“İnanmak ile mücadele ruhunun canlılığı arasında doğru orantılı bir ilişki vardır.” Düşünce olarak inanmadığınız bir anlayışı pratik yaşamınızda ölümüne savunmanız da mümkün değildir. Yaşam alanını genel olarak taradığımız zaman birçok yaşamların tarih sahnesinden silinip gitmesindeki en önemli faktörün, insanların yaptıkları işe tam anlamıyla inanmamış olduklarını görürüsünüz. İş yaşamındaki mücadeleyi yarıda bırakıp farklı alanlara yönelip, hep oralarda başarı arayan insanların bu tavırlarının arkasındaki en önemli etken, inanmadıkları işe başlamış olmalarıdır. İnanılan bir düşüncenin eyleme geçirilmesi haz verir ve insan yaşamını sürekli motive eder. Savaşların kazanılması da böyledir. Eğer bir savaşın kazanılacağına inanılırsa, insanların mücadele ruhları da ona göre bilelenmektedir. Ancak acaba biz bunu nasıl başarırız diye, gönülsüz olarak girişilen faaliyetlerin hepsi hüsranla sonuçlanır. Hüsran olmasa bile rakipleri karşısında her zaman pasif kalırlar ve savaşı yöneten olamazlar.
İnanmak her eylemin başıdır.
Düşüncenize inanmanız, inancınıza inanmanız, cesaretinize inanmanız,
milletinize inanmanız, ailenize çocuklarınıza inanmanız velhasıl-ı kelam
atacağınız adım ne ise öncesinde oluşan düşünsel planlamasına inanmanız
gerekir. Bunu dikkate almadan nasıl olsa yaşıyoruz yola çıkalım bakalım
başımıza neler gelecek diye girişilen yolların sonu karanlıklara gebedir. Tarih
boyunca düşüncelerine inananlar tarihin yönünü belirlemişler, acaba olur mu ki
vs. gibi tereddütler barındıranlar ise ya piyon olmuşlar yaşadıkları ortamlarda
ya da dökülüp kaybolanlar arasına girmişlerdir. Savaşanlar genellikle sağ kalanlardır,
âmâ biz de ön saflarda savaşa girsek mi vs. diye düşünenler hep savaşın
zayiatları arasına girerler.
Onun içindir ki, düşüncesi olmayan bir
pratik olamaz, inancı olmayan bir düşünce de olamaz. Dolayısıyla inanç, düşünce
ve eylemin bir bütünlük oluşturması mücadele için kaçınılmazdır. Toplumsal
yaşamda bunların çok örneklerini görmek mümkündür. Herkesin duyduğu bir cümle var,
“akıllı düşününceye kadar cahil dağları aşar derler. Aslında buradaki
temel vurgu cehalet ve bilgi üzerine bir değerlendirme değil. Doğrudan inanan
ile inanmada tereddüt yaşayanlar arasındaki ayırıcı ince çizgi anlatılır. Ama
bizler hep oradaki cehalete takılıp kalırız. Cahil cesur olur deyimini de çoğu
zaman duyarsınız. Cahil cesur olamaz. İnanç cesareti doğurur. Bir Bedevinin
Allah’ın Resulüne hitaben, senin elçi olduğun doğru mu*Evet, peki senin
getirdiğin din benden ne istiyor der. Allah’ın elçisi bu bedevinin içindeki
samimiyeti ve yüzündeki inancı okur. Ona sadece Beş vakit farz namazları
kılmasını şehadet getirmesini ve Allah’ı birlemesini söyler. Bunun üzerine
Bedevi başka var mı der. Allah’ın Resulü hayır senin için bunlar var dediğinde,
o zaman bedevi Vallahi ne bir fazlasını ne de bir eksiğini yaparım der ve
gider. Bunun üzerine Allah’ın Resulü eğer söylediklerinde samimi ise
cennetliktir der. Buradaki ince ayrıntıya dikkat edersek, Bedevi o kadar
inanmış ve o coşkuyla bunların arkasında duracağını ifade etmiş ki, bu inanç
onu cennetlik bir kimlikle anılmaya götürmüştür.
Eğer bir insan iliklerine kadar
savunduğu düşünce ve anlayışın sahiplenenini olursa, o düşüncenin gücü onu
yolda bırakmaz ve onun önünü aydınlatır. Sahip olduğu enerji katsayısını
sürekli yükseltir. Her insan hükümdardır, Orison Sweet Marden’nin bu kitabında
geçmişte okuduğum bir örneği sizlerle paylaşmak isterim. Hasta yatağında yatan
bir liderin ordusu savaşa girer ve savaş günlerce sürer savaş kaybedilme
aşamasındayken komutan gelir ve yatakta yatan liderinin kulağına, ordunun
savaşı kaybetmek üzere olduğunu fısıldar. Hasta yatağında mecali kalmamış
ülkenin lideri bu söz karşısında hemen doğrulur, savaş elbiselerini giyer
ordunun başına gelir yeni taktikler verir, ordunun hücum safına geçmesini sağlar,
bir anda savaşı kaybeden ordu savaşı kazanır ve Lider savaş sonrası yatağına
gelir ve orada can verir. Buradaki güç inanç ve düşüncenin eylemler üzerindeki
belirleyici gücü olduğundan kuşkunuz olmasın. Çanakkale ve Kurtuluş savaşını
kazandıran enerji aynı enerjidir. Bitap düşmüş mecali kalmamış açlıktan kırılan
bir millet yedi düvele karşı bu savaşlardan zaferle çıkıyorsa, bunu başka
boyutlarda ele almak mümkün değildir. Mustafa Kemal’in Ben size Ölmeyi emrediyorum,
Ordular İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri sözü çok anlamlı, manidar bir kamçılama
ve motivasyon gücüdür. Savunma yenilginin başlangıcıdır, onun için daima
taarruzda olmak gerekir diye inanıyorum.
Düşünce gücünü aktif ve çözüm üretir
kılan, ona bağlılık ve inançtır. Seyit Onbaşı’nın o topu kendi başına sırtlanıp
savaşın kahramanı olması onun inancının eseridir.20 yıl boyunca iktidarın çok
başarılı olduğu dönemlerdeki enerji, saf ve inanmaya dayanan enerjiden kaynaklanmaktadır.
Bugün sihaların ihaların varlığı savaş teknolojisindeki atılımlar böylesi
inancın bir eseridir. Ancak son 5 yıl içindeki sürekli bir gerileme süreci ise inançsızlığın
bir sonucudur. RTE’nin iktidar olmadan önceki konuşmalarına bakarsanız
tamamıyla savunma ve kendi özüyle barışık vurgular yaptığını göreceksiniz.
Hatta bir konuşmasında, bu ülkenin geri kalmışlığını dış güçlere bağlayarak
açıklayanlar tamamıyla kendilerini aldatıyorlar. Eğer bir yerde sorun varsa,
siz kendi özünüzü kaybettiğiniz için sorunlar da sizi kuşatmış demektir diyor
ve dış güçlere bağlanan olumsuzlukları yerden yere vuruyor. Onun için de
sürekli taarruzda olup yol alıyor. Âmâ ne zaman ki kendi düşüncesine olan
inancında bir zayıflama ve düşünceleri ile yapılan işler arasında çatışmaların
ortaya çıktığını görüyor, bunu geçiştirmek için, bu olumsuzlukların sebebini
hep dışarıda aramaya başlıyor ve içerdeki hainler ve işbirlikçiler diye izaha
çalışıyor, o zaman da ciddi bir zaaf ve zayıflık oluşuyor. Bu zaaflar
beraberinde işlerin çözümünün zor olduğu inancını beraberinde getiriyor.
Sonrası yaşadığımız tablolar… Hz. Ali’nin çok sevdiğim bir sözü var, ”Bahane
üretmek insanın kendisine karşı söylediği en büyük yalandır”. Evet, biz belli
bir dönemden sonra düşünsel yoğunluğumuzdaki boşlukları gidermek ve düşüncemize
olan inancımızı gözden geçirmemiz gerekirken hep bahaneler üreterek günü
kurtarmayı düşündük, sonrasında da kendimize olan inancımızı kaybettiğimizde
insanların bize olan güvensizlikleri de kendiliğinden oluştu.
Siz kendinize inanırsanız, sizin
dışınızdakilere güven verirsiniz, âmâ siz kendinize olan güveni kaybetmişseniz,
sizi birileri zorla bu işi neden yapmıyorsun haydi destekleyelim de kalınan
yerden devam et diye takviye etmeyeceğini anlamak ve bilmek zorundayız. Güz ortasıydı,
çeşitli ilerde tanıdığım birçok üst düzey bürokrat arkadaşla görüştüğümde
hepsinin ortak cümlesi şuydu, bundan sonra acaba nasıl olacak hiç iyi değiliz
bu zorlukları aşacağımıza inancımız kalmadı, işimiz Allah’a kaldı diyorlardı.
Benim onlara söylediğim şuydu; siz işin içinde olan insanlar olarak yaptığınız
işe inancınız yoksa benim gibi dışarda olanlar size neden güvensin ve hangi
gerekçeyle sizin bu işlerin üstesinden geleceğinize ikna olsun. Onlar ise
kafalarının karışık olduğunu sonucu kestiremediklerini söyleyerek bir anlamda
rahatlamış oluyorlardı. Oysa bana göre bu, çözümsüzlüğün ve başarısızlığın yegâne
sebebiydi. Ekonomi kötüye gitmeye başladığı zaman da bile RTE’nin tavrı biz bu
işin üstesinden geleceğiz demek oluyordu. Yani her şeye rağmen kendisine
inanmaya çabalıyordu ve hala da öyle… Ancak bir insanın düşüncesi kolektif şuura
dönüşemiyorsa o enerji oluşturmaz. Bu gün ki yaşadığımız ortamdaki kararmanın
en önemli sebebi, düşünsel ışığın tükenmesidir. Bu da kendi düşüncemize inancımızın
kaybolmasıdır. O zaman İnanılmayan bir düşüncenin eylemi nasıl oluşur dersiniz.
Kaos ve çözümsüzlüktür. Yeni Maliye Bakanın gözüme iyi bak ne görüyorsun, ışık,
yani ekonomi gözdeki ışık ifadesi avamı dille anlamlı olabilir, ancak gözün
uyku modunda olduğu ferinin kaybolduğu ortamda, olmayan ışığı gözünde görmesini
istemesi o ışığı getirmez. Işık düşünsel parlaklığın ve inancın bir sonucudur.
Kaybedilen güveni kazanmanın yolu,
yarınlarda insanların başına ne geleceğini ve kazanılmış imkânları kaybetme
korkusunu vererek, onları yeniden kazanma düşüncesiyle olmaz. Dik duruş ve
kendi düşünsel birikiminize inanmanızdan geçer. Ancak bizim toplumda dikleşmek cebelleşmek
ve ötekileştirmek ile dik durmak hep birbirine karıştırılmaktadır. Dik
durabilmenin en önemli koşulu sağlam bir düşünsel yoğunluk oluşturmak ve
düşünsel birikime, ama acaba gibi şüpheleri karıştırmadan inanmaktan geçer. Bu
inanç oluştuğu zaman güvensizlik ortamı kendiliğinden güvene döner. Kendi
özünüzdeki sorunları imha edip, kendinizle barışıp kendinizle yüzleşerek
hataları hata olarak görüp yeniden bir doğuş gerçekleştirme yerine, hep saldırı
suçlama ve olumsuzluğun faturasını başkasına keserek insanları ikna edeceğimizi
sanıyorsak sadece kendimizi aldatırız. Kendi lise hayatımdan bir örnek vermek
isterim sosyal bilimler bölümü öğrencisi olmama rağmen Fen ve Matematik dersi
en iyi olan öğrencilerden biriydim. Hocalarım benim için, Fen dersleri çok iyi
olmasına rağmen Sosyolojiyle kafayı yiyen diye tanımlarlardı. Bu matematiği
yazan, bu fizik kurallarını oluşturanlar insan beyni olduğuna göre, ben bunu
anlamayacaksam ve bundan daha iyilerini ortaya koyamayacaksam o zaman ben insan
beyni taşımıyorum diyerek bu derslere asıldım ve kısa zamanda en üst notları
aldım; hatta Elektronik mühendisliği yapan bir arkadaşıma fizik dersini tamamıyla
ben çalıştırmıştım. İnanmakla başarmak birbirinin besleyenidir. İnanmayı,
annenin göbek bağı olduğunu düşünürsek, başarmak göbek bağıyla beslenen
bebektir. Bağ kesildiği an bebeğin yaşama şansı yoktur. Onun içindir ki,
yeniden kendimize gelmek zorundayız. Herkesin gittiği yoldan gitmek zorunda değiliz,
aynı zamanı harcamamız gerekmiyor âmâ inandıklarımızı gerçekleştirmek için sıkı
bir efor ve samimi mücadele gerekiyor.
İnsanlarımızı kendi ellerimizle harcadık…
Her insanı devlet kurumlarında maaşını alan sırtını devlete dayayan ve devletin
imkânlarını kullanarak zenginleşmeye çalışan varlıklar haline getirdik. Oysa
insanlarımızı kendine güvenen düşündüklerinin pratiğini ortaya çıkaracak
özgüveni yüksek, yapacaklarını planlayarak yapan ve onlar için de, devlet
olarak uygun zeminler oluştursaydık, bizim çehremiz şimdi bambaşka olurdu.
Suratımız düşmüş yüzümüzden düşen sinek bin parça oluyor ne yapacağını şaşırmış
nerden geldim İstanbul’a diyen, Burhan Çaçan gibi psikolojiye sahipsek bunları
tabi ki sorgulamak zorundayız…
Ümitsizlik psikolojisi kadar
insanları imha eden tehlikeli başka bir hastalık yoktur. İnanç denilince
herhangi bir dine inanmaktan bahsetmiyorum. Elbette insanın bir inancı vardır
ancak buradaki inanç düşüncenin oluşumuna neden olan tohumun sağlam olmasıdır.
Yani insanın kendi özüyle yoğrulması ve özüne anlam kazandırmasıdır. Tarihte 16
tane devlet Kuran Türklerin bu destanımsı hayatları tamamıyla inanmaktan
geçiyor. Eğer Kurtuluş savaşında şehitlerimizin o inançları olmasaydı bugün
içinde yaşadığımız ülkemiz olmaz, devletimiz de kurulmazdı. Millet olarak bizde
en çok olan şey kendimize inanmamızdır. Ama ne yazık ki, bu gün gençlerimiz bu
inancını kaybetmiş ve başkalarının ortaya koyacağı yaşama daha çok inanır olmuşlardır.
Bunun temel sebebi kendimize inanmamız gereken değerlerimizi hafife alarak
insanlarımızın bu değerlere olan bağlılıklarını ve inançlarını refüze etmemizdir.
Siz inanmazsanız başkalarını inandıramazsınız. Sözlerle, ifade etmiş olmak
inanıldığı anlamına gelmez. Çünkü sözlerin sağlamasının yapıldığı yer yaşam
alanıdır. Yaşam alanındaki çelişki tutarsızlık ve sürekli yön değiştirmek bir
değere karşı bağlılık ve inancı imha eder. Onun için Yüce Rabbimiz bizlere öyle
bir uyarıda bulunuyor ki, kendimize gelelim diye…”Ey İman edenler
yapmadığınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey
yapmadıklarınızı söylemektir.”
Bu ayetten sonra bir şey yazmak
içimden gelmiyor, düşünsel gücümüzün bir devrim dönüşüm ve medeniyet
oluşturması için, iç âlemimizde yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerekiyor. Yönelim,
istek, inanç, düşünce ve eylem sürecini iyi düzenlemek zorundayız. Bu
süreci doğru yönetirsek ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, İbrahim’i ateşe
atacaklarının haberini ona verdiklerinde Allah ne güzel vekil ve o ne iyi Mevla
ve yardımcıdır diyerek yoluna devam eder. Sonrasında mücadelesine karşı bu bağlılıkta,
samimi olan ve çıkardan uzak bir kalbi mutmain olan kulu, Allah yalnız bırakır mı:
”Biz ateşe dedik ki, İbrahim’e karşı serin ve esen ol…”Bu tamamıyla inancın
zaferidir kula tanınan ayrıcalık değildir. “Müminler felaha erdi ”diye mazi
fili ile başlayan ayet herkesi kuşatmaktadır. Dolayısıyla mücadele ruhumuzu
yeniden kazanalım ve kendimize gelelim, bunun için öncelikle inancımızın
şekillendiği yüreğimizi tertemiz arı ve duru kılalım ki, aydınlık yarınlar bizi
es geçmesin…
Selam olsun inandıklarından şüphe etmeyenlere…
Selam muhabbet ve dualarımla…
Bahadır Hataylı/15.04.2022/02.22