13 Ekim 2018 Cumartesi

DEMOGRAFİK DEĞİŞİM BİR YÖNETİM ANLAYIŞI MIDIR?




Geçmişle günümüz arasında değişen demografik yapıya sosyolojik açıdan biraz bakalım istedim. Demografa bilirsiniz bir ortamın nüfusa dayalı tüm yapısının ele alınmasıdır. Demografik yapının geçmişe göre günümüzde hızla farklılaşması iyi bir sonuç mu, yoksa altından kalkılması çok zor neticeler mi doğurmaktadır. Hangi açıdan bakarsak bakalım ciddi bir Toplumsal değişime konu olduğu muhakkak…
Toplumların ilk toprağa yerleşme dönmelerinde kırsal nüfus, tarım ve hayvancılığa dayanan bir yaşam egemen iken, şu an geldiğimiz nokta da daha farklı bir denklemle karşı karşıyayız. Rönesans sonrasında başlayan ve kök salarak yaygınlaşan yönetim anlayışları, sanayi devriminin getirdiği olumsuzlukları da bir nimet bilerek, kırsal nüfusa karşı kent nüfusu pompaladı ve yeni kentlerin yönetilmesinin böylece daha rahat olacağını kavradı.
Toplumsal meşruiyet kazanamadığını düşünen yönetimler, sistemsel dönüşüm yapmayı hedeflediklerinde, tebaası olan tüm halkın denetimini rahatlıkla sağlayacak mekânlarda yaşamasını ister. Bu durum modern yönetim anlayışlarında çokça başvurulan bir algı oldu. Özellikle, batıdan alınan ancak kendi içinde içselleşmemiş bu yönetim anlayışları, kendi ülkelerini tamamıyla bir yönetim laboratuvarı haline getirdi. Genelde Ortadoğu’ya baktığımızda bu örneklere çokça şahit olmaktayız. Ülkemizin son 25 yılı da neredeyse çoğu zaman bu anlayışla yönetildi ve devam etmektedir. Tarım ve hayvancılık alanında ciddi eksikliklerin olduğu ve ciddi bir politik yanlış algının ülkeyi çıkmaza taşıdığı anlatılır. Oysa bu durum tarımsal alanda olan bir yanlış değil de bir politik anlayışın ciddi ve sistemli değişim ve dönüşüm programı olabilir mi diye değerlendirilse sanıyorum problemlerin kaynağını daha rahat anlamış olacağız.
Yazının giriş kısmında da anlattığım gibi, Batı modeli yönetim anlayışları ideolojik bir felsefi temelle, uygulama alanları yaratmaya kalktığı zaman, kendi korku ve tedirgin septik algısını kırarak varlığını koruyacağını düşündüğü için, zarar vermekle başlayan bir yönetim mekanizması geliştirir. Bu anlayış yönettiği insanların ne kadar zarar gördüğünün hesabını yaparak yaşamaz, kendi varlığını devam ettirmesi için en uygun zeminleri arar ve tüm oluşumları lehine çevirmeye çalışır. Böyle olunca, öncelikli yapması gerekenin, kontrolü dışında olduğuna inandığı ve her zaman tehlike olacak küçük toplulukları rahatlıkla denetleyecek ve kolluk güçlerinin kısa sürede kontrolüne alacağı ortamlara taşımak ister. Bu durum tamamıyla patolojik bir algıya dayanan süreç olduğu için, hastalık virüsleri çoğalarak, kuvvetlenerek toplumun geneline yayılmaya başlar. Bu virüsün yaygın hala gelmesi ve kanaatlerin de bu doğrultuda ortaya çıkması, içinden çıkılmaz bir hal alır. Ne yazık ki bizim ülkemizde son dönemdeki hızlı, çarpık bir kentleşme ve yaşam şartları hayli zor bir kitlenin ortaya çıkması, kırsal alanların viraneye dönmesi böylesi bir yanlış algıdan kaynaklanmaktadır.
Kırsal nüfusun yaşam alanı daraldı, imkânlar hayli kısıldı, yaşamın sürekliliği ürkütücü boyutlara geldi, derken kentlerdeki yaşamların TV. Programlarıyla sürekli pohpohlanarak cazip kılınma arzusu, kırsal kesimdeki insanları büyüledi ve kendi gettosuna taşıdı. Ne olduklarını anlamayan bu kalabalıkların ne yaptığını ve ne yapacağını bilen ama sonucu kestirmesi hayli zor bir yönetim, insanların doğal yaşam alanlarını terk etmelerini sağladı. Bu durum gelecekte yazılacak acılı mersiyelerin o günden sözlü olarak dillendirilmesiydi aslında, âmâ meydandaki ses o kadar karmaşık ve anlaşılmayan dilde söylenen koronun söylediği solo şarkılar olduğu için, hep ihmal edildi ya da ötelendi. Bu günleri görmemek içindir belki de …Bunlar konunun acıyan ve bilinmeyen yanları olsa da meydanda bir gerçek vardı, o da geldiğimiz noktanın ele avuca alınacak yanının olmamasıydı. Peki neden böylesi karanlık bir gelecek insanımıza reva görülmüş olabilir. Eğer bir yönetim anlayışı kendisi için, kendi dışındakileri tehlikeli olarak görürse, onların tamamını, kontrollerini rahatlıkla yapacağı ortamda yaşatmak ister. Çünkü, kontrol edemediğiniz, ulaşım ve iletişim imkanlarınızın çok geç ulaştığı ortamlar daima sizin için bir tehlike olur. Bu bakışla bir toplum yönetilirse orada yanlış uygulamaların dolaşımdan kalkmasını beklemek komiklik olur.
Şehirler neden böyle, kırsal nüfus neden azalmaktadır gibi kendimizi kandıracak ve içinden çıkılamayacak sorunlarmış gibi bu meselelere yaklaşırsak hakikaten içinden çıkamayız. Cazip yaşam alanları ve çekiciliği öne çıkarılan şehirlerin, neden bu hale geldiğini ve kırların da neden bu kadar çabuk boşaldığını, kısmen de olsa anlamamıza rağmen, çözümü olmayacak bir düşüncenin söylenmesinin de anlam ifade etmeyeceği için, konuşulmaması daha iyidir diye bir rölantiye girdik hep…
Yani diyeceğim odur ki, bir yönetim anlayışı kendi varlığımı nasıl daha iyi korurum ve sürekliliğimi sağlarım diye düşünce geliştireceğine, toplumsal huzur barış ve insan gibi mutlu yaşamak için neler yapmalıyız ki, biz halkımızın gözünde abideleşelim diye düşünseydi, sanıyorum ki, şu an boşalmış köylerimiz bir üretim merkezi olacaktı. Şehirlerimiz de de bu çarpık yapılaşma, alt yapı, varoş kültürü ve yaşamdan uzaklaşan kalabalıklara şahit olmazdık. Demek ki, yönetimin asıl görevi ne pahasına olursa olsun kendi varlığını korumak değil, toplumsal birlik beraberlik, dayanışma ve ortak hedef birliği oluşturarak, toplumsal mutluluk ve huzuru inşa etmek OLMALIDIR.
12.10.2018/Erol KEKEÇ