MİLLETE İBRAHİM’E HANİFE!
(Onlar birleştirilmesi gerekeni
birleştirirler.)
“Bir toplumu değiştirmek ve parçalamak
istiyorsanız önce aralarında anlaştıkları kelime ve kavramlarını değiştirin,
zaten o toplum kendiliğinden değişir.”Konfüçyüs
Son günlerde herkesin konuştuğu hatta yatakta sızılardan dayanamaz halde
olan bir hastaya hastalığını unutturacak meseleler hakikaten bayağı bir sorun
olmaya başladı gibi geliyor bana. Ondan dolayı bu sorunların bir tarafından
konuşayım diye elime aldım kalemi, umarım biz de bir sorun olarak
anlaşılmayız.1924 yılında gerçekleştirilen harf inkılâbı ile yapılan
değişimlerin bu toplumun bağrında derin yaralar açtığını muhafazakâr ve dinci
kimliğe sahip olan, bu ülkede etnik kökenini gözetmeden herkesin eleştiri
yaptığını hepimiz çok iyi biliriz.
Emperyalist ülkelere baktığınızda onların ülkelerinde bir resmi dilin
olduğunda hemen hemen herkesin ortak kanıda olduğunu görürsünüz. Neden kendi
ülkelerinde ortak bir resmi dilin kullanılmasını istiyorlar da, başka ülkelerde
çok sesli resmi dillerin olmasını arzuluyorlar bunları düşüneniz oldu mu;
bunları düşünen biri olarak, bu düşüncelerimi biraz sesli düşünerek sizinle
paylaşmak istedim hepsi o kadar. Bu açılım süreci sanırım öyle bir açılacağa
benziyor ki, sanırım açı kollarının birbirinden uzaklaştıkça bir daha
birleştirilmelerinin imkânsız olacağı açılıma benziyor. Günlük medyaya
baktığınızda herkesin her şeyi konuşabildiği ancak konuşmalarının içeriğinin
nereye vardığını hesap etmeyen birçok konuşmalara şahit olmaya başladık. Şahsen
benim buradaki endişelerim ırksal ve etnik bir endişe olmadığını herkesin
bilmesini isterim, açık yüreklilikle söylüyorum ki,şu ana kadar bu insanların
anlaştığı ortak dil Kürtçe olsaydı onun kalmasını ve asla değiştirilmemesini
isterdim.Ancak bu Türkçe olarak gelmiş bunun böyle kalmasının toplumsal gelecek
açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.Ancak bu söylemim hiçbir zaman
insanların fıtratlarının gereği olan,anadillerini konuşmalarının ve
okumalarının sakıncalı olduğunu anlatacak bir zihin özürlülüğüne sahip olmadığımı anlatayım.
Harf inkılâbı ile yaşadığımız kopuklukları anlatırken tarihsel destanlar
anlatan kahramanlar, şu an neredeler, onları ortalıkta görmekte güçlük
çekiyoruz. Bu gün onların o yakınmalarına yine ihtiyaç var. Yüz yıl içinde bir
toplumun anlaştıkları dillerini yeniden anlaşılmaz hale getirmek, bu toplumda
bir kör dövüşünü başlatmanın ilk adımı olarak değerlendiriyorum. Döne döne
tekrar ediyorum, Allah’a yemin ediyorum ki, bu endişelerim kesinlikle bir ırki
endişe değildir. Ancak toplumları ayrıştırmanın en cazip oyunlarından sadece biridir.
Ne olur yani şu ana kadar Türkçe resmi dil oldu da ne oldu, bunun yanına bir de
Kürtçe eklenirse kıyamet mi kopar bunu anlamıyoruz, diye bombardımana
tutulacağımı bilerek, bir şeyleri hatırlatmamın kaçınılmaz olduğunu görüyorum.
Şayet 1924 deki ideoloji Kürtçeyi resmi dil yapsaydı şu ana kadar bu toplumda
herkes Kürtçe konuşuyor olacaktı ve anlaşamama gibi bir problem olmayacaktı.
Ancak o dönemin ideolojisi bunu Türkçe olarak benimsemiş ve surecin üzerinden
birkaç nesil geçmiş, bu durum tamamıyla içselleştirilmiş, ancak bu durumu
kaşıyarak yeniden o günkü ideolojinin yaptığı yanlışları değişik yanlışlarla
tedavi etmenin imkânsız olduğunu anlatıyorum. Bu gün aydın görünen ve Kürt
kökenli dostlardan bazılarının hep uç noktalarda gezinerek, toplumsal omurgayı
zedelediklerini görüyorum. Bu omurga yara alırsa hepimiz sürünmeye mahkûm
oluruz bunu bilelim, o zaman omurgasız bir yaşam hayatımıza egemen olur.
25 yıl öncesinde 18-20 li yaşlarda İngilizcenin, Almancanın, Fransızcanın
vs. bu ülkenin okullarında okutulan bir dil olmasında sakınca yokta, Kürtçenin
okutulmasının ne sakıncası olacağını savunan insanlardanım. Düşüncelerimde bir
değişim yok, var olan statükonun devamının kaçınılmazlığını da anlatmıyorum,
ancak batılı emperyal güçlerin bu bölgelerde oynamak istediği oyunların
figüranları olmayalım diyorum. Batı batmakta olan Güneşin Doğudan
kıvılcımlarının belirdiğinin farkında, ancak bunun farkına varmayan biz
zavallılarız. Bu ülkede yaşayan herkesin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı,
vatandaşlık belgesiyle anlatılmasının ne sakıncası olduğunu anlamadığım gibi,
burada ırka dayalı bir devlet özelliği nasıl anlaşılmakta bunu anlamakta da
biraz zorlanıyorum. Millet kavramının kullanılmasının da gerekliliğini anlatıyorum.
Milletle ulus kavramları birbirinin karşılığı değildir bunu anlayalım, zaman
zaman bu millet bunu hak etmiyor derken, burada sadece Türk ulusu anlatılmıyor,
öyle anlayanlar olabilir, Millet bu topraklarda hep “Din Birliği”olarak anlatılmıştır.
Ancak 1789 yılındaki ırksal ayrışmalarla başlayan milliyetçilik akımları her ne
kadar batı anlayışı çerçevesinde millet kavramının yerine konulmak istense de,
bu gün bizler bu konuları sorguluyorsak bunun tutmadığının apaçık göstergesidir.
Millet kavramı “Millete İbrahim’e Hanife”ayetinde tam karşılığını bulmaktadır.
Ondan dolayı biz bu konuları sorgularken, bir ulusun çiğnenmiş olan haklarının
iadesi konuşulduğu bir dönemde bunları gündeme taşıyarak, dini motiflerle
insanların dini duygularını sömürme anlayışımızın yattığı anlaşılmasın. Bu
düşüncelerin oluşacağını tahmin ederek bunu ifade etmek zorundayım, böyle bir
anlayışla yazacağımız ve söyleyeceğiz bir söz varsa Rabbim onları bize
söyletmesin. Benim tüm endişelerim oynanmakta olan oyunun sarhoş ettiği
dimağların bu tuzakları doğru algılamalarının kaçınılmazlığı çırpınışlarıdır.
İleri sürülecek bazı yapay anlayışların alışkanlıkları olabilir. Herkesin
bir devleti ve ulusal dili var, Kürtlerin böyle bir devletinin olması ve
dillerini kendi devletlerinde konuşmalarının ne sakıncası var diyenler olacaktır.
Bana sorarsanız ben böyle bir sakıncanın değil, bu uygulamaların sakıncaları
olduğunu ve ortadan kaldırılması görüşündeyim. Ancak yeryüzünde bu kadar insan
haklarını çiğneyen ve yeryüzünde fesat çıkaran. “Ekini ve nesli yok eden” devletler varken, Kürtlerinde bunlardan
bir tane olması benim açımdan hiçbir anlam ifade etmemektedir. Yani
anlayacağımız meselenin Kürtlerin bir devletinin olup olmaması açısından değil
benim sorgulamalarımın özü. Hakka yakınlık ve yeryüzünde adaletin şahitliğini
gereği gibi yapacak, zulmün her türlüsüne başkaldıracak, ister ırki, ister
dinci despotizmden gelen tüm yanlışları telin edip, doğruyu kimden gelirse
gelsin baş tacı yapıp onun uğruna canı vermekten endişe etmeyecek CHAVEZ’ler
oluşturmaktır.
Konumuzu içeriğinden uzaklaştırmadan bazı farklı konuları ve anlayışları
vurgulamaya çalıştık, ancak asıl vurgulamak istediğim kofüçyüsün da dediği gibi aramızda anlaştığımız ve birbirimizi
anlamakta zorlanmadığımız bir işaret sistemimiz varken, bundan çok zarar gördük,
onu bir başkasıyla çenç edelim diye bağırmaların çok da tutarlı olmadığını
düşünüyorum. Bir toplumda yaşarken insani ve fıtri özelliklerimiz ne kadar
korunmaktadır, insan olarak ne kadar değer görmekteyim, canım, malım, neslim ve
geleceğim emniyet içinde mi diye bakmak gerekmez mi? Eğer bu yeni çıkarılacak
anayasa ile bunlar bizi insan yerine koyuyor, vatandaşlık kimliği ile herkesi
birinci sınıf vatandaş görüp azınlık statüsü vermiyorsa, bunun arkasında daha
ne yapabiliriz gibi, bulanık suda balık yakalamayı hedefleyenler şunu iyi
bilsinler ki, ne avlar ne de avcı olsa olsa avcıyı ava götürmeye çalışan bir
bocunun görevini yaparlar. Bu toplumda ırki ne olursa olsun boculuk yapacak
kadar asaletini yok sayan insanların olacağını düşünemiyorum.
Nazım’ın deyimiyle bu toplumda kardeş olarak yaşamanın tam zamanı ancak
kardeşlik baskın rol üstlenmeden gerçekleşir, yaşamak:”Bir ağaç gibi tek ve
hür, ve bir orman gibi kardeşçe yaşamak bu sevda bizim.”Bu sevdayı yaşamak
isteyen tüm insanları etnik kökenlerine bakılmaksızın bu süreçte adam olmanın
kitabını yazma da bir, ya bir kalem, ya bir söz, ya bir mürekkep kutusu ya da
bir türkü olmaya davet ederken, savaş kahramanlıklarını ve kan hesaplarını
yaparak mutluluğa ulaşamayacaklarını da özellikle bilmelerini istiyorum.
07.04.2013-15.20-17.00-
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder