Bu Blogda Ara

4 Şubat 2022 Cuma

MUHTEŞEM DEĞERLER SÖMÜRGE YAŞAMI OLUŞTURMAZ

Toplumların genetiğinin insan olma özelliklerinin dışında farklı karakterlere bürünmesi, yaşam isteklerini belirleyen güdülerin farklılaşmasıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Musevilik ve Hristiyanlık inancında da fakir ve fukaraların, mal zengini olanların sahip olduklarında, haklarının olduğuna inanılır. Hatta çoğu zaman elindeki imkânları kaybedenlerin sahip olduğu yaşam standartlarında ona yardım edilir ki, gördüklerinden geri kalmasın anlayışıyla onun psikolojisinin düzeltilmesine çalışılır. Museviler buna çok önem verirler ve kendi toplumlarında insanları açlığa mahkûm etmezler, hemen yardım ve dayanışma içinde olurlar. Zulmü devam ettirmek için güç sahipleri ile kol kola olan Katolik algısına karşı da ciddi mücadeleler verilmiştir.

Dini kuruluşlar güçle birlikte hareket etmeyi bir din olarak insanlara yansıttıkları için, onlara karşı ciddi başkaldırıların olduğunu görmekteyiz. Katolik algı Emevi ile birlikte Müslümanların yaşadığı ortamlarda da ciddi sorunlara neden olduğunu görmekteyiz.

İlahi olan dinlerin hepsinin temelindeki ahlaki öğretide fakir ve imkânsız insanların hakkının, zenginin malının içine bırakıldığına ve bunu alıp sahiplerine vermenin gerekliliği vurgulanır. Hatta otoritenin varlık gerekçelerinden biri de zenginler bu hakları vermek istemeyip gasp ettiklerinde onlara müdahale ederek toplumsal huzuru sağlamasıdır. Devlet ve din bu asli görevlerini askıya alıp kendi varlığını korumayı amaç edindiği zaman, toplumsal çatışmalar, huzursuzluk, tabakalaşma, açlık sefalet ve fakirlik toplumu kuşatır. Onun içindir ki insanlığa faydalı olması için gönderilen din, ayrıca insanların sorunlarını çözsün diye tecrübelerle oluşturulan otoriteler bu görevleri dışında akla gelmeyecek tüm detayları ele alırken, asıl fonksiyonlarını yerine getiremez olmuşsa; bunların karşısındaki mücadelelerin meşruiyetini kendisi oluşturmuş olur. Varlık gayesine uygun olmayan eylemleri yapan oluşumlara karşı, toplumsal eylemler meşruiyet temeline oturur. Bunları yok etmek için kendi otoritesinden aldığı güç ve imkanlarla karşı oluşumları marjinal olarak adlandırsa da, bu oluşumlar sadece kendi gidişlerini geciktirmenin dışına çıkamazlar. Geciktirilmiş olan değişim sürecinin en büyük zararı, genel kitleler üzerinde olmasıdır. İlk fark ediş dönemlerinde belli bir topluluk etkilenirken, zaman ilerledikçe olumsuzlukların etkileme alanı genişler, bu da kaos karmaşa ve çatışma ortamlarının doğmasına neden olur.

Batıdaki dini otoriteye karşı oluşan oluşumların tamamı, dini kuruluşların güçle işbirliği yaparak insanların özgürleşmesinin ve aklını kullanmasının yollarını kapamış olmasından kaynaklandığını görürüz. Yani din asıl gayesine hizmeti unuttuğu zaman, insanları kendi kölesi olarak görmeye başlar. Bu durum, elinin altındaki köleleri daha iyi pazarlayacak ve onlar üzerinden imkân elde edecek yolları aramaya götürtür dini kuruluşları. Zamanla da amacına hizmet etmeye başlar, bunun en açık örneği de Mark’ın, bu oluşumların insan doğasıyla savaşan ve onları susturan hipnotize eden, güç iktidar ve üretim araçlarına köle yaptığını gösterdiği örnek doğrular.

Tarih boyunca Yaşam alanındaki dinler ile güç sahibi otoriteler arasında ciddi bir ilişki ağının olduğuna şahit olmaktayız. Firavun ile Musa(as) arasındaki mücadele de bile, firavun din kâinleri ve sihirbazlardan yardım istemiştir. Yani dine dayanmayan ve dinden meşruluk kazanmayan otorite ve güçler kalabalık kitleler karşısında yok olabilirler. Bundan dolayıdır ki, Firavun bunu en iyi şekilde kullanmayı bilmiştir. Eğer bir toplumda çoğunluğun sahip olduğu dini inanışlar, güç ve otoriteden besleniyor ve insanlığa hizmet ettiğini sanıyor, insanlarda buna canı gönülden rahatlıkla inanıyorlarsa, orada din bir Manivelaya dönüşmüş demektir. Otorite, güç kendisi doğrudan elde edemediğini, insanların dini duygularını kullanarak elde etmektedir. Dolayısıyla o toplumda resmi söyleme ait din, hiyerarşik kadroyu oluştururken sürekli elaman sayısını arttırıyorsa, sistem rayına daha iyi oturuyor demektir. Çünkü din, otoritelerden uzak, insanların özgür akılla seçim yapmaları gereken bir alandır. Din inanma temelindeki bilgilerden oluşuyor, o zaman nasıl seçim yapacak diye akıllara gelebilecek soru için, diyorum ki, özgür ve iradi akılla seçim yapıldıktan sonra dinin buyrukları inanarak devam eder. Bunun temel sebebi de, metafizik bir boyut barındırmasıdır. Metafizik alana ait bir bilgi olması sorgulanmayan ve aklı kullanmadan kullanılması gereken bir bilgi olduğu anlamına gelemez. Çünkü akıl onu onaylamıyorsa, o zaman o bilgi akıllılar alanına hitap etmeyen bir bilgi olur. Dolayısıyla vahiy akılla karşılık bulur. Akıllı olmayan sadece duygusal boyutu olan varlıklara neden bu bilgiler inmiyor, çünkü vahyin karşılığı duygular değil de onun için…

Akıllılar evreninde varlığını devam ettirecek bir bilginin sürekliliği akıl kalıpları ile örtüşmesi de kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an’ı Kerimin neredeyse her süresinde akletmiyor musunuz, aklınızı kullanmıyor musunuz, aklını kullanmayanların necis olduğu anlatılırken, vahye dayanan bilginin akılla ilişkisi olmadığını kabul edip sorgulamaya ihtiyaç olmadığını söylemek, insanın yaratılış gayesi ile hiç uyuşmaz. Rabbim sen bunları boşa yaratmadın diyerek semaya gözünü çevirip o muhteşem bütünlük karşısında teslim olan akıl değilse dini kabul eden akıl, akıl değil güdülen ve arpasına göre oraya buraya rahat akabilen sıradan bir nesne demektir. Onun için olmasını ve yeryüzünde yerini almasını istediğimiz akıl, muhteşem bütünlük karşısında teslim olmayı becerecek ihtişamlı güç olan akıldır.

Muhteşem aklın süzgecinden geçen kelime ve kavramlar, her zaman yeryüzünde istikamet üzere dosdoğru yol gidecek bir kervanın oluşumunun temelini oluşturur. Onun içindir ki Otorite ve güçlerle işbirliği yapan ortak çıkar ve menfaatleri ortak hedef gibi gösteren bu oluşumların varlık sırrını ortaya koymak gereklidir. Onların varlık sırrı anlaşılmadan kitlelerin sömürülmesinin önlemesi mümkün değildir.

İslam’ın bakış açısı ile Müslümanım diyenlerin yaşama bakışını değerlendirdiğimizde birbiriyle ne kadar uyumsuz ve çelişkilerle iç içe olduğunu söylemek mümkündür. Bir değerin manifestosu ile ona inananların yaşamları karşılıklı savaşıyorsa, orada dinin içeriğinin neye kime ve kimlerin istekleri doğrultusunda yapıldığını iyi anlamak ve ortaya çıkarmak gerekir. İçeriği ve hedefi bilinmeyen bir din, güç odaklarının her zaman yardımına koşuyor ve onların yaptığı eylemleri arkasından meşru gerekçelere oturtmaya çalışıyorsa bu din bir sömürge dinidir. Sömürge dinlerinin kıskacından çıkarak yeryüzüne adaleti huzuru ve barışı getiren muhteşem din olan Silme dönersek o zaman içerik ve kapsam kimsenin babasının malı olmayacak, herkes düşüncesini özgürce ortaya koyacak ve her fert bulunduğu ortamda kendisine ait bir değer bulduğu için yaşamdan tat alacaktır. Yani İslam, hayatları huzurlu kılar, eminlik ortaya çıkar fakirlik kalmaz, liyakat ve erdem hayatın vazgeçilmezi olur. Dolayısıyla yeryüzünde yaşanmakta olan dini oluşumların zulüm ve rahatlığına bakarak dinleri sorgulamak olmamalı amaç, bu din bezirgânlarının insanlığı sömürmek için bütün bir insanlığın en zayıf alanlarından nasıl kandırıldığını anlamak gerekir. Bunun yolu bilinçli sorumlu kaybedecek dünyalıkların hesabını yapmayan, sadece yeryüzünde doğrunun ve erdemin şahitliğini yapmak için ayağa kalkan kalemler ile olacağı muhakkaktır. ”Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki, ”buyruğunu dikkate almadan yazan kalemşörler, her dönemde şerrin temsilcisi olurlar ancak, kalemdarlar lazım bize, o da kalemi adam gibi kullanan ve üzerine yemin edilen kalem olmasına dikkat ederek adaletten ve hakkaniyetten ayrılmayan kalemler olmalıdır.

Geçmiş dönemlere baktığımız zaman, İmam Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı nasıl mücadele ettiğini bilmeyen yok sanırım. Hatta Abbasilerle birlikte onların yanında, Emevilerle o da mücadele eder, ancak zulmü ortadan kaldırmak ve onların yaptığı vahşetin ortadan kalması için çalışır. Ne zaman ki Abbasiler Emevilerin yerine gelir ama zulüm değişmez sadece zulmü yapanların kendisi değişir. Zulüm üzere devam eden Abbasiler İmam Ebu hanifeye ısrarla onların içinde olmasını ve maliye işlerini yönetmesini isterler ancak o tüm ısrarlara rağmen reddeder. Bu olaya farklı yaklaşanlar olabilir ancak benim taraftan baktığımda buradaki inceliğin, toplumda karşılığı olan bir ilim insanının otoritelerce teslim alınamayacağı ve onlara evet demiş olsaydı onların zulümleri de dini bir meşruiyet kazanacaktı ancak İmam Ebu Hanife Allah’ın rahmeti üzerine olsun bunu canıyla ödeyerek zindanda şehit oldu.

İlim sahibi aydın insanların kalemlerini, her dönemde güç sahibi otoriteler yanında görmek ister, eğer ki yöneticiler, bir Ömer ra ve Torunu Ömer Bin Abdülaziz gibi değillerse, böylesi kalemlerin güçle bir araya gelmesi toplumsal zulümlerin ayyuka çıkacağının göstergesidir. Mısır’da Ezher şeyhlerinin büyük bir çoğunluğunun Mısır firavunlarının zulmünü tescillediklerine şahit olmaktayız. Rahmetli Şehit Kutup, zindanda iken yanına o günün Ezher müftüsü gönderilir ve idam öncesi şehadet getirmesi için dini telkinde bulunur. Kutup ona der ki, “be adam sen o dini konuları anlattığın için maaş alıyorsun, oysa ben o dini anlattığım için biraz sonra idama gideceğim, seni bu filmin son perdesini aralamak için mi gönderdiler bir figüran olarak…

Evet, tarih boyunca her dönemde ve ortamda bu böyle olmuştur. Dinin tekele alındığı ortamlarda insanlara acısını unutturmak için, din sadece bir afyon olmuş ve insanları hipnotize ederek daha fazla sömürülmelerine neden olmuştur. İran Şahı son dönemlerinde, benim yaptığım en büyük hata, Mustafa Kemal gibi dini devlet kontrolüne almamam oldu dediği anlatılır. Çünkü şahın o tavrı İnsanların özgürce düşünmelerine sebep olmuş, hatta Bir Şeraiti gibi, dünyanın takdir ettiği bir düşünür ve sosyolog ortaya çıkmıştır. Din, devlet kontrolüne alınmadan önceki İran’daki düşünürler ile bu gün geldiğimiz noktadaki düşünürlerin ben bir kıyaslamasını yapmadım ama çoraklaştığına ve düşünmenin önüne her türlü barikatların konduğuna şahit olmaktayız.1979 öncesi süreçte Aydınların görüşlerinden faydalanan, bazı fanatik mezhepsel molların dışındaki, herkesin onları baş tacı yaptıkları insanları, devrim sonrası nasılda Katolik bakışa göre biçimlendirdiklerini gördük… Devletin, Dini bir grubun isteklerine göre biçimlendirildiği, hatta o kişilerin küçük bir eleştirisinin bile, sizin yaşamınızı ortadan kaldırmaya yettiği bir ortamın dinsel güçle nasıl meşruluk kazandığını görmekteyiz. Büyük düşünür ve filozof Abdülkerim Süruş’un neden İran’ı terk ettiği gerekçelerine baktığımız zaman batı Katolik anlayışının Müslümanların yaşamlarında nasıl karşılık bulduğunu görmüş oluyoruz…

 Batı toplumundaki din anlayışı ve otoritelere yaptığı hizmet ile Müslüman olduğunu söyleyen toplumların yaşamındaki karşılaştırmalara baktığımız zaman; dini kullanım alanlarının ne kadar da insanlığı düşündüğünü(!) görmüş olmaktayız.

Müslüman olduğunu söyleyenlerin bulunduğu coğrafyada acı zulüm gözyaşı ve çilelerin durmak bilmeyen yükselişini kimse kader diye açıklayamaz ve açıklamamalıdır. Muhteşem bir değer sistemi tüm insanlığa huzur ve adalet getirdiğini söylerken, bugün yaşanılanların bu değerle çatışma içinde olmadığını nasıl söyleyebiliriz. Kendi coğrafyalarından ve ülkelerinden çıkarak beğenmediğimiz ve yere vurmaya çalıştığımız (doğrudur öyledir)batının insafına koşarken, kapı dışı edildikleri için yolda donarak ölmeleri bir kader mi, yoksa bu ülkeleri yönetenlerin zulümlerinin arşı alaya dayandığının kanıtı mıdır? Hakikaten İslam adına hassasiyetleri olan ve bu yaşam coğrafyasının acılarını kendisine dert edinmiş aydın ve duyarlı kalem sahiplerine büyük işler düşmektedir. Bu işler Parasına para katmak için mevki makam arayışı ve yarışında olup tepe noktasında yaklaşmak değil, tepe noktalardaki yanlışlara bir fren ve uyarı olabilmekse anlamlı, diğerlerinin tümü boş ve anlamsızdır.

İslam coğrafyası kelimesinin düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum ve yazılarımda da hep Müslüman olduğunu söyleyenlerin yaşadığı yerler diyorum. İslam coğrafyası dendiği zaman günahsız bir ortam hemen akla geliyor ve muhteşem değerle bu insanların şekillendiği sanılıyor, oysa öyle bir durum mevzu bahis değildir. Müslümanlar yaşadıkları yeri İslam coğrafyası yapmak istiyorlarsa, bölgesel ulusal ve yerel muktedirlerin kullanım sahasından çıkıp, Allah’ın doğruluk üzere yarattığı yaşamın kollarına yürümeleri gerekir. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını yaşamdan kuduz köpek kovalar gibi kovalamaları gerekir. Bal tutan parmağını yalar anlayışların parmaklarını kıracak ve dilleri sökülecekse, bu anlayışların dili sökülecek, gelenek haline gelen kötülüklerin sonrakilere miras olarak bırakılması önlenmiş olacaktır. Yoksa toplumsal ifsat mekanizması otomatik olarak dalga dalga yayılıyor, bu mekanizma ne değer ne inanç ve büyük küçük, ne saygı ne sevgi ne muhabbet, ne barış kardeşlik ve ne de dayanışma ve adalet bırakacaktır. Bana değmeyen yılan bin yaşasın sihirli sözünü, kucağımıza yeni doğmuş bir çocuk gibi bırakıp tacımızı tahtımızı harap edecektir.

Yani son söz olarak diyeceğim o ki, Muhteşem bir inancın, fiyasko bir yaşamı asla ve kat’a olamaz. Bugünkü fiyasko kokuşmuş yaşamları muhteşem medeniyet diye gelecek nesillere aktarmayacaksak, daha fazla çıkar iskelesinde demir atıp yük beklemekten çıkacağız. Geçmişin zulümlerini de bize muhteşem medeniyet diye anlatanların hepsi güç ile işbirliği yapmış kurumsal dini otoritelerin onayından geçen meşrulaşmış zulümler olduğunu unutmamak gerekir. Müslümanların yaşadığı dinin ne kadar Allah’ın gönderdiği din olduğunu sorgulayarak onlar adına hayatımızı yönlendirenlerin bu dinin neresinde olduklarına biraz olsun insanlarımızı bakmaya çağırarak, yeni bir dünyanın oluşumu için Muhteşem değerleri hayatta yaşanılır kılmanın zamanının geldiğini haykırmaktır.

Bu gün yaşanmayacaksa ne zaman, yarınlar bugün yoksa onlar da olmayacaklar, umut tacirleri yarınlarımızın hayallerini bize kurdurarak bugünlerimizi zifiri karanlığa dönüştürerek kendi varlıklarını ve yanlışlarını sorgulayacak beyinleri karanlığa gömme derdindeler… Herkesin sorumluluğu bildiği oranındadır, sorumluluklarını bilen ve hakka şahitliğini gereği gibi yapan, adaletin temsilcisi olanlar arasına rabbim bizleri de katar inşallah…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/03.02.2022/18.52


Hiç yorum yok:

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!