İlkokulda dersliklerimizin hemen arkasında güllük diye isimlendirdiğimiz bir alan vardı, bahar geldiğinde sınıflarımızın penceresini açtığımızda gül kokularından içimiz gülerdi… Sıcaklar bastırdığında güllük ile bina arasında yol gibi küçük bir alan vardı, orada beş taş oynaya dalardık hatta oradan başka serin yer olmadığı için oralarda saatlerce uykuya dalardık… O günkü çocukluğumu düşündüğümde başımda ne stres ne ekonomi, ne savaş ne acı ne zalim hiçbir şey kalmıyor, ondan olsa gerek bugün onları düşünürken dalıp gittim kendimden…
Çocukluğumun baş döndüren mutluluklarını bugünden
geriye dönüp özlesem de getiremiyorum ne gelir elden… O kadar dokunmuş ki içime
sınıf arkadaşlarımın neredeyse hepsini okul numaralarıyla görüntülerini
gözlerimin önüne getiriyorum; okulun bahçesinde coşkulu şekilde koşup oynarken
buluyorum kendimi, biraz zaman geçince oturmuşuz bir banka sohbet ediyoruz,
düşüncelerimiz farklı olsa da, birbirimizin bazen dizine, bazen omzuna kafamızı
koyup kendimizden geçmişiz kötülük nedir bilmiyoruz, hiç yanımıza uğramamış…
Yatılı okulumuz, bizim için sevginin, saygının paylaşımın kardeşliğin, candan
geçmişliğin vatan millet sevgisinin yüreğimizi kavurduğu ve coşup kendimizden
geçtiğimiz yerin adı olmuştu…23 Nisan günü Okuldan çıkıp Bayram günü ilçeye
tören alanına yürürken, “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, “diye
başlayan Eskişehir marşı ile yollara düşerdik, orman ve dereden seslerimiz
yankılanır ve biz göğüslerimiz kabararak 20 yaşında genç delikanlılar gibi rap rap
diye yolları aşındırarak yürürdük…
Hayatımız o kadar güzel ve mutluluk gülücükleriyle
doluydu ki anlatamam, her konuşmamızdan ve birbirimize koşmamızdan güzel
tomurcuk güller patlardı. Hiçbirimiz birbirimizi tanımadan o kapalı ortamda bir
araya gelmiştik, ama orası bizim için bir kaynaşma ortamı olmuştu…
Çocukluğumuzu hayallerimizi umutlarımızı sevgilerimizi kardeşliğimizi orada
bırakarak çıktık oradan; ondan sonra gittiğimiz ortamlarda onlara bir daha
ulaşamadık…
Ortaokul ve lisede orada kazandığımız kazanımlarımızı
harcayarak kendi kişiliğimizi oluşturmaya çalıştık, sonradan aldığımız
bilgilerin dışında hayat ve karakterimizi biçimlendirecek hiçbir güzellik
bulamadık… Yani diyeceğim o ki, biz karakterimizin ve kişiliğimizin
biçimlenmesini sağlayan değerleri ilkokul öğretmenlerimizden aldık; diğerleri
sadece bizim bu kazanımlarımızı ya genişlettiler ya da törpüleyerek yok edip
bizi erozyona uğrattılar…
İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, belki bizimkisi bir
şanstı, yatılı okula ben 6 yaşında gittim yani yedi yaşıma varmak üzereydim.
Her şeyini kendin yapıyorsun. Yatağını topluyorsun, çoraplarını her gün
yıkıyorsun, önlüğünü kendin giyersin, yemekhaneye sırayla gidiyorsun çıkan
yemeklere itiraz etme hakkın yok, ya yersin ya aç kalır hastalanırsın…
Köylerden gelmek o kadar kolay değil, zaten her çocuğun ailesinden biri anca ziyarete
gelebilir, geldiği zaman gider başına toplanırız bizim yakınımız gelmiş gibi
onları tanımasak ta onlarla biz de hasret gideririz… Sabah erkenden ezandan
biraz sonra kalkarız hazırlanırız, sınıflara gider etüt yaparız etütten sonra
bir çevre temizliği yapılır, ondan sonra yemekhanenin önünde sınıf sınıf sıraya
geçeriz, lavabolarda ellerimizi yıkayarak kahvaltı için masalara geçeriz
yaşımız yedi… O yaşlarda başladık hayatın yükünü sırtımıza vurmaya, o gündür bu
gündür o sorumluluğumuz bizleri her ortamda heder etti ve acı çektirdi. Küçücük
çocukken sırtımıza vurulan o ağır yük, sanki taşınmayacak, bir yerde
bırakılacakmış gibi, hep o yükün nerde olduğunu merak ederek onu kaldırmak için
bir gücümüz olacaksa, çaba harcamayı asıl göreviz bilerek yaşıyoruz…
Bizim okulumuz bir taneydi, başkası onun yerini asla
tutamazdı, bazı Azrail gibi hocalarımız olsa da onlardan yediğimiz dayaklara bu
günden baktığımızda belki onların çok aşırı fevri hareketleri dışındakiler
olmasaydı, biz bu sağlam karakterleri oluşturabilir miydik diye de bazen
sormuyor değilim… Siz yedi yaşında kendi banyonuzu yaptığınız oldu mu, bizim
sırtımıza anamızın kesesi yedi yaşından sonra nerdeyse değmedi, yani kendi
sırtımızı hep kendimiz keseledik kimseden bir medet ummadan karanlıkları delip
aydınlık yolları hayal ettik… Güneşin her gün nereden doğacağını merak eder,
erkenden çamlık dibine gider güneşin doğacağı anı beklerdik… Ama Güneşin batmasını
hiç istemezdik çünkü zorunlu bir yatış başlar, çekilmez yatakhanedeki yerimizi
alır, bir anda uykuya dalmayı isterdik ama nafile, her kafadan bir ses hindi
yavruları gibi nereden geldiği belli olmayan bir uğultu kaplardı
yatakhanelerimizi… Arada gizli gizli nöbetçi öğretmenlerimizin, lambaları yakıp
içeriye girdiğini görünce hemen battaniyeyi kafamıza çeker nefes almayı bırakır,
öğretmenimizin koğuştan çıktığını ayakkabılarından gelen sesin kesilmesinden
anlardık...
Hayatımıza katılan o günkü düzenlilik ve
sistematiklik, her zaman hayatımızın öyle gideceğine bizleri inandırmıştı. Oysa
50’li yaşlara geldiğimizde gördük ki onlar sadece kazandırılmış ideallermiş,
hayat bambaşkaymış, alışılmış yanlış geleneklerin tuzağından çıkarak o düzenli
yaşamı arzulamak her insanın harcı değilmiş, bunu da anladık… Yaşamları
küçükken biçimlenmeyenlerin sonradan yaşamlarının biçimleneceğini bekleyerek,
onlar üzerine bir yaşam düşlediğiniz zaman düşleriniz gerçeğe dönmeden sadece
kendinizi avutarak yaşamınızı noktalıyorsunuz…
İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, bize hep ağaç yaşken
eğilir diye öğretilen bir deyim vardı, oysa ağaç yaşken düzeltilir diye bunu
öğrenmiş olsaydık belki bu gün dosdoğru yaşamlara imza atan nesillerimiz
olurdu. Ancak her öğretici kendisini eğitici olarak görüp yaş olan
fidanlarımızı eğriltme derdine düştüğü için doğrulmanın nasıl gerçekleşeceğini
hiç düşünemedi. Ondan olsa gerek bu gün yaşadığımız toplumda eğitilmiş ama
doğrulmamış her tarafı yamuk, eğilen eğilene… Bir delikten geçebilmek için ne
kadar eğilmeniz gerekiyorsa o kadar eğilmeyi göze alıyorsunuz hatta kırılmaya
bile razı oluyorsunuz yeter ki geçebilesiniz…
Psikanalist anlayışta, kişilik 0-5 yaş arasında
şekillenir,5-12 arasında biçinlenir,12-16 yaş arasında gelişime açık olur,16-23
yaş arasında da olumlu ya da olumsuz bir kalıba girer… Evet, bizler biçimlenme
sürecinde hakikaten öğretmenler eliyle biçim aldık… O dönemde öğretmenlerimizin
ideolojik düşünceleri vardı biz bunları biliyorduk, ancak onların öğretmenliği
her zaman onların çok üzerindeydi, onları bizimle ilgilenmeye iten güç
aldıkları para değil, mesleklerine olan aşklarıydı. Aşk bir yaşamdır. O yaşamı
elde ederseniz âşık olduğunuza en güzel değerleri sunarsınız… Biz
öğretmenlerimizin canının bir parçasıydık ve onları da canımızdan bir parça
görürdük, ama asla saygıda kusur etmezdik, çünkü onlar bizi şekillendirip biçim
kazandıran bizleri doğrultan bir heykeltıraş gibiydi. Onlardan kazandığımız
değerleri aynısıyla uygulayarak ve üzerine de katarak daha renkli bir
öğretmenlik yapmak nasip oldu… Öğrencilerimizi hep sevdik hep doğru olanı
yapmaya çalıştık, not için bir öğrencimi asla kırmadım ve onlara not vermek
için görev vermedim, sorumluluk bilinciyle yapmaları gerektiğine inanarak
yapmalarının gerekliliğini kavratmaya çalıştım… Herkesin üstün ve eksik
yanlarının olacağını, ama bunların bir ayrıcalık değil tamamlayıcı unsurlar
olduğunu ancak insanlık için yapacağımız fedakârlıkların bizleri üstün kılacağını,
yüreklere kazımaya gayret ettim… Bu ideal yaşamlarla öğrencilerimi
buluşturduğumda, onların da o değerleri içselleştirdiğini gördüğüm zaman, beni
hayatla tanıştıran ilkokul öğretmenime şükranlarımı bir borç bilip ona rahmet
diliyordum…
Hayat böyle bir şey, devraldığınız güzellikleri
üzerine daha fazla güzellik katarak gelecek nesillere aktararak iyilikleri ve
güzellikleri bir gelenek haline getirip sürekliliğini sağlayabiliyorsanız anlam
kazanıyor, aksi durumda sadece heder olup yok oluyorsunuz… Geldiğimiz süreç
öğretmenliğin anlamsızlaştığı ve çocukların isteklerini okşayan ve onların
taleplerine göre bir şeyler öğreten öğretici olmanın ötesine taşınmadığı için,
okullar eğitim kurumu olma özelliğini kaybederek, görsel medyanın
öğrettiklerini, yazılı olarak zihinlere nakşetme kuruluşları haline gelmiştir.
Yani eğitim olmaktan çıkmış bir öğretim alanı olmuştur. Ondan dolayıdır ki,
şuan şekil verip biçimlendirecek, eğriyi doğrultacak ortamlar gitmiş, tamamıyla
akademik bilginin aktarıldığı yerlerin ilk temeli haline gelmiş ilkokullarımız…
Böylesi ortamlarda öğretmenin istek ve motivasyonu yok olmuş, kendisi ışık olan
olmaktan çıkmış, gelen mumları toplayarak çocuklara mumdan nasıl ışık aktarılabileceğini
öğretmeye çalışan bir organizatör olmuştur. Öğretmenin asıl görevi yeniden
tanımlanmalı, öğretmene göstermelik değer değil, hakikaten” bir harf öğretenin
kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz. Alinin verdiği önem ve değer verilmelidir.
Öğretmenlik mesleği bir aydınlatıcı memba olduğu yeniden tanımlanmalı,
öğretmenin emeğinin karşılığı herhangi bir parayla ölçülemeyeceği anlaşılmalı
ve onun fedakârlığının bedelinin dünya ölçeğinde bir karşılığının olmayacağı
idrak edilmelidir. Bu sorumluluğu alacak öğretmenler yetiştirmek temel ilke
olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne öğrenciliğimizden, ne öğrendiklerimizden, ne
okullarımızdan, ne de öğretmenlerimiz, yaptıkları işlerinden zevk alarak
öğretmenliklerini yaparlar… Doldur boşalt, belli saatlerde çocukların okullarda
bulunduğu diğer zamanlarda kontrolsüz bir güç haline gelip, kim tarafından
nasıl nerede beyinlerinin işgal edildiği bir nesil ise okullarımızdan çıkanlar,
o zaman vay ki bizim başımıza geleceklere vay!
Bana çocukluğumu hatırlatan okulum, hayatıma anlam
katan öğretmenlerim ve hayatlarına anlam katmaya çalıştığım öğrencilerimi
hatırladıkça, böyle duygusal kalbi yıpranmışlıkları yaşamamak elde mi? İşte,
ben yaşamışlıklarım ile yaşayamadıklarım arasındaki çatışmaların kaynağında,
hep hayatımın ideallere göre biçimlenen yanını gördüğümde tedirginlik, kaygı ve
gerilimlerden kendimi alamıyorum… Kaygıyla yaşayan ben, yeni nesillerin
hayatındaki bu kaygıların gelecek kaygısı haline geldiğini görünce,
sorumluluklarının farkına varamamış, kişilikleri, şekillenmesi gereken yaş
aralığında boşa geçmiş, daha sonradan kaldıramayacakları bir yükle muhatap
olduklarında, bu yükün altından zorla kaçtıklarını gördüğümden, hem bu nesle
yapılanın bir zulme dönüştüğünü hem de geçen zaman emek ve imkânların heder
olduğunu düşündüğümden rahatsızlıklarım tavan yapıyor, beynim dönüyor, ondan
dolayı çocukluğumu hatırlayarak biraz rahatlamak istiyorum…
Ben çocukken sorumlu duyarlı, coşkulu neşeli ve umutlu
yaşadım, hayallerim dünyanın yörüngesinin dışına uzanıyordu. Şimdi hayallerimi
benden önce mezara gömmek için bildiklerimi unutayım diye çabalıyorum olmuyor,
onları unutmak kendimden kaçmak ve beni yok saymak olduğu için ben de varım,
var olan beni nasıl yok sayacağım diye düşünürken birden kendimi yine başka bir
hayal dünyasının başrol kahramanı olarak buluyorum yine yorulmayan bir dağcı ve
usanmayan bir savaşçı olarak gece gündüz demeden hep düşünmek ve üretmek
hayatımın kâbusu olup çıkıyor…(!)
Anlayacağınız alışkanlıklarımı terk edemiyorum, birde
bunlar içinize kemik gibi işler ve sizin ruhunuzun bir parçası kalbinizin
atışları ile paralel gidiş geliş yaparsa işte o zaman haliniz çok zor, bu
hastalıktan kurtulamazsınız ancak sizi mezar paklar onun için de kaderiniz ne
ise onu bekleyeceksiniz… Beklemek mi yakışmaz, kalkıp yürüyeceksiniz, yürümeyi
belki unutup koşacaksınız, ama asla ve asla yerinize çakılıp kalmayacaksınız,
hayat devam ediyor, nesillerin doğurtulması ancak ağaç yaşken olur, bunu
biliyoruz o halde beklersek nesilleri kırar ve imha ederiz…
Ben başladığımda yürümeye turnalar çoktan göğümden
uçmuştu, âmâ ben turnaların vurulmasını yasaklayan eğitmenlerin elimden
tutmasıyla bu günlere geldim… Bu günleri yarınlara taşıyacak yürek sahibi
öğretmenlerin eliyle, bu nesli aydınlatalım onlar ışığa çok muhtaçlar,
karanlıklara bırakmayalım yarınların karanlığını kaldıracak eğitmenleri bulma
imkânımız olmayabilir… Hep birlikte el ele gönül gönülle bu yola baş koyarak
çocuklarımızı aydınlık ufuklara taşımaya ne dersiniz. Bana çocukluğumu unutturacak
ve o günlerden ileriye götürecek öğretmenler arıyor gözlerim, onlar içinde bulunup,
hayatın bu karanlık günlerinde çay molası vermeye hazırım ve hemen gelirim…
Çiçekler solmasın tomurcuklar patlamasın, biz
güllerimiz solunca ölürüz, güllerimizi soldurmayalım, tomurcuklarımızı
patlatmayalım, Çiçeklerimizi küstürmeyelim, bahçıvanı bıktırmayalım…
Çocukluluğumdaki okuluma hayranlık kaldı içimde, okullarımızı hayran duyulan
mekânlar yapalım… O öğretmenleri merceklere arıyorum hepsini bağrıma basıp
selam vereceğim…
Selam ve dualarımla…
Erol
KEKEÇ/27.02.2022/23.47
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder