Mumyalanmış meyyit gibi sokaklarda yürüyen canlıları görünce, hangi gezegende yaşıyorum diye kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda kendi dünyamda yaşadığımı fark ettim…
Canlı olduğunu sandığım, ruhları
gitmiş bedeniyle dolaşanların canlı olup olmadığını anlamaya çalışırken, az
kalsın kendi ruhumu elimden kaçıracaktım… Bir ruh gibi gezdiğimi söylesem, ama
biz senin bedenine de şahit oluyoruz diyenlerin olacağını biliyorum… Ancak ben
onların ruhunu fark etmediğime göre, o benim ruhumu nasıl anlamış olabilir bir
nesne iken, sormadan da edemiyorum… Tanımlanma zorluğu çeken, canlı olduğuna
inandığım ama canlılığını ruhları gidince kaybedenler arasında dolaşırken,
kendimden kuşkulanmıyor değilim… Acaba sorun bende mi yoksa ruhları olmadığı
halde yaşadıklarını sananlarda mı diye kafamda deli sorular oluşuyor. Bu
sorulara yenileri eklenirken, evrenin varlık sırrına vakıf olmadığım içinde kendimden
utanmıyor değilim… Evrenin sırrına ereyim derken, evrenin bilgisi acaba nasıl
oluştu, var mı ki oluşsun diye başka soruların zihnime çarpmasıyla zihnim kendi
içinde bir savaş başlatmış gibi…
Canlılarla dolu olduğunu sandığım ama
hepsi mumyalanmış meyyit gibi gezenleri görünce, bunlar neden gezer, bunları bu
harekete zorlayan biri mi var, bunların iradesi gitmiş ise, bunlar
yaptıklarından ne kadar sorumlu olabilirler gibi deli sorular geliyor
sorgulamalarımın içine… Peki, nesne olarak yaşayanların erdemli bir eylemi
olabilir mi, erdemli olduğunu söylediğimiz eylemler, özgür iradenin kontrolünde
değilse, bu nasıl erdemli olabilir… Zaman zaman kendimle de konuşmuyor değilim,
karşıdan gelen araç önündeki adamı çarpacakken hiç oralı olmadı ve yayaya da
küfürler savurarak oradan uzaklaşıp giderken, bunu içinden rahatsız eden hiçbir
uyarı sistemi yok mu, olsa bunu yapar mı, yapıyorsa karşısındakinin çektiği
acılardan buna hiçbir uyaran gelmiyor mu, diye kendimle muhabbetin dibine
vurmuyor değilim… Mumyalanmış meyyitler arasında gezen biri olarak, meyyitlerle
konuşma şeklini henüz çözemediğim için kendim soruyorum, kendi sorularım
üzerinde yine ben düşünüyorum. Olur ki, belki bu kadar düşünme bir canlı
meyyiti(!) etkiler diye, soruların şeklini ve sayısını da bazen çığırından
çıkararak hoyratça konuşmaktan ve sorgulamaktan zevk almaya başlıyorum…
Neden birisinin doğru dediğine, bir
başkası doğru diyemiyor, acaba doğruluk bir nesne ile o nesne hakkında ortaya
koyduğum yargının uyumu değil mi? Beyaz bir tavşan bahçemizde geziyorsa işte
bembeyaz bir tavşan dediğim zaman herkesin ortak ifadesi harika kar gibi rengi
varmış bu ne güzel bir şey böyle, dediğine şahit olursunuz ancak başka bir
konuda aynı nesne ve yargı örtüşmesi gerekirken herkes yan çizmeye çalışır.
Yaşadığımız evrende ortak bir kanı olarak zihinlerimize koyduğumuz bir yargı var,
matematiksel doğrular her yerde aynı, asla değişmez denir ama yaşadığımız
coğrafyada matematiğin doğrularını kurumsal işleyişler, ensenin kalınlığı, güce
sahip olmanın verdiği rahatlık değiştirebiliyor… Hatta yeniden yazılmasına bile
neden olabiliyor…
Patagonyanın istatistik kurumu,
geçtiğimiz dönemde öyle bilimsel araştırmalara imza attı ki, inanın(!) küçük
dilimi yutacakken, boğazımdan çıkarmak için itfaiyecilerden yardım almadım değil…
Çarşı, Pazar, Sokak esnaf geziyorum; elimi bir şeye değdiremiyorum hemen yanıp
kızartmaya dönüyor, çünkü cebimde taşıdığım küçük tüp yangın söndürücü onu
söndürmeye muktedir olmadığı için, o kadar dikkatli yürüyorum ki, alevlerden
etkilenmeden bu sokaklardan nasıl çıkarım diyorum; olmuyor alevler o kadar
yüksek ki,50 metreden yüzümü yakıyor…
İlk yardım hastanesinden ateşin
etkileme gücü ve ısının debi ölçümlerini istiyorum, bu kadar yakmaması lazım
çünkü biz ölçtürdük bu yangından ancak olsa olsa %23 lük alev çıkmakta bu da en
fazla 15 metre uzaklıktaki canlıları etkiler ama bu kadar yakmaz diyorlar… Peki,
bu benim yanmama neden olan alevler nereden gelmiş olabilir diye sorduğumda,
bana öyle güzel masallar anlatarak acımı unutturuyorlar ki, sanki yangını
çıkaran benmişim gibi utancımdan yüzümü kapayarak ola ki bana yeni bir fatura
düzenlerler diye kuyruğumu kısıp sesimi kesip hemen ilkyardım hastanesinden
çıkıyorum; bir daha sokaklara uğrayacak mecalim kalmadığı için yangını bu defa
içimde hissediyorum ve hepten yanıyorum… Dumanları kimse görmesin diye dışarıya
salamıyorum kendi içimden kendimi imha ediyorum ama ben doğruluğumu bir türlü kanıtlayamıyorum…
O zaman da durup kendi kendime soruyorum, demek ki doğru diye bir şey yokmuş,(!)
doğru diye bir şey olsaydı etrafımda bu kadar mumyalanmış meyyit gezmez, en
azından bir canlıya tanık olurdum diye kendimle konuşa konuşa evimin yolunu
tutuyorum…
Evet, sokakta gördüğüm yangınının
alevleri eğer patagonyanın istatistik kurumunun elindeki rakamlarla örtüşmüyorsa
o zaman rakamlar yeniden yazılmalı; birin yerine, eksi bir yazılmış,10 un
yerine eksi 20 gibi yanlış bir değerlendirme kriter ölçeği verilmiş olabilir,
onun için nesne ile (gerçeklik) yargı uyum
içinde değildir bu da o zaman asla doğru değildir deme gibi bir hakkım olduğunu
bildiğimi sanıyordum… Oysa ben sanadurayım etrafımdaki mumyalanmış meyyitlerden
hiçbir kıpırtı gelmeyince mezarlıkta doğruluğun tanımının ne olduğunu sorduğum
için kendimden utandım…
Sahiden doğruluğun insanın yaşadığı
ortamda nesnel bir ölçütünün olması ve matematiksel ölçüle bilirliğinin varlığı
gerekli değil mi? Ölçmeyi bıraktım bazen bir iddianın neye göre savunulduğunu
anlamakta ve algılamakta da zorluk çekiyorum… Temele inmeye çalışıyorum ne
temel var ne duvar tamamıyla sel gelip alıp götürmüş ortalıkta görünen sadece
bir zamanlar buradan bir derviş geçerken böyle demişti diyenlerin masalları var…
Buna rağmen fanatik savunucuların canhıraş savunmalarını gördüğümde kendimden
utanıyorum, yahu bu mumyalanmış meyyitler içinde ne enerji varmışta ben mi
ölüyüm diye kendi kendime sorgulamamın yönünü, bir anda kendi röntgenimi çekmeye
yönlendiriyorum…
Hiçbir bilgi ambarın yoksa savur gitsin,
demişler ya bekâra karı boşamak kolay diye… Öğrendiklerinizin vebali,
sorumluluğu ve sizden beklediği ve hesabınızı değerlendirecek bir terazi
olduğuna inancınız yoksa sallayın gitsin, konuştuklarınızın karşılığı boş
çıkarsa neden üzüleceksin ki, zaten sonrasında ne olacağının hesabını
yapmıyorsun o zaman salla gitsin… Ebem dedi, kör dedi gelene geçene vur dedi
diyerek alırsın eline süpürgeyi hoşuna gitmeyenlerin suratına suratına vurursun,
hiç olmazsa bir iz kalır, kuduz gibi herkes ondan uzaklaşır… İşte meyyit olmak
ile meyyit olmamak arasındaki önemli çizgi, sorumlu canlılardır insan, sorumsuz
insanlardır meyyitler…
Meyyitler içinden sorumlu canlılar
evrenine bir yolculuk yapalım dedim bir anda kendimi patagonyanın istatistik
kurumumun doğruluk kavramına getirdiği anlamı görünce tüm bildiklerimi unutup
doğruluğu yeni anlamıyla benimsersem acaba ne olur diye düşünürken, inanın
başıma bir ağırlık çöktü ki kafamı kaldıramaz oldum… Kerbela çölünde Hüseyin’i Yezide
biate götüreceklermiş gibi kendimi onun yerinde buldum… Yani öyle bir ağırlığı
varmış ki, bir anlamı yeniden tanımlamanın… Bazen anlam kayması falan(!) diye
öğrenmiştik, bu ona hiç benzemiyor ne almam koyuyor ne ciğer ne yürek alıp
götürüyor sonra bir kadavraya döndürüyor seni…
Bütün bu anlamsızlıkların kaymadan
kaynaklandığı anlaşıldı, âmâ saman yolundan bir yıldız kaydığı zaman tam bir
eser, muhteşem harmoni, demek ki her kayış bir bozulma olmuyor, bazen insanlar
kendi elleriyle kendilerini zorla kaydırarak fıtrat güzelliğini sanki bozuyorlar
değil mi?
Arabasıyla yayaya çarpacakken basıp
giden nasıl kendisi için yaşıyor başkası onu hiç ilgilendirmiyorsa, Karacaoğlan
da böyle yaşamış biz devri salikleriz, ne aldıysak onu yaparız bazen de o kadar
tutucuyuzdur ki, devredenlerden daha fazla sahipleniriz…”Ben güzele güzel demem
güzel benim olmadıkça diyen Karacaoğlan’ı bu sözüyle bazen arşı alaya çıkarırız
ve onu kendimize rehber biliriz… Oysa ben güzele güzel derim benim olmasına hiç
gerek kalmadan, çünkü o güzellik, Aristo’nun deyimiyle belli bir oranı ve uyumu
içeren matematiksel bir düzen varsa o hep güzeldir. Güzel olan aynı zamanda
değerlidir. Ayrıca doğru olduğunu söyleyenler de yok değil…
Muhteşem semaya ihtişamlı gözlerle
bakanlar ancak ondaki güzelliği yürekten algılarlar. Algılamıyorsa insan zaten
bir meyyittir, meyyitten neyi nasıl doğru güzel ve iyi olarak tanımlamasını
isteyeceksin ki… Mumyalı insanların cansız bedenlerini anlamlı kılmak için
çıktığımız bu yolda, eksik olan ruhu, taşımak istedik ağırlığı çok olsa da,
yazdığım bu satırlarla…
Duygusal beğenileri sağlamış olsak bile,
eylemlerde ortak bir ölçü olan iyiyi getirememişsek hayatımızda, doğrulara
kulaklarımız kapalı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın… Duygusal refleksleri
güçlü olan bir toplum olduğumuz için, hep duygusal yargılar ve sübjektif
güzellik yargısı ile temel yaşam hakkında değerlendirmelerde bulunuruz… Ondan
dolayı da bir türlü istikrarlı bir zeminde doğru yargıyı ifade etme becerisini
gösteremeyiz…
İnsanlık için yaşamsal değerler,
insanlığı kuşatmalıdır. İnsanlığı kuşatmayacak bir ölçü herkesin uymak zorunda
olduğu bağlayıcı bir ölçü olamaz. Mesela yıllarca bize İslam devleti dendiği
zaman akan sular durur onun uğruna ne yapacağımızın hesabını yapar devlette
alacağız görevlerin hayalleri ile düşlere dalar giderdik… Bu bahsettiğim yıllar
liseli yıllarımızdı, şükür biz çok okuyan ve sorgulayan insanlar arasındaydık…
Ben o yıllarda mantıki kavramlardan yola çıkarak kavramların içlem ve
kaplamlarıyla ilişkilendirerek kaplamı az olan bir kavramın kaplamı daha fazla
olan bir kavramı kuşatmasının mümkün olmadığına inanırdım. Ondan dolayı da
bütün bir insanlık ya da farklı insanların birlikte yaşadığı ortamlarda bir dinin,
etnik kökenin ya da ideolojinin ölçüt alındığı bir devlet olamaz derdim… Çünkü
din kaplam olarak insandan daha aşağıda ama insan daha yukarıda o halde
kurulacak devlet insanı kuşatmalı ki, sağlıklı olsun ve kendi kendisiyle
çelişmesin yoksa anlamsız bir oluşumu kutsallaştırarak başkalarına dayatıp
onların da günahını üstlenmenin anlamı yoktur diye düşünürdüm…35 yıl geçmiş
olmasına rağmen bu düşüncelerimi bu günde savunuyorum…
Bu da nereden çıktı diyenlerin
olacağını düşünerek diyorum ki, sübjektif ölçüleri bir dayatma aracı olarak
evrensel değermiş gibi insanlığın hayatını felç etmek için kullanmanın kimseye
bir faydasının olmayacağı muhakkaktır.
Sorgulama sürecini tamamladığını
düşünen ama sorgulamanın ne olduğunu sorduğunuzda sadece karşıt düşünceye
hakaret ve küfretmeyi bir erdem sananların dünyalarının, ne kadar karanlık bir
dehliz olduğunu kısa hatlarıyla izah etmek için bu yazıyı kaleme aldım…
Sorgulamadan korkanlar yaşam alanlarında hep tedirgin ürkek ve korkak yaşarlar…
Sorgulama beynin aklı harekete geçirmesidir. Harekete geçmemiş bir aklın olup
olmadığına nasıl karar verirsiniz. Aklı olduğuna inandığımız sorumlu canlılarla
birlikte dünyanın çehresini ve var olanların dışında farklı bir anlayışın ve
atmosferin olabileceğini sorgulayarak ancak ortaya çıkarabileceğimizi,
paylaşmak istedim.
Varlık bilgi ahlak ve sanat ekseninde
küçük çapta felsefi düşünsel bir sorgulama olarak katkımız olduysa Rabbime
hamdu senalar olsun… Tüm değerleri veren o, bizim sorumluluğumuz doğru denklem
kurarak doğru sonuca gitmektir… Gerçekleri yok edip doğru yargılar hiçbir zaman
kurulmamıştır ve kurulamayacaktır… Onun için herkese naçizane önerim ve hatırlatmam,
gerçeklerle yüzleşmeden hayatımızın doru rotaya oturması imkânsızdır… Bu
bilimsel bir yargı değil biliyorum ama şuna inanıyorum ki, siz kendinizce size
faydası olduğuna inandığınız, sevdiğiniz duygusal gönül bağı kurduğunuz,
elinizden çıkmasını istemediğiniz, olmazsa olmaz dediklerinizi terk etmedikçe
kesinlikle iyiliğe doğruluğa kavuşamazsınız…”En sevdiklerinizi feda edip
harcamadıkça kesinlikle iyiliğe birre kavuşamazsınız… Onun için diyorum ki
sorgulama hayatımızın dinamosu olsun…
Hayat, sorgulayarak başlar, tanıyarak
devam eder, tanımlanarak sahip çıkılır, inanarak göğüs gerilir… Son noktaya
gelmek için sorgulama cesaretine sahip olmalıyız, olamıyorsak, kendi yarattığımız
tanrıları korumanın adı hayat olur…
Selam ve hayır dileklerimle bu saate
kadar bunları tefekkür etmeyi bahşeden Rabbime hamdolsun… Ancak sana kulluk
eder ancak senden yardım dileriz… Rabbim isteklerimizi senin katındakilerle
daim eyle ki, dünya ve içindekilerle boğuşmaktan hedefimizi kaybetmeyelim… Âmin…
Erol KEKEÇ/23.02.2022/01.15
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder