İnsanlık alemi diğer alemlerden bağımsız ve ayrılarak değerlendirilemez. Çünkü diğer alemler ile insanlık alemi arasında kopmaz bir ilişki ve bağ vardır. Bunları birbirine bağlayan temel bağ dengeyi sağlayan Adalet bağıdır. Adalet tüm kainatın omurgasıdır. Adaletin olmadığı her ortam da dengesizlik düzensizlik kargaşa ve kaos egemendir. Kâinatın adaleti, her gün kendisine takdim edilen ölçüler içinde yaşamını ve düzenini devam ettirmesidir. Bu düzenliliğin temelindeki adalet yani denge insan hayatına girmediği zaman bu dünya gezegeninin huzura kavuşması mümkün değildir.
İnsanın bu adalet kavramının esrarını anlayabilmesi için, tefekkür melekelerinin açık olması gerekir. Tefekkürün yaşamın tüm alanlarında üzerine beton döküldüğü ve beton çöplüğüne gömüldüğü bir çağda hangi tefekkürün filizlenip büyümesini ve etrafa koku salmasını bekleyebilirsiniz ki! Tefekkür adalete açılan kapıdır. Çünkü tefekkür insanın maddi boyutlu olarak algılanan yaşamına manevi boyutun eklenerek insanın denge kazanmasıdır. İnsan hayatına dengenin girmesinin temel koşulu düşünme ve hayatın ne olduğu nereye gittiği ve nerede sonuçlanacağı ve sonuçlanan yaşamın avucunda nelerin kalacağı üzerinde derinlikli bir tefekkürün başlamasıyla ilişkilidir. Bu süreç yakalandığı zaman İnsan kendi ontolojik yönüne yönelerek, yaşamının üzerine oturduğu epistemolojik birikimleri de idrak ederek yaşamına anlam verecek bir harmanlama yapmaya başlar.
Tefekkürden yoksun ve sadece madden görünen isteklerini doyuran ve doldur boşalt bir boşaltım sistemi ötesine geçemeyen bu varlığın hayatının her geçen gün sürekli karanlıklara gömülmesi kadar doğal bir süreç olamaz. İnsan, kendi ürünü olan bir teknolojik aleti, kendi içine yüklenilen donanıma uygun olmayan bir yazılımla o aracı çalıştırmak istediğinde,o aracın sorunlar oluşturduğunu görmesine rağmen aracı yapacak bir mekanizmanın kendi donanımına uygun yaşamadığında nasıl sorunlarla karşılaşacağını anlamayacak kadar da idrakten yoksun yaşamaktadır.
Burada aslında görülmesi gereken temel öz, tefekkürden uzaklaşan ve bir nesneye dönüşen insanın, yaşaması için gerekli olan tüm değer sistemlerini de nasıl parçaladığıdır. Değer sistemleri hayattan uzaklaştığı zaman, yaşamın üzerine oturacağı tüm mekanizmalar engin sularda yüzmek için açılan ama içinde hiç bir koruyucu unsuru kalmamış bir gemi müsveddesine döner. Neden böyle düşündüğümün alt yapısı, kendi ontolojik varlığını anlayamamış ve epistemolojik süreçlerden istifade edememiş bir varlığın bağlayıcı değer sistemlerinden kopuşu, onu anlamsız ve kaotik bir ortamın sadece yuvarlanan doyumsuz hız ve haz döngüsü içinde çırpınan bir hazmatik yapmasıdır. Hiçbir hazmatik kainatın üzerine oturduğu hakikatin bir adalet organizmasına sahip olduğunu idrak edemez. Çünkü onun öyle bir derdi ve o alanda düşünebilecek metafizik beyin dalgaları işlev görmemektedir. İşlevini kaybeden bir beyin ancak kendi artıları için yaşar bu artılar idrak mekanizmasını işlevsel kılan yaşamın, yaşam kalitesini artırmaya dönük değildir. O sadece ve sadece hedonist duygularına bir artının gelmesine göre hayatını sürdüren konumdadır.
Bunun ne zararı olabilir diyebilirsiniz, ancak şunu unutmamak gerekir ki, idrak mekanizmasının çalışıp çalışmadığı yeryüzünde o mekanizmanın varlık hedefine uygun ne kadar iş yapabildiğiyle ölçülür. Eylem mekanizması da idrak mekanizmasına nerede ne kadar yeni düşünme alanları oluşturduğuyla değer kazanır. Bu da gösteriyor ki hayatın iki veçhesi vardır. Birinden biri kendi donanımına uygun hareket etmezse denge bozulur, dengenin olmadığı bir yerde adalette olmaz; dolayısıyla insanlık omurgası yara alır bu yara bu insanlığı yok eder.
Yaratıcı, iki cins yaratmış aynı türden erkek ve dişi, birinden biri kendi donanımını değiştirmek istediği zaman, omurgaya atılan bir kurşun olur bu kurşun kimseyi ilgilendirmez diyemezsiniz, çünkü bu organizma insanlık organizmasıdır. O yaralar devam ederse yerde sürünmeye mahkum oluruz dolayısıyla birinin yapacağı, yaratılış amacı dışındaki bir eylem, tüm insanlık ailesini bağlayıcı niteliktedir. İnsanların yaratılışlarına ait özellikler sonradan tercih edilecek bir kimlik asla olamaz; onlar verilmiş ve doğuştan gelen statülerdir. Değiştirilmesi teklif edilemez edilirse ifsat başlar. "İnsanların kendi elleri ile yaptıkları yüzünden karada ve denizlerde fesat çıktı..."Tüm fesatların kaynağında dengenin bozulması vardır. Denge ADALETTİR!
Yeryüzünde açlık varsa, hırsızlık yalan, dolan, fuhuş, cinayet kin, nefret tüm olumsuz eylemlerin tohumları etrafa ekilir. Bir bakarsınız bu tohumlar filizlendi arkasından gelişti ve bir de bakarsınız çarşıda pazarda satışa çıkmış tüm tezgahlarda bunlar satılmaktadır. Peki neden ve niçin böyle oldu, bunun üzerine kimse kafa ve yürek yormak istemezse, bir gün olur ki, kimse önünü göremez ve bir sis perdesi bizi kaplar ve derken atmosferdeki sera tabakasıyla kuşatılırız ve nefes alamaz duruma gelir ve terki diyar eyleriz. Allah yaratılanların rızkına kefildir. Bu söz sıradan ve öylesine söylenilen bir söz değildir. Ancak insan dengeyi bozdu ve başkalarının rızkına da sahip olmaya başladı bunun için savaşlar yaptı kan akıttı diğer canlıların yaşam alanlarını daraltı denizleri kirletti, kıtalar aşırı gelerek başkalarının yaşamlarına son verdi niçin, kendi konforunu ve lüksünü artırmak için...Sonrasında da başkalarının rızıkları gitti ve insanlar açlıktan ölmeye başladı...Bu durumu da onların kaderi diye yedirmek dinsel bir fetva haline geldi...Tüm bunlar gösteriyor ki, ADALET ÇİĞNENDİĞİ ZAMAN AYAKTA KALMA İMKANINIZ DA KALMIYOR VE BİR SÜRÜNGEN DURUMUNA GEÇİYORSUNUZ,HER NE KADAR DERİ DEĞİŞTİRSENİZ DE BU SİZİN BİR SÜRÜNGEN OLMANIN ÖTESİNE GEÇEBİLME İMKANINA SİZLERİ KAVUŞTURMUYOR...
Tüm kainatla kardeş olarak yaşamak ve bir düzen kurmak istiyorsak, hayatımızı yeniden yaratılış fıtrat genlerine uygun formatlayalım, tefekkürle yola çıkalım ADALETİ DÜNYANIN ORTASINA İKAME EDELİM...İşte o zaman yapacaklarımız bir anlam kazanır... Anlamlı bir yaşam sürmek ve insan olmak bizim de hakkımız değil mi ?
Erol KEKEÇ/08.02.2021