiri ve sorgulama oklarının içinde taşınırlar,
size acı verip kafanızı yaralasa da katlanmayı bilin, yoksa oksijensiz kalan o
beynin içindeki kan sizi ölüme mahkûm eder…
Selam ve iyilik dileklerimle bir sonraki yazımda inşallah sorgulamayla
ilgili geçmişte şu an etken yetkin olan ortamlarla aramda geçen diyalogları
anlatmaya devam edeceğim rabbim sağlık sıhhat ve afiyet verirse…Kalın
sağlıcakla…
Erol Kekeç/10.08.2023/13.36/Namazgah /İST