İnce bir saz eşliğinde uzaktan turaç ötüşlerini dinleyerek vahşi bir doğanın içinde sabahlamak vardı, ne yazık ki şehrin monoton yaşamları arasında akşam yat, sabah otobüslere koş, metro tramvay vapurlar derken o anın tadını çıkarmak hiç nasip olmuyor desem ne çare… Hayali bile haram olmuş gibi, stresle kalk gerilimle yürü, cinnetle akşamla, öylesine yuvarlanıp gidiyorsun işte…
Günah duvarına bir resim çiz deseler,
yıpranan ömrüm ve boşa geçen zamanın çılgın rüzgârlarla nasıl boğuştuğunu
çizerdim herhalde. Öyle bir geçiyor ki zaman, senin onunla mücadele etme koşulların
farklı olmasına rağmen, nasıl da bunu kendime rakip edindiğimi düşündüğümde
şaşıp kalıyorum olduğum yerde…
Tüm günahlarımı toplasam gök kubbe
alır mı bilmiyorum ama bildiğim bir hakikat var ki, bir zerre olan ben bu kadar
kabarmayı nasıl becerebildim. Küçük bir zerre, günaha saplanınca balon gibi
şişerek olduğundan farklı ve kendinden uzak nesnelere dönüşmese, bu kadar
şişkinliği oluşturacak büyüklükte bir hacmi nasıl işgal edebilir.
Bazen nefes alamıyorum derken, bu gök
kubbe içinde günah gazları o kadar ruhumu daraltıyor ki, yüzümü çevirip
yukarılara baktığımda kendimden başka ve kendi günahımın dışında bir şey görünmüyor
gözlerime… Demek ki tüm bu sıkıntıların kaynağı bendeymiş diyerek, yeniden
başlıyorum hayata kaldığım yerden…
Bir sabah meltemi esiyor hafiften,
yüreğimi okşayarak içimdeki dertleri ve sızıları da süpürüp götürüyor içimden…
Hiçbir çöpçü bu kadar temizleyememişti sokağımızı, meltemin yüreğimden
götürdüğü kirler kadar… Bazen gezdiğim yerlerde, sokağımızdaki cam kırıklarını
gördüğümde benim yüreğim kadar parçalanmamış olduğunu görmem, beni de kendime
getiriyor, ne kırıklar var da sen bilmiyorsun diyorum kendi kendime… Yürüyorum
kimsenin uğramadığı sokaklara, duvar diplerinde akşamdan şarapçıların bıraktığı
içki şişelerinden başka bir şey ilişmiyor gözlerime…
Kim bilir kaç şarapçı sabahladı bu
duvar diplerinde, kaç evsize yuva oldu bu duvarlar, ekmek kırıntıları, kemik
artıkları ve kırık şişelerden gözümü alamıyorum yürürken, bir taraftan video
görüntüleri alıyorum bir yandan içim içime sığmıyor, bu duvarın dibinde ne
acılar olduğunu düşünüyorum…
Gönlünü belediyeciliğe vermiş, nice
güzel insanların makamlarının hemen iki cadde arkasındaki bu sokağa, hiç
yollarının düşmemiş olması da beni bir başka yaralıyor… Acaba ben de mi buradan
geçmemem lazımdı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum…
Ben bu yüreğime söz geçiremiyorum ve
bir türlü kemendini elime alamıyorum… Hiç acı duymayan sokaklardan geçeyim
diyorum beni alıp götürüyor, hem de hiç bilemediğim yerlere, kendimdeki acıları
dindirmeden bir de onlar ekleniyor acılarım arasına… Söyler misiniz bana bu
kadar acıya dayanır mı dersiniz bu yürek, ondan olsa gerek her yanından acı ve
sızılar geliyor…
Gönül coğrafyamın yürek ikliminden
acı acı esen fırtınalar
arasında, yaşamaktan mutlu muyum diye sorarsanız, hakikaten çok yorulduğumu
söyleyebilirim, ancak o acılarla birlikte olmak bir an olsun acı çekenlerin
acısını hafiflettiğimi düşünerek acılarımı hafifletmiyor değil, ondan olsa gerek,
yürek ikliminden gelen fırtınalara aldırmadan gönül coğrafyasında yaşamaktan
haz alıyorum…
Alıp başımı gideyim diyorum, doğanın
özündeki doğal dostlarımla huzura ereyim, ardından acı çekilen bu coğrafyanın
hangi köşesinde kalmış olabilir o doğal huzur diyerek yine vazgeçiyorum… Bilmem
ki ben, bu benden mi kaçıyorum, yoksa kaybolan beni mi arıyorum. Kaybolan
benliğim olmadığını biliyorum, omurgalı yaşam hep hayatımın odağında durdu,
omurga yara almasın diye her şeyimi kaybetmeyi göze aldım ama omurgaya zarar
gelmesin istedim, sürüngen bir yaşama alışkın değil benim yüreğim… Kendini
kaybetmiş varlıklarla birlikte olmaktansa, kendisi olmaktan onur duyan doğal
yaşamın vahşi kollarında kendimi bulmuşum, ondan olsa gerek hep oraları
arzuluyor yüreğim…
Nerelerden geldiğimi söylesem kendim
inanmıyorum ki, onlara sizi nasıl inandırayım… Ama bildiğim bir hatırası
geçtiğim her yerden, yüreğim mıknatıs gibi acı topladığından o acılardan yüreğim
kalkmaz olmuş yerinden, belki buradan siz de anlayabilirsiniz onun neler
çektiğini ve hangi yolları bir nefesle geride bıraktığını…
Umutsuz vaka olarak değerlendirenler
çıkabiliyor bazen beni… Oysa tüm umutların yeniden başlamakla canlandığını
bilen biri olarak, bu satır aralarında gezinmekten zevk alıyorum… Ondan olsa
gerek dere tepe demeden her tepenin ardında ve kayaların oyuklarından hayat
fışkırır diye, kayıp neresi varsa, oraları irdeleyerek geziyorum hiç kimseye aldırış
etmeden…
Sokakları terk ederek, kavşak
noktasından caddeye tam girecekken, gözlerime bir ışık yansıdı hiç bilmediğim
bir yerden, karşımda koca yürekli küçük adamı, umut dağıtırken, umut
satıcılarıyla mücadele ederken gördüm… Umut satıcılarının tezgâhlarını param
parça etmiş, gönlü kırık hayalleri solmuş gelecekten beklentileri azalmış,
omuzları çökmüş, elleri nasırlı, gözleri yaşlı insanların, dizlerinin üzerine
çömelerek, başlarını ellerinin arasına almış, bu koca yürekli küçük adamı can
kulağıyla dinlerken görünce kendimden utandım…
Umut tacirlerini umut satarken
tezgâhlarıyla imha etmek, umut çiçeklerinin yeniden tomurcuklanması için bir
hava sirkülasyonu yaşadıklarını bana öğretti… O koca yürekli küçük adam, oysa
benim gelmemi beklermiş saatlerce, her gün orayı kullandığımı biliyormuş…
İçimde birikmiş tüm olumsuzlukları içimden atmam için, bir tekmeyle tüm
umutsuzlukları parçalayarak insanlara umut tomurcukları dağıtıp, benimle kol
kola yürümek için içimdeki sızıyı dağıtmaya gelmiş…
Bu sokaklar, bana yağmurdan sonra
rengârenk gök kuşağıyla buluşacağım saatleri bile değiştirdi… Hangi saatte
randevulaştığımı unutturup oradan oraya koşturmaktan beni bana bırakmadı,
gökkuşağına derdimi anlatıp bir helallik almamı elimden aldı…
Beton binalar arasında bıraktığım
ömrümü çalan duvarlar, beni benden çaldığınız gün ömrümden ömür gitti, bir
günüm bin yıl oldu, bin yılım bir gün gibi savrulup gitti… Oysa yapacak daha
çok işim vardı. Anlaşılmayan beni anlatmak için, kendimi dağların arkasına
hapsedip, mesajımın hareketli bir resmini yaptıracağım, Ağrı Dağının tam
tepesine ülkemin her karış toprağından okunsun için…
Sahipsiz çocukların, köşe
başlarındaki muşambaya bu soğukta nasıl da serilip ana kucağı gibi yattığını
görünce, bir mezar bulayım da ben de uzanayım boylu boyunca, bu acıları
kaldıramaz oldu yüreğim desem de bu çocuklar uğruna tüm acılara katlanmayı
öğrendim. Acıları silemesem de acı çekilen yerlerdeki acıların kaynağını en
azından ortaya çıkarırsam, bir gün gelir o acıların kaynağını kurutacak olanlar
da çıkar… İşte bunu düşünerek tüm acılarımı yürek iklimindeki çılgın rüzgârın önünde
savuruyorum… Bir gün olur samanla teneler ayrılır, işte o gün tüm taneler bir
umut tomurcuğu olarak bu topraklarda patlar.
Ben dostlarıma elveda ederek arkama
bakmadan hiçbir zaman terki diyar etmedim… Gönül muhabbeti ile aklın sistematik
dosdoğru duruşu bir araya geldiğinde gecelerimiz gündüz, yürümelerimiz koşu
alanına döneceğinden kuşkunuz olmasın… Ben o günlerin ne zaman geleceğini
bilmediğim için, o günlerin oluşumunu sağlayacak nedenleri oluşturma
derdindeyim… Belki kafanıza takılabilir bu adam ne yapıyor diyenleriniz
çıkabilir, ben yüreklerin üzerindeki zehirli zarları parçalamakla meşgulüm.
Gönül coğrafyasından kanayan yerlere merhem taşıyorum gece gündüz durmadan, her
an bir tabip gibi çalışır, hem lojistik sağlar, hem de merhamet ikliminde
yetiştirdiğim umut tomurcuklarımı oraya dikerek onların bakımıyla uğraşıyorum…
Yani anlayacağınınız kendi çapında el becerisiyle bahçıvanlığı öğrenmiş, hiçbir
ağacın kurumasına müsaade etmeyecek kadar ağaçları canından çok seven, tahtası
eksik bir bahçıvanım…
Yolum çok uzun, zamanım az, biraz
müsaade edin doğallığımla baş başa kalayım, yoksa ben de acıların bir parçası
olup, yangınları alevlendiren bir volkana döneceğim…
Yine bir sabah, ince sazım hafiften
çalar, turaçlar uzaktan kulaklarımı yoklar, demlenmiş çayım beni bekler, elveda
ederek ayrılmayacağımı söylemiştim, Haydi bana Eyvallah…
Erol KEKEÇ/22.02.2022/09.30
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder