14 Kasım 2024 Perşembe

Toplumsal Merkez Olarak Camiler ve Yeni İmamlık Vizyonu

                  

Cami, toplumdan bedava geçinen her hafta kan emen tek hücreli gibi algılanmasının önüne geçilmelidir. Bunun için öncelikle, toplumun bu mekanlardan ne beklediğini iyi analiz etmeli ve net hedefler koymalıyız. Bu hedefler, camilerin hem ibadet alanı hem de sosyal dayanışma, eğitim ve kültürel etkileşim alanı olarak yeniden yapılandırılmasıdır. Mahallelerdeki camiler, sadece ibadet için toplanılan değil; aynı zamanda gençlerin, yaşlıların, kadınların ve çocukların bir araya gelerek sosyalleştiği, bilgi alışverişinde bulunduğu, mahallelinin dertlerini paylaşarak çözüm aradığı birer "toplumsal merkez" olmalıdır.

Camilerin etkin hale gelmesi için, her mahallede bir "sosyal sorumluluk platformu" kurularak, topluma katkı sağlayacak projeler geliştirilmeli; ihtiyaç sahiplerine yardım, eğitim programları, uyuşturucu ve zararlı alışkanlıklarla mücadele, aile danışmanlıkları gibi çok yönlü destek hizmetleri sunulmalıdır. Din görevlileri ise, toplumla iç içe ve toplumun nabzını tutan liderler haline gelmelidir; bilgiye dayalı, bilinçli ve çağdaş bir yaklaşımla rehberlik yapmaları sağlanmalıdır. Bu görev tanımıyla birlikte din adamları "manevi rehber" sıfatını kazanmalı, toplumsal gelişime aktif katkı sunan örnek bireyler haline getirilmelidir.

Ayrıca, camilerdeki "dernek" yapısı da işlevsel hale getirilmelidir. Her hafta yalnızca bağış toplayan, toplumdan izole bir yapı olmaktan çıkıp; sosyal projeler üreten, mahalle sakinlerini bir araya getiren ve her kesimin fikir alışverişinde bulunabileceği bir alan yaratılmalıdır. Böylece, camiler sadece ibadet edilen yapılar olmaktan çıkıp, toplumsal hayatın her alanına dokunan bir cazibe merkezi haline gelecektir.

Camilerin işlevleri bu yönde değişirse, toplum camileri kendinden bir parça olarak hissedecek ve aidiyet duygusuyla sahiplenecektir. Özetle, camiler sadece ruhani bir mabet değil, aynı zamanda toplumsal bir merkez haline getirilmelidir. Bu şekilde, camiler toplumun kalbi olacak ve  mahallelerde dayanışma ruhunu yeniden canlandıracaktır.

Camiler, tarih boyunca toplumun kalbinde yer alan, sosyal yaşamın merkezlerinden biri olarak önemli bir işleve sahip olmuştur. Ancak günümüzde camilerin çoğunlukla yalnızca ibadet mekanı olarak görülmesi ve toplumsal yaşama yeterince katkı sunmayan, ruhsuz yapılar olarak algılanması ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Bu mekanlar, yalnızca namaz vakitlerinde ibadet edilen bir yer olmaktan öteye geçmeli, mahallelerin merkezi haline gelerek her yaştan bireyin sosyal, kültürel ve manevi ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir. Bu kapsamda, camilerin toplumsal fonksiyonunu yeniden ele alarak, cami ve imam kavramlarının içeriklerinin doldurulması ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi gerekmektedir.

Camilerin Toplumsal Fonksiyonlarının Geliştirilmesi

Camiler, mahallelerde toplumsal bir denetim, rehberlik ve yardımlaşma merkezi olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Toplumdaki ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak camilerin; kütüphane, hamam, aşevi gibi hizmetlerle desteklenmesi, çocuk ve gençlere yönelik eğitim ve sosyal etkinliklerin düzenlenmesi gerekmektedir. Bu alanlar, dini ve sosyal dayanışmanın yanı sıra toplumun her kesimine yönelik hizmet sunabilecek mekanlara dönüştürülmelidir.

  1. Toplanma ve Dayanışma Merkezi Olarak Cami:

    • Camiler, yalnızca ibadet edilen mescitlerden ibaret kalmamalıdır. Her mahallede, insanların toplanabileceği, sorunlarını paylaşabileceği, yardımlaşabileceği alanlar olarak değerlendirilmeli; düğün, taziye, yardım organizasyonları gibi toplumsal etkinliklerin merkezi olmalıdır.
    • Cami çevresinde kütüphaneler, aşevleri, çocuk oyun alanları ve sosyal hizmet birimleri kurularak, toplumun her kesimi için cazibe merkezleri haline getirilebilir.
  2. Aile Danışmanlık Merkezleri ve Eğitim Alanları:

    • Camilerin içinde aile danışmanlık merkezleri ve rehberlik hizmetleri sağlanarak, toplumsal birlik ve beraberlik teşvik edilmelidir.
    • Gençlerin manevi, psikolojik ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamak amacıyla kurslar, seminerler ve çeşitli sosyal faaliyetler düzenlenmelidir.
  3. Din Görevlilerinin Rolü ve İşlevi:

    • İmamlar, toplumun manevi rehberleri olmanın ötesinde, güçlü sosyal zekaya sahip, iletişimi kuvvetli, organize etme becerisi yüksek, en az on kişiyi yönetebilecek yetkinlikte bireyler olmalıdır.
    • Bu nitelikteki din görevlileri, mahalle halkının güven duyduğu ve saygı gösterdiği, toplumun sosyal ve manevi sorunlarına çözüm üretebilen insanlar olarak kabul görecektir.

Camilerdeki Hizmet Alanlarının Çeşitlendirilmesi ve Modernleştirilmesi

Camilerin manevi görevlerinin yanında, modern toplumun sosyal ihtiyaçlarına yanıt veren alanlar olarak da işlev göstermesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, camilerde toplumun sosyal, kültürel ve eğitim ihtiyaçlarına yönelik farklı birimler kurulmalı, yeni bir işlevsel yapıya kavuşturulmalıdır:

  • Çocuk ve Gençlik Merkezleri: Gençlerin sosyal aktivitelerle bir araya geleceği merkezler kurarak onların uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklardan uzak tutulması sağlanmalıdır.
  • Toplumsal Yardımlaşma Birimleri: Mahalle halkının sorunlarına çözüm üretebilecek yardım merkezleri ve gönüllü ekipler oluşturulmalıdır.
  • Kültürel Etkinlik Alanları: Geleneksel ve modern kültürel etkinlikler için alanlar sağlanarak toplumun her kesimine hitap edilmelidir.

İmam ve Din Görevlilerinin Toplumdaki Rolünün Güçlendirilmesi

İmam ve din görevlileri, sadece ibadet vakitlerinde cemaatle buluşan bireyler olmaktan çıkmalı, toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek, organizasyon yeteneği güçlü bireyler haline gelmelidir. Bu amaç doğrultusunda, imamlar din eğitimi dışında psikoloji, sosyal hizmetler ve rehberlik gibi konularda da eğitilmelidir. Böylece imamlar; toplumun manevi liderleri, danışmanları ve sosyal sorunlara çözüm üreten liderler haline gelebilecektir.

  1. İmamlık Kavramının Yeniden Tanımlanması:

    • "Din adamı" tanımı yerine, toplumun her alanında fayda sağlayacak, bilgilendirici, yol gösterici ve çözüm üretebilen bireylerin bulunduğu bir yapı geliştirilmelidir.
    • İmamlar, mahalledeki her türlü sosyal faaliyeti yürütebilecek, toplumsal olaylara hızlı yanıt verebilecek yetkinlikte olmalıdır.
  2. Eğitimli ve Yetkin Din Görevlileri:

    • İmamlar, toplumsal iletişim, aile rehberliği, gençlere yönelik manevi rehberlik konularında eğitilmeli ve bu alanlarda destek sağlamalıdır.
    • Böylece camiler, sadece ibadet mekanları olmaktan çıkarak her kesimden insanın başvurduğu, güven duyduğu birer danışma ve toplumsal kontrol merkezi haline gelir.
  3. Camilerde Güvenin Yeniden Tesisi:

    • Camilerdeki din görevlilerinin güvenilir, liyakatli ve toplumun tüm kesimleriyle iletişim kurabilen bireyler olması sağlanarak, bu mekanların toplumda hak ettiği saygı ve güvene kavuşması hedeflenmelidir.

Camilerin İyileştirilmesi ve Toplumsal Yaşama Entegre Edilmesi için Yapılacaklar

Camilerin ve imamların yukarıda bahsedilen rol ve sorumlulukları yerine getirebilmesi için kapsamlı bir düzenleme ve yenilenme sürecine ihtiyaç vardır. Bu amaç doğrultusunda şu adımlar atılmalıdır:

  1. Yasal Düzenlemeler ve Yapısal Reformlar:

    • Camilerde sosyal hizmet birimleri kurulması ve bu hizmetlerin kalıcı hale gelmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı iş birliğinde mahalle bazlı sosyal hizmet birimleri oluşturulmalıdır.
  2. Toplumsal Fonksiyonları Geliştiren Proje ve Uygulamalar:

    • Camilerin toplumla daha fazla bütünleşmesini sağlayacak projeler geliştirilerek; aşevi, kütüphane, spor salonu gibi sosyal ihtiyaçlara cevap veren hizmet birimleri oluşturulmalıdır.
    • Tarihteki Sütçü İmam, Nene Hatun gibi toplumsal kahramanların camilerde örgütlenerek toplum yararına faaliyetlerde bulunduğu örneklerden ilham alınarak, bu ruh yeniden canlandırılabilir.
  3. Kapsamlı Eğitim ve Farkındalık Programları:

    • İmamların rolünü genişletmek amacıyla geniş kapsamlı bir eğitim programı düzenlenmelidir. Bu eğitim programlarında sosyal zekâ, iletişim becerileri, kriz yönetimi ve toplumsal liderlik gibi konulara ağırlık verilmelidir.
  4. Toplumun Her Kesimi İçin Erişilebilir ve Çekici Mekanlar:

    • Cami ve çevresi; çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar gibi toplumun farklı kesimleri için erişilebilir, çekici ve çok amaçlı alanlar haline getirilmelidir. Bu amaç doğrultusunda camilerin her kesime hitap eden bir mimariye kavuşturulması sağlanabilir.

Toplumun Kalbi Olarak Camiler

Bu öneriler doğrultusunda camiler, toplumun sosyal, kültürel ve manevi merkezleri olarak yeniden inşa edilebilir. Camilerin ruh kazanması ve toplumsal yaşama daha aktif katkı sağlaması, toplumsal dayanışmanın artmasına, mahallelerde güven ortamının tesis edilmesine ve sosyal sorunların daha hızlı çözümlenmesine vesile olacaktır. Camiler ve din görevlileri, tarih boyunca olduğu gibi, toplumun kalbinde yer alarak mahalle yaşamına yön verebilir ve toplumsal hayatın temel taşlarından biri haline gelebilir. Bu süreçte ideolojik ve dini baskılardan uzak, toplumun ihtiyaçlarını gözeten bir yaklaşım benimsenmelidir.

Camilerimizin, sadece ibadet yapılan yerler değil; dayanışma, yardımlaşma, rehberlik ve eğitim sağlayan, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan mekanlar haline gelmesi, ülkemizdeki sosyal bütünlüğü ve toplumsal barışı güçlendirecektir.

Bahadır Hataylı/29.10.2024/Sancaktepe/İST

Ayrıcalıkların Gölgesinde Adalet Arayışı

Milletvekilliği ve din görevliliği, birçok toplumda yerleşik gelenekler haline gelmiş, ancak esas itibarıyla doğru temellendirilmeyen iki farklı alan olarak öne çıkmaktadır. Toplumun güvenliği, rehberliği ve birliğini koruma amacıyla ortaya çıkmış bu rollerin, para karşılığında bir meslek gibi ele alınması ciddi bir tartışma konusudur.

Milletvekilliği-Bir Meslek mi, Geçici Bir Sorumluluk mu?

Milletvekilliği, toplumun oylarıyla belirli bir süre için kamu görevini üstlenen kişilerin oluşturduğu bir alandır. Ancak milletvekilliği, ne tarihsel ne de toplumsal açıdan bir "meslek" olarak tanımlanabilir. Asıl itibarıyla bu rol, bireylerin kendi mesleklerinin yanına, geçici bir dönem için aldıkları bir sorumluluktur. Mecliste yasaların çıkarılması, halkın taleplerinin dinlenmesi ve genel düzenlemelerin yapılması gibi bir işlev gören milletvekilleri, halkın teveccühüne dayanan bir güvenle bu pozisyona gelmektedirler. Dolayısıyla, yaptıkları işin mesleki değil, kamuya yönelik geçici bir görev olduğunu unutmamak gerekir.

Bu durumda, vekillerin aldıkları maaşlar ve sağlanan imtiyazlar, halkın gözünde birer ayrıcalık ve adaletsizlik unsuru olarak görülebilir. Milletvekilliği beş yıl süren bir hizmettir; bu hizmet sonrasında kişinin asıl mesleği üzerinden emekli olması gerekir. Aksi takdirde, bu görevden kaynaklı sürekli bir maaş alma hakkı elde etmesi, görevini bıraksa dahi bu gelirden yararlanmaya devam etmesi, halkın sırtına bir yük olarak yansımaktadır. Bu durum, bir halk temsilcisinin imtiyazlı bir sınıfa dönüşmesine yol açar ki, bu hem toplumun adalet duygusuna zarar verir hem de temsil ettiği topluma yabancılaşmasına neden olur.

Din Görevliliği-Toplumsal Bir Rehberlik mi, Kamu Güvenliği mi?

Din görevliliği de benzer bir şekilde, toplum içinde bireyleri manevi açıdan destekleme, dini bilgiler verme ve rehberlik yapma gibi görevler taşıyan bir alandır. Ancak, din görevlilerinin devlet tarafından maaş alması, dinin özüne ve topluma anlatılma şekline zarar veren bir durumdur. Din görevlilerinin maaşlı bir kamu memuru olarak konumlanması, onların bağımsız ve objektif bir dini rehberlik sunabilmelerini zorlaştırır. Bu konum, din görevlilerini, devletin ideolojik yaklaşımına uyum sağlamaya itmekte, dini anlatıları bu çerçevede sunmalarını gerektirmektedir. Bu durum, din görevlilerinin dini bilgiyi özgürce ifade etme yetisini zayıflatarak onları sistemin bir aracı haline dönüştürmektedir.

Din, tarih boyunca devletler ve topluluklar üzerinde birleştirici bir güç olarak kullanılmıştır. Fakat bu kullanım, toplumun dini bilgiyi özgürce alabilmesine hizmet etmediği gibi, dini anlatıyı da manipülasyona açık hale getirmektedir. Devletin dini kullanarak toplumu kendi politik ve ideolojik çerçevesinde tutmaya çalışması, din görevlilerinin asli görevlerini ikinci plana atmalarına neden olmaktadır. İslam, bir ücret karşılığı anlatılmayı değil, gönüllülük esasıyla halkı bilinçlendirmeyi öngörmektedir. Bir din görevlisinin hayatını idame ettirmesi için başka bir işten geçimini sağlaması; din hizmetini ise herhangi bir karşılık beklemeden sunması, İslam’ın temel öğretisi ile daha uyumludur.

Bu bağlamda, din görevlilerine maaş ödenmesi, devletin laiklik ilkesiyle de çelişir. Laik bir devlette, devletin din üzerinde herhangi bir etki kurmaması, dini konularda bağımsız olması beklenir. Ancak devlet, din görevlilerine maaş ödeyerek onları dolaylı yoldan kendine bağlı birer kamu çalışanı haline getirir. Bu da laik devlet anlayışıyla çelişen bir durumdur. Devlet, dini hizmetlerin topluma özgürce sunulmasını teşvik etmek yerine, din görevlilerini kendi kurumsal çıkarları doğrultusunda birer kamu çalışanı gibi kullanır.

Toplum Üzerindeki Etkisi ve Çelişkiler

Milletvekilliği ve din görevliliği konusundaki bu uygulamalar, toplumda adaletsizlik algısını besleyen unsurlardır. Milletvekillerinin beş yıllık bir görev sonrasında ömür boyu emekli maaşı alması, kamu kaynaklarının doğru kullanılmadığı algısına yol açmaktadır. Toplumdaki bireyler, kendi mesleklerinde yıllarca çalışarak emekliliğe hak kazanırken, bir milletvekilinin kısıtlı bir süre görev yaparak ömür boyu emekli maaşı alabilmesi, toplumda eşitsizlik ve haksızlık algısının güçlenmesine neden olmaktadır.

Aynı şekilde, din görevlilerine maaş ödenmesi, toplumun dini duygularını istismar etmekte, dini hizmetin ticari bir faaliyet haline dönüşmesine yol açmaktadır. Bu durum, toplumdaki dini hassasiyeti azaltmakta, din görevlilerinin samimiyetini sorgulatmakta ve onların sunduğu manevi rehberliğin etkisini azaltmaktadır. İslam’da din görevlisinin maddi bir karşılık beklemeden dini hizmet vermesi esastır; maaşlı bir din görevlisi, halk tarafından samimi bir rehber değil, devletin maaşlı bir çalışanı olarak görülmektedir.

Bu açıklamaları dikkate aldığımızda, milletvekilliği ve din görevliliği gibi rollerin devlet eliyle maaşlı hale getirilmesi, toplumun adalet duygusunu zedelemekte ve bu alanlarda görev yapan kişilerin rollerini tam anlamıyla yerine getirmesini zorlaştırmaktadır. Toplumsal adaletin sağlanması, ancak bu rollerin asli görevlerine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmasıyla mümkün olabilir.

Milletvekilliği, halk adına yapılan bir temsil görevidir ve bir meslek olarak ele alınmamalıdır. Milletvekilleri, sadece görev süresi boyunca gerekli giderlerini karşılayacak bir maaş almalı, görev süreleri bittiğinde ise kendi meslekleri üzerinden emekli olmalıdır. Aynı şekilde, din görevlilerinin maaş alması yerine, dini hizmetlerin gönüllülük esasına dayalı olarak verilmesi, İslam’ın ruhuna daha uygundur. Din görevlileri, kendi mesleklerinden geçimlerini sağlamalı, dini hizmeti ise herhangi bir maddi beklenti olmadan sunmalıdır.

Bu bakış açısı, topluma adaletli bir yapı sunacak, milletvekili ve din görevlilerinin rollerini topluma fayda sağlayacak şekilde yerine getirmelerini sağlayacaktır. Bunu dikkate almayan yetki sahipleri ancak bu oluşumlarla toplumsal bilinci sömürür ve toplumu ciddi bir güvensizliğe götürürler.

Bahadır Hataylı/13.11.2024/Namazgah İST

13 Kasım 2024 Çarşamba

ÇÖKÜŞÜN EŞİĞİNDE-TOPLUMUN GERÇEK YÜZÜ VE KAYBOLAN İNSANLIK

“Ey insanlar! Allah’ın adını kullanarak vicdanınızı, ahlakınızı rahatlatmaya çalışanlardan uzak durun. Çünkü adaletin olmadığı, paylaşımın ve merhametin kalmadığı yerde, Allah’ın ismi ancak sahte bir örtüdür. Allah’a iman eden bir toplumun simgesi ne ibadetlerin sayısı, ne de dillerde dolaşan dualardır. O toplumun simgesi; kardeşliktir, ahlaktır, birbirinin yükünü sırtlayan vicdanlı yüreklerdir.”

Sahte Din Anlayışı Üzerine-Yaldızlı Kabuk Altında Karanlık Gerçek

İnsanlar bugün kendilerini “Müslüman” diye tanımlarken, bu tanımın içini boşaltarak kendi kirli çıkarlarına uyacak hale getirdi. Allah’a iman ettiğini söyleyen bir toplumda nasıl olur da adaletsizlik, haksızlık, vicdansızlık ve yozlaşma bu denli yaygınlaşır? Din, sadece ritüellerden ibaret bir görüntüye indirgenmiş durumda. Camiler dolup taşarken, vicdanlar bomboş; diller dua ederken, kalpler çıkar ve bencillikle kaplanmış. Kuran’ın emrettiği adalet ve merhamet toplumsal hayatımıza neden yansımıyor?

Bugün adaletin sesi, fakir bir çocuğun ekmek parası için yırtık ayakkabısıyla soğukta titremesinden daha sessiz. Şayet bir toplumda, bir anne beş çocuğuyla hayatta kalmak için hurda toplamak zorunda bırakılıyorsa ve bu annenin çocukları bir yangında hayatını kaybediyorsa, biz hâlâ “ahlak” ve “din” konuşuyorsak, bu nasıl bir ikiyüzlülüğün göstergesi? Gerçekten iman eden bir toplumda böyle acı olaylar normal kabul edilebilir mi? Allah’a inanan, Kuran’a sarılan, peygamberin yaşamını örnek alan bir toplumda, zenginlik ve sefalet arasındaki uçurum bu kadar derin olabilir mi?

Adalet ve Vicdan-Din Sadece Ritüel Değil, Bir Yaşam Biçimidir

Toplumun her kesiminde “adalet” en çok konuşulan ama en az uygulanan kavramlardan biri. Oysa İslam, adaleti her şeyin üstünde tutar. Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, Allah benden hesap sorar” sözünü her duyan başını sallıyor ama adaleti uygulamada kimse kendini sorumlu görmüyor.

Vicdan, İslam’da en yüksek ahlaki değerlerden biridir. Ancak, vicdan sahipleri zulüm karşısında susarsa, toplumun adaleti savunacak kimi kalır? Bugün maalesef toplum olarak adalet duygumuzu yitirmiş durumdayız. Bir tarafta lüks içinde yaşayanlar, çıkarlarını korumak için her şeyi yapıyor, diğer yanda aç kalmamak için sokaklarda çalışan çocuklar, hakkı yenmiş insanlar. Bu durumda, biz hangi yüzle “adalet” kelimesini dilimize alabiliriz?

Adalet ve vicdan olmadan, dinden bahsetmek sahtekârlıktır. Allah’ın adını kullanarak zenginleşenler, haksız kazançla hayatlarını sürdürenler, adaletin ruhunu yok ediyor. Bu kadar adaletsizliğin içinde “din” sadece bir gösteriş malzemesi haline gelmiş durumda.

Bireycilik ve Toplumsal Sorumluluk-“Ben” Olmanın Bedeli

Kapitalizmin ve bireyciliğin etkisiyle, toplum olarak “ben” odaklı yaşamayı hayatın merkezine koymuş durumdayız. İslam’da ise “biz” duygusu, yani kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma vardır. Kuran, birbirine yardım etmeyi, düşeni kaldırmayı emreder. Oysa bugün, birbirimizi kıskanıyor, rakip görüyor, çıkarlarımızı korumak için başkasının acısına sırtımızı dönüyoruz.

İnsanlar sadece kendi rahatını düşünerek, başkalarının sıkıntısını görmezden gelerek nasıl bir insanlık inşa ettiğimizi sorgulamalıdır. Bir anne çocukları aç kalmasın diye çöpten ekmek toplarken, zengin sofralar kurup gösterişli hayatlar yaşayanlar, bu çelişkinin vicdani sorumluluğunu taşımadıkça bu toplumda gerçek anlamda “din”den bahsetmek mümkün müdür?

İslam’ın Gerçek Mesajı-“Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim?” Sorusunun Cevabı

Toplumun vicdanını ve ahlakını yitirdiği bu noktada, İslam’ın özüne dönme çağrısı yapmamız gerekiyor. Allah, kullarına "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, tüm insanlık “Evet, şahit olduk” demişti. Bu yemin, Allah’a bağlılık, ahlak, adalet ve merhamet üzere bir yaşam sürmeyi ifade eder. Ancak bugün, sadece Allah’a değil, paraya, şöhrete, güce tapar hale geldik.

Gerçek iman; adalet, merhamet ve kardeşlik olmadan bir anlam taşımaz. Kendini Allah’ın kulu olarak gören bir insan, başkasının hakkını yiyemez, zayıfın sırtından geçinemez. Allah’a iman eden bir toplumda; huzur, güven, dayanışma ve insanlık vardır. Eğer bir toplumda bunlar yoksa, o toplum ne kadar “din”den bahsederse bahsetsin, bu yalnızca bir aldatmacadan ibarettir.

“Bir toplum Allah’ın adını sadece dillerinde değil, vicdanlarında taşıyorsa; ancak o zaman gerçek anlamda bir ‘iman toplumu’ olur.”

İyilik Yolunu Bulmak-Yeniden Fıtrata Dönüş

Eğer bir toplum, adaletin, vicdanın ve ahlakın gölgesinde yaşamıyorsa; ne huzur bulabilir ne de gerçek bir “iman toplumu” olabilir. Kapitalizmin köleleştirdiği, bireyciliğin yuttuğu bir toplumda dinin saf anlamını bulmak neredeyse imkansızdır. Allah’a gerçekten iman eden bir toplumun yolu bellidir: Sadece Allah’a kulluk etmek, O’nun emirlerini gözetmek ve hayatı “ben” merkezli değil, “biz” merkezli yaşamaktır.

Bir gün herkesin hesap vereceği o gün geldiğinde, bu dünyada Allah’ın adını kullanarak zulüm yapanlar, çıkarlarını koruyanlar, halkı sömürenler mutlaka hesap verecektir. Ancak o gün gelmeden, toplumsal bir uyanış başlatmak, vicdanlara dokunmak, İslam’ın gerçek mesajını hatırlatmak zorundayız.

Eğer Allah’a gerçekten iman ediyorsak, toplumu bu yozlaşmadan kurtarmak için vicdanlarımızı tekrar aktif hale getirmeliyiz. Herkes kendi hayatına, kendi çevresine, kendi ahlakına bakmalı ve “Ben gerçekten Allah’a kul muyum?” diye sormalı. Toplumu kurtarmanın yolu, bireylerin Allah’a olan bağlılığını tekrar diriltmekten geçer. Bu bağlılık; vicdan, adalet, merhamet ve dayanışmayı da beraberinde getirir.

“Gerçek iman, yalnızca Allah’a kulluk etmeyi ve bu kulluğu hayatın her alanına yaymayı gerektirir. Eğer bir toplum bu bağlılığı yitirmişse, Allah’ın adını kullanarak bir cennetten değil, ancak bir cehennemden bahsedebilir.”

Erol Kekeç/12.11.2024/03.40/Sancaktepe/İST 

12 Kasım 2024 Salı

Türkiye'nin Siyasi Satranç Tahtasında Yapılan Hamleleri


Birbirinden Kopmayan Oyunların Analizi

Bir devletin kaderini belirleyen olaylar, her zaman açık bir senaryo üzerinden ilerlemez. Bazen perde önünde görülen sahne, perde arkasındaki karmaşık ilişkilerden, stratejik hamlelerden ve çeşitli aktörlerin kendi çıkarları doğrultusunda yaptığı anlaşmalardan oluşur. Türkiye’de son yıllarda yaşanan olaylar da bu çerçevede ele alınabilecek nitelikte, birbirine zincirlenmiş ve her biri bir diğerinin sonucunu hazırlayan adımlarla dolu. Bu olaylar, görünürde birbirinden bağımsız gibi dursa da derinlemesine incelendiğinde, büyük bir oyunun parçaları olarak şekilleniyor. Özellikle anayasa değişiklikleri, terörle mücadele stratejileri, medya manipülasyonları ve Türk Devletleri ile ilişkiler üzerinden giden bu senaryonun bağlantılarını irdeleyelim.

Anayasa Değişiklikleri-"Yeni Türkiye" mi, Yoksa Yeni Bir Senaryo mu?

Türkiye'de anayasa değişiklikleri, hükümetlerin kendi vizyonlarını ve politikalarını dayatmalarını sağlayan en güçlü araçlardan biridir. Anayasa, bir ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının temel taşlarını belirler. Son dönemde "Yeni Türkiye" vurgusuyla dillendirilen anayasa değişikliği taleplerinin görünürdeki gerekçesi, daha demokratik bir yapı, hukuk devleti ve toplumun özgürleşmesidir. Ancak bu taleplerin arka planında başka amaçlar yattığı düşüncesi de oldukça yaygın.

Türkiye’nin bölgesel gücünün artırılacağı, kendi başına karar alabilen ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden bir ülke yaratılacağı propagandası, son yıllarda sıkça duyuluyor. Bu değişikliklerin, Türkiye’nin sınırları dışındaki gelişmelerle de ilgili olduğu düşünülebilir. Zira coğrafyamızdaki değişimlere uygun bir yapı kurulması, Türkiye'nin içindeki siyasi atmosferi de dizayn etmek isteyen bir elin varlığını düşündürmektedir. Uluslararası bir düzenin parçası olarak, sınır ötesi operasyonlar, ticari anlaşmalar ve Türkiye'nin bölgede oynayacağı rol çerçevesinde "güçlü bir anayasal sistem" vurgusu yapılıyor.

Ancak, anayasa değişikliği için oluşturulan bu aciliyet hissi, toplumda aynı aciliyetle karşılık bulmamaktadır. Bu nedenle, hükümet ve destekçileri, anayasa değişikliklerini hızlandırmak ve kamuoyunu bu yönde ikna etmek için farklı stratejiler denemektedir. Bu stratejilerin başında da DEP’li belediye başkanlarının görevden alınması gibi dikkat çeken hamleler gelmektedir.

DEP’li Belediye Başkanlarının Görevden Alınması- Toplumdaki Gerilimi Azaltma Aracı mı?

DEP'li belediye başkanlarının görevden alınması, PKK ile olan mücadelede devletin kararlı duruşunu gösterme amacıyla atılmış bir adım olarak lanse edildi. Ancak bu adım, Türkiye’nin terörle mücadele konusunda tavizsiz bir politika izlediğini göstermek için yapılan bir hamle olarak görülebilir mi? Yoksa bu hamlenin asıl amacı, toplumda oluşan farklı bir gerilimi dengelemek mi?

Bu olayın, "Apo’nun affı" gibi söylentilerin gündemde olduğu bir döneme denk gelmesi oldukça dikkat çekici. Zira böyle bir affın dillendirilmesi, toplumun büyük bir kesimi tarafından çok ciddi bir tepkiyle karşılanacaktı. Böyle bir durumda, DEP’li belediye başkanlarının görevden alınmasıyla "PKK ile mücadelemiz devam ediyor" mesajı verilmek istendiği düşünülebilir. Bu hamle, toplumun öfkesini bir anlamda nötralize etmek, daha büyük bir gerilimi önlemek amacıyla yapılmış bir taktik olarak görülebilir.

Medya Manipülasyonları-- Gerçeğin Üzerini Örtme Aracı mı?

Toplumu bu stratejik hamlelere ikna etmenin en etkili yollarından biri de medya üzerindeki hakimiyettir. Türkiye'deki medya organları, son yıllarda hükümetin söylemleriyle paralel hareket eden bir yapıya dönüştü. Medya, hükümetin attığı adımları ve politikalarını toplum nezdinde meşru göstermek için etkin bir şekilde kullanılıyor. Kahramanlık destanları, bölgesel liderlik propagandaları, zafer hikayeleri... Tüm bu söylemlerle toplumun dikkatini başka noktalara çekmek amaçlanıyor.

Medya sayesinde, toplumda bir “düşman” imajı yaratılıyor, devletin bu düşmanlarla ne kadar kararlı bir şekilde mücadele ettiği sık sık vurgulanıyor. Ancak aynı medya, perde arkasında gelişen olaylara dair net bir bilgi sunmaktan kaçınıyor. Örneğin, anayasa değişikliğiyle amaçlanan nihai hedef ya da DEP’li belediye başkanlarının görevden alınmasının perde arkasında neler olduğu konusunda toplum yeterince bilgilendirilmiyor. Bu durumda, medya, yalnızca tek bir görüşü ve amaca hizmet eden bir araç haline geliyor ve toplumun gerçekleri sorgulama kapasitesi köreltiliyor.

Türk Devletleri ile İlişkiler- Bölgesel Güç mü, Yoksa Yeni Bir Oyun mu?

Son yıllarda, Türkiye’nin Türk Devletleri ile olan ilişkileri ciddi bir şekilde ilerletiliyor. Bu ilişkiler, Türkiye’nin bölgede büyük bir güç olduğu ve artık kendi bölgesinde belirleyici bir aktör olarak hareket edeceği söylemleriyle destekleniyor. Ancak burada da farklı bir gerçeklik yatıyor olabilir. Türk Devletleri ile kurulan bu yakın ilişkiler, Türkiye’nin kendi gücünü artırmaktan ziyade, küresel aktörlerin Türkiye’yi yeni bir göreve hazırladıkları düşüncesini uyandırıyor.

Türk Devletleri arasındaki bu yakınlaşma, Türkiye’ye büyük bir güç olarak algı oluşturmak ve bölgedeki halkları Türkiye’nin liderliğine hazırlamak amacı taşıyor olabilir. Ancak bu durum, Türkiye’nin tam anlamıyla bağımsız bir karar alma yetisine sahip olduğu anlamına gelmeyebilir. Aksine, Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi, küresel güçlerin Türkiye üzerinden bölgede yapmak istedikleri bir değişim senaryosunun parçası olarak görülebilir.

Büyük Oyun un Son Perdesi mi?

Bu olayların tümü, birbirine bağlı zincir halkaları gibi görünüyor. DEP’li başkanların görevden alınması, anayasa değişikliği, medya manipülasyonları ve Türk Devletleri arasındaki ilişkiler, Türkiye’yi bir noktaya sürüklemek isteyen "büyük bir el" tarafından yönetiliyor gibi. Türkiye, bu olaylar zincirinde hem bağımsız bir aktör gibi gösterilmeye çalışılıyor hem de aslında belli bir rolü oynamaya zorlanıyor.

Türkiye’nin "kahramanlık destanları" anlatılarak bağımsız bir güç olarak algılanmasını sağlamak, aslında uluslararası arenada üstlenmesi istenen bu rolün halk nezdinde kabul edilmesini sağlamaya yönelik bir manipülasyon olabilir. Kahramanlık destanları ile savaş kaybeden liderlerin bile toplum gözünde yüceltilmesi, toplumu uyutmanın ve farkındalığını köreltmenin bir yöntemi olarak kullanılabilir.

Toplum, Perdenin Arkasındaki Oyunu Ne Zaman Görecek?

Toplum, medyanın çaldığı düdüklere kapılmış, kendisi için neyin faydalı neyin zararlı olduğunu ayırt edebilme yetisini kaybetmiş durumda. Bu durum, halkın bağımsız bir şekilde düşünme kapasitesini köreltiyor ve manipülasyonlara açık hale getiriyor. Eğer toplum bu düdüklere kulak asmadan, olaylar arasındaki bağları sorgulamazsa, bu büyük oyunun bir parçası olmaktan öteye geçemeyecektir.

Türkiye’de oynanan bu stratejik hamleler, görünürde Türkiye’nin güçlenmesi için yapılıyor gibi görünse de aslında ülkenin kendisine verilen bir rolü oynamaya zorlandığının işaretleri olabilir. Toplumun artık, bu sahnenin önündeki perdenin arkasında neler olup bittiğini fark etmesi gerekiyor; aksi takdirde, kahramanlık destanları arasında kendi gerçeğini unutmuş bir halk olarak varlığını sürdürecektir.

Bahadır Hataylı/12.11.2024/Sancaktepe/İST

9 Kasım 2024 Cumartesi

Hakkın Yolu İzzetin Adı

 

Ey insanlar! Kulak verin bu hakikate, çünkü içinde tüm insanlığa hitap eden bir çağrı, derin bir ikaz ve izzet sahibi insanlara layık bir direniş mesajı saklı. Allah’a iman ettiğini söyleyenlerin dilinde eksilmeyen dualar, gönlünde adalet ateşi olanlar, ve menfaatleri peşinde koşmayan izzet sahipleri; bu sözler sizindir. Allah’ın yolunda yürümek için önce adaletli olmak, menfaatten uzak, haktan yana bir yaşam sürmek gerekir.

Bu dünyada bazıları Allah’a iman ettiğini iddia eder; ancak gerçekte onların iman ettiği, dünyalık çıkarları ve kendilerine menfaat sağlayan liderleridir. Allah'ın tek ilah olduğuna inanmak, her durumda hakka sahip çıkmayı gerektirir; eğilip bükülmeden, kimden gelirse gelsin, adaletten yana durmayı emreder. Sözde Allah’a iman eden, ama pratikte dünyalık efendilerini yüceltenlere soruyorum: Bu efendilere iman değil de nedir? Bir insan, Allah’ın emirlerini kendi çıkarına uydurabilir mi?

Hakkın yanında durmak, zorlu bir yoldur. Dürüst, şerefli ve adil olmak; makam, mevki ve zenginlik peşinde koşmadan, yalnızca Allah’a kul olmaktır. Kimi insan, dillerinde Allah’ın adıyla, gözlerde takva maskesiyle çıkar peşinde koşar. Onlar sahte bir izzetin ardına düşmüş, dünyanın geçici heveslerini gerçek sanmış kimselerdir. Oysa gerçek izzet, yalnızca Allah’a teslim olmakta gizlidir; yalnız O’nun adını yücelterek, O’na layık bir kul olmaktadır.

Allah’ın emirlerine riayet eden, adaletle hükmeden, yalnızca O’na kul olan bir insan, dünyada izzet sahibidir. Böyle bir insan, vakurdur, mütevazidir ve dünya malına tamah etmez. İzzetli bir insan, yalnızca Hakk’a güvenir ve haksızlık karşısında dimdik durur. Mümin, hakikatin yanında yer alırken korku tanımaz. Zalimlerin karşısında eğilmez, yalnızca Allah’tan korkar. Bugün "Müslümanım" diyerek ortalıkta dolaşan nice kimseler var ki, menfaatleri uğruna Allah’ın emirlerini çiğnemekten geri durmuyorlar. Onlar, kendilerini haklı göstermek için seslerini yükseltiyor, insanları kendi çıkarlarına göre şekillendiriyorlar. Oysa ki, Allah huzurunda tek haklı olan O’nun kelamıdır ve O’nun yolunda dosdoğru olanlardır.

Bugün, gerçek bir müminin izzeti, sadece kendini değil, mazlumları da koruyan bir kalkandır. Mazlumlar için gözyaşı döken, haksızlıklara direnen bir müminin kalbi, O’na olan imanla dolar. O, neyi severse Allah için sever, kimi kınarsa Allah için kınar. Yalnızca O’nun adını yüceltir.

Ey dünya sevdalıları! Siz, bu dünyayı ebedi sanıyor ve ona göre yaşıyorsunuz. Menfaatlerinize uymayan her hakikati görmezden geliyorsunuz. Ancak biliniz ki, hesap günü yaklaşıyor. Siz Allah’a hesap vermeyi düşünmüyorsunuz diye bu dünyanın sizin ebedi yurdunuz olduğunu sanıyorsunuz. Ama unutmayın; mutlak galip olan yalnızca Allah’tır ve galip gelecek olanlar da O’nun sadık kullarıdır. Siz, Allah’ın adını kullanarak çıkar peşinde koşuyor, haktan uzaklaşıyorsunuz. Adaletsizliklerinizi dine yaslayarak kendinizi meşrulaştırıyorsunuz. Ama biliniz ki, Allah’ın hesabı tüm hesapların üzerindedir.

Ey dünyayı ebedi sanan, kendini dünyaya kaptıranlar! Bu dünyanın süsü, sizi aldatmasın. Asıl hesap, ahiret gününde verilecektir. Siz dünyayı seviyor olabilirsiniz ama biz Rabbimize kavuşmayı arzuluyoruz. Bizim korkumuz, Allah’a vereceğimiz hesap ve O’nun huzurunda eksik kalmaktan duyduğumuz endişedir. Gerçek zafer Allah’ın ve müminlerindir.

Müslüman izzetlidir, vakur durur. Onun vakarından, Allah’a bağlılığından düşmanları korkar. Onlar, dünyaya kul olmadan, dünyaya meydan okuyarak yaşarlar. Biz, adaletin, izzetin, iyiliğin yolundayız. Biz, adaletin savunucusuyuz. Şehitler gibi izzetle yaşamak, ölmeyi bir şeref sayarak hak yolunda yürümek bizim davamızdır. Allah’a iman edenlerin yeri bellidir; onlar dünyayı değil, ahireti severler.

Ey dünyanın zalimleri, tağutları, çıkarcıları! Tüm gücünüzle üzerimize gelin, biz Allah’a bağlıyız. Dünyayı nasıl seviyorsanız, biz de Rabbimize kavuşmayı o kadar arzuluyoruz. Selam olsun gerçek müminlere, izzet ve onur sahibi olanlara! İnsanlık için çağrı yapıyor, sizleri bu yola davet ediyoruz. Ey insanlık, duyun ve bilin; asıl korkulacak olan Rabbinize karşı vereceğiniz hesaptır! Dünya aldatıcıdır; kalıcı olan, ahiretin ta kendisidir. Ey dünyanın efendisi olduğunu sananlar, Allah’a dönün; hakka dönün. Unutmayın, gerçek zafer Allah’ın ve müminlerindir!

Hedefiniz belli ise uğruna katlanacağınız acıların hepsi kutsaldır, şehadet bir ödüldür ancak layık olana verilir....


Erol Kekeç/09.11.2024/01.40/Sancaktepe/İST

7 Kasım 2024 Perşembe

İtibarın Gölgesinde İsraf-Devlet Harcamalarının Şeffaflık Sınavı

Devlet yönetiminde “itibarda tasarruf olmaz” ilkesinin ardında, aslında geniş çaplı bir israf kültürü yatmaktadır. Bu anlayışa göre itibar, ölçüsüz harcamalarla desteklenmeli, ihtişamın kaynağı da devlet hazinesinden sağlanan ödeneklerle sağlanmalıdır. Ancak bu perspektifin arka planında, devletin mali kaynaklarının hoyratça harcanması ve hesap verilebilirliğin devre dışı bırakılması gibi büyük riskler bulunmaktadır. Çünkü “itibarı koruma” gerekçesiyle harcamalarda sınır tanımayan bir yönetim, denetleme ve hesap sorulma süreçlerinden rahatsızlık duyar. Bu, şeffaflık ve hesap verilebilirlikten kaçınılan bir yönetim zihniyetinin en temel göstergesidir.

Devlet yönetiminde harcamalar konusu, bir ülkenin toplumsal refahını, ekonomik istikrarını ve hukuki yapısını doğrudan etkileyen kritik bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle "itibarda tasarruf olmaz" ifadesi, devletin sahip olduğu kaynakların ne denli sorumlu bir şekilde kullanıldığını sorgulamamıza vesile olur. Bu cümlenin ardında yatan düşünce, devlet yöneticilerinin harcamalarda bir sınır tanımadıkları gibi, bu sınır tanımamazlığın devletin itibarını artırdığı inancını taşımaktadır. Oysaki, devleti güçlü ve itibarlı kılan, israf ve şatafat değil; şeffaflık, hesap verebilirlik ve topluma hizmet edebilme kapasitesidir.

Devletin en üst makamında yer alan yönetici, lüks harcamaları devletin saygınlığına doğrudan katkı sağlayan bir unsur olarak görüyorsa, devletin kaynaklarını ölçüsüzce ve sınırsızca kullanmayı kendine hak olarak görecektir. Bu tür bir yönetim anlayışı, doğal olarak, harcamaların denetleneceği bir sistemin varlığından rahatsızlık duyacak ve kendisini kontrol eden mekanizmaların işleyişini engellemeye çalışacaktır. Çünkü denetim mekanizmaları, israfı ve yolsuzluğu tespit ederek kamu kaynaklarının doğru kullanılıp kullanılmadığını gözler önüne seren unsurlar olduğu için, harcamada sınır tanımayan bir yönetim için her zaman bir tehdit oluşturacaktır. Dolayısıyla, "itibarda tasarruf olmaz" ifadesinin altında yatan bu tür bir düşünce yapısı, yalnızca kamu kaynaklarının hoyratça harcanmasını meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda denetim mekanizmalarının etkisizleştirilmesine de zemin hazırlar.

Bu bağlamda, eğer bir devlet sürekli tasarrufa gidileceğini belirterek kamusal alanlarda kısıtlamalar getirirken aynı zamanda makam araçlarına milyonlarca dolarlık harcamalar yapıyorsa, bu açıklamalar halk için ne kadar inandırıcı olabilir? Ekonomik zorluklarla mücadele eden halkın gözünde, devletin şatafatlı ve lüks içinde yaşaması, toplumun refahından ödün verilerek oluşturulmuş bir zenginlik olarak algılanacaktır. Halk, kendi vergileriyle finanse edilen bu harcamaların, kendi ihtiyaçlarından çok yöneticilerin lüksüne hizmet ettiğini düşündüğünde, devlete duyulan güven hızla azalacaktır. Üstelik bu süreçte devletin temel gelir kaynağının yalnızca vergi ve halktan alınan cezalar olduğu dikkate alındığında, toplumun sırtına binen yükün daha da ağırlaştığı gözlemlenir. Özellikle yeni vergi kalemleri eklenerek halkın daha da zorlanması, yöneticilerin toplumun gerçek ihtiyaçlarını göz ardı ettiğini ve kendi refahını ön planda tuttuğunu gösterir.

Denetim Mekanizmalarının Pasifleşmesi ve Hukuk Devletinden Uzaklaşma

Eğer devlet yöneticileri, sınırsız harcama yetkisini kendinde görüyorsa ve bu harcamaların denetlenmesinden rahatsızlık duyuyorsa, böyle bir yönetim anlayışının hukuk devleti ilkelerine uygunluğunu tartışmak kaçınılmaz olur. Hukuk devleti, gücün kontrol edildiği, yönetenlerin halk adına sorumluluk taşıdığı ve tüm vatandaşların yasalar önünde eşit olduğu bir yönetim şeklidir. Ancak, eğer devlet yöneticileri kendilerini bu kurallardan muaf tutarak sınırsız bir harcama yetkisiyle hareket ediyorsa ve denetim mekanizmalarını etkisiz hale getiriyorsa, bu durumda hukuk devleti olma niteliğini kaybetmeye başlar. Yöneticilerin harcamalarından hesap sormayı imkansız hale getiren bu yapı, aynı zamanda toplumun adalet duygusunu zedeler. Kamu kaynaklarının yalnızca belirli bir zümreye hizmet etmesi, toplumun diğer kesimlerinde huzursuzluk yaratır ve toplumun devlete olan güvenini zayıflatır.

Bir devlette israf sınır tanımazsa, bu durum yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve psikolojik anlamda da derin yaralar açar. İsraf, devletin kaynaklarını tükettiği gibi, halkın refahını da doğrudan etkiler. Kaynakların israf edilmesi, daha fazla vergi ve ceza yoluyla halktan alınan payın artırılmasına neden olur. Böylelikle halk, ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken, bir yandan da yönetimden uzaklaşarak adaletsizliğe maruz kaldığı hissine kapılır. Bu durumun psikolojik etkileri de küçümsenmemelidir. Toplum, yöneticilerin lüks içinde yaşarken kendisinin sürekli ekonomik baskı altında olduğunu hissettiğinde, aidiyet duygusunu kaybeder ve devlete olan güveni sarsılır. Bu güvensizlik, zamanla toplumda huzursuzluğa ve sosyal çalkantılara yol açabilir.

Bu bağlamda, toplumsal sorumluluk bilinci yüksek bireyler olarak, devletin harcamalarını yakından takip etmek ve israfa karşı duruş sergilemek önemli bir görevdir. Devlet yöneticilerinin lüks harcamalarını "itibar" adı altında savunmaları, toplumun refahından çalmak anlamına gelir. Halk, ekonomik zorluklar içinde yaşarken, devletin şatafatlı bir yaşam sürmesi toplumsal adaleti zedelemektedir. Bu nedenle, toplum olarak devlet harcamalarının şeffaf bir şekilde denetlenmesini talep etmeli, harcamaların toplum yararına olup olmadığını sorgulamalıyız.

Devletin halktan toplanan vergilerle şatafatlı bir yaşam sürdürme hakkı yoktur. Bu harcamaların toplum yararına kullanılması gerektiği gibi, harcamalar denetim altında tutulmalıdır. Aksi halde, devletin sahip olduğu kaynakların yalnızca belirli bir zümreye hizmet etmesi, toplumda geri dönüşü zor yaralar açar.

Bahadır Hataylı/07.11.2024/01.30/Sancaktepe/İST