Geçmişle günümüz arasında değişen demografik yapıya
sosyolojik açıdan biraz bakalım istedim. Demografa bilirsiniz bir ortamın
nüfusa dayalı tüm yapısının ele alınmasıdır. Demografik yapının geçmişe göre
günümüzde hızla farklılaşması iyi bir sonuç mu, yoksa altından kalkılması çok
zor neticeler mi doğurmaktadır. Hangi açıdan bakarsak bakalım ciddi bir Toplumsal
değişime konu olduğu muhakkak…
Toplumların ilk toprağa yerleşme dönmelerinde kırsal nüfus,
tarım ve hayvancılığa dayanan bir yaşam egemen iken, şu an geldiğimiz nokta da
daha farklı bir denklemle karşı karşıyayız. Rönesans sonrasında başlayan ve kök
salarak yaygınlaşan yönetim anlayışları, sanayi devriminin getirdiği
olumsuzlukları da bir nimet bilerek, kırsal nüfusa karşı kent nüfusu pompaladı
ve yeni kentlerin yönetilmesinin böylece daha rahat olacağını kavradı.
Toplumsal meşruiyet kazanamadığını düşünen yönetimler,
sistemsel dönüşüm yapmayı hedeflediklerinde, tebaası olan tüm halkın denetimini
rahatlıkla sağlayacak mekânlarda yaşamasını ister. Bu durum modern yönetim
anlayışlarında çokça başvurulan bir algı oldu. Özellikle, batıdan alınan ancak
kendi içinde içselleşmemiş bu yönetim anlayışları, kendi ülkelerini tamamıyla
bir yönetim laboratuvarı haline getirdi. Genelde Ortadoğu’ya baktığımızda bu
örneklere çokça şahit olmaktayız. Ülkemizin son 25 yılı da neredeyse çoğu zaman
bu anlayışla yönetildi ve devam etmektedir. Tarım ve hayvancılık alanında ciddi
eksikliklerin olduğu ve ciddi bir politik yanlış algının ülkeyi çıkmaza
taşıdığı anlatılır. Oysa bu durum tarımsal alanda olan bir yanlış değil de bir
politik anlayışın ciddi ve sistemli değişim ve dönüşüm programı olabilir mi
diye değerlendirilse sanıyorum problemlerin kaynağını daha rahat anlamış
olacağız.
Yazının giriş kısmında da anlattığım gibi, Batı modeli
yönetim anlayışları ideolojik bir felsefi temelle, uygulama alanları yaratmaya
kalktığı zaman, kendi korku ve tedirgin septik algısını kırarak varlığını
koruyacağını düşündüğü için, zarar vermekle başlayan bir yönetim mekanizması geliştirir.
Bu anlayış yönettiği insanların ne kadar zarar gördüğünün hesabını yaparak yaşamaz,
kendi varlığını devam ettirmesi için en uygun zeminleri arar ve tüm oluşumları
lehine çevirmeye çalışır. Böyle olunca, öncelikli yapması gerekenin, kontrolü
dışında olduğuna inandığı ve her zaman tehlike olacak küçük toplulukları
rahatlıkla denetleyecek ve kolluk güçlerinin kısa sürede kontrolüne alacağı
ortamlara taşımak ister. Bu durum tamamıyla patolojik bir algıya dayanan süreç
olduğu için, hastalık virüsleri çoğalarak, kuvvetlenerek toplumun geneline
yayılmaya başlar. Bu virüsün yaygın hala gelmesi ve kanaatlerin de bu
doğrultuda ortaya çıkması, içinden çıkılmaz bir hal alır. Ne yazık ki bizim
ülkemizde son dönemdeki hızlı, çarpık bir kentleşme ve yaşam şartları hayli zor
bir kitlenin ortaya çıkması, kırsal alanların viraneye dönmesi böylesi bir
yanlış algıdan kaynaklanmaktadır.
Kırsal nüfusun yaşam alanı daraldı, imkânlar hayli kısıldı,
yaşamın sürekliliği ürkütücü boyutlara geldi, derken kentlerdeki yaşamların TV.
Programlarıyla sürekli pohpohlanarak cazip kılınma arzusu, kırsal kesimdeki
insanları büyüledi ve kendi gettosuna taşıdı. Ne olduklarını anlamayan bu kalabalıkların
ne yaptığını ve ne yapacağını bilen ama sonucu kestirmesi hayli zor bir yönetim,
insanların doğal yaşam alanlarını terk etmelerini sağladı. Bu durum gelecekte
yazılacak acılı mersiyelerin o günden sözlü olarak dillendirilmesiydi aslında,
âmâ meydandaki ses o kadar karmaşık ve anlaşılmayan dilde söylenen koronun
söylediği solo şarkılar olduğu için, hep ihmal edildi ya da ötelendi. Bu
günleri görmemek içindir belki de …Bunlar konunun acıyan ve bilinmeyen yanları
olsa da meydanda bir gerçek vardı, o da geldiğimiz noktanın ele avuca alınacak
yanının olmamasıydı. Peki neden böylesi karanlık bir gelecek insanımıza reva
görülmüş olabilir. Eğer bir yönetim anlayışı kendisi için, kendi dışındakileri
tehlikeli olarak görürse, onların tamamını, kontrollerini rahatlıkla yapacağı
ortamda yaşatmak ister. Çünkü, kontrol edemediğiniz, ulaşım ve iletişim
imkanlarınızın çok geç ulaştığı ortamlar daima sizin için bir tehlike olur. Bu
bakışla bir toplum yönetilirse orada yanlış uygulamaların dolaşımdan kalkmasını
beklemek komiklik olur.
Şehirler neden böyle, kırsal nüfus neden azalmaktadır gibi
kendimizi kandıracak ve içinden çıkılamayacak sorunlarmış gibi bu meselelere
yaklaşırsak hakikaten içinden çıkamayız. Cazip yaşam alanları ve çekiciliği öne
çıkarılan şehirlerin, neden bu hale geldiğini ve kırların da neden bu kadar
çabuk boşaldığını, kısmen de olsa anlamamıza rağmen, çözümü olmayacak bir
düşüncenin söylenmesinin de anlam ifade etmeyeceği için, konuşulmaması daha
iyidir diye bir rölantiye girdik hep…
Yani diyeceğim odur ki, bir yönetim anlayışı kendi varlığımı
nasıl daha iyi korurum ve sürekliliğimi sağlarım diye düşünce geliştireceğine,
toplumsal huzur barış ve insan gibi mutlu yaşamak için neler yapmalıyız ki, biz
halkımızın gözünde abideleşelim diye düşünseydi, sanıyorum ki, şu an boşalmış
köylerimiz bir üretim merkezi olacaktı. Şehirlerimiz de de bu çarpık yapılaşma,
alt yapı, varoş kültürü ve yaşamdan uzaklaşan kalabalıklara şahit olmazdık.
Demek ki, yönetimin asıl görevi ne pahasına olursa olsun kendi varlığını
korumak değil, toplumsal birlik beraberlik, dayanışma ve ortak hedef birliği oluşturarak,
toplumsal mutluluk ve huzuru inşa etmek OLMALIDIR.
12.10.2018/Erol KEKEÇ