Bu Blogda Ara

30 Nisan 2025 Çarşamba

Sorgulanmayan Bir Hayat Yaşamaya Değmez(Düşüncenin İzzetine Davet)



Suskunluğun Çürümesi

Bir insan nefes alabilir, çalışabilir, kazanabilir, yiyebilir, uyuyabilir; fakat yine de yaşamıyor olabilir. Zira yaşamak sadece bedensel varlığın devamı değildir. Gerçek yaşam, zihinsel farkındalıkla, ruhsal uyanışla, ahlaki muhasebeyle, yani sorgulamayla başlar. Sokrates’in asırlar öncesinden gelen o sarsıcı ifadesi bu yüzden hâlâ yankılanıyor: "Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez." Çünkü sorgusuz bir hayat; yönsüz bir gemi, köksüz bir ağaç, ışıksız bir göz gibidir.

Bugün teknolojinin büyüsüyle sarhoş olmuş insanlık, kendi varoluş amacını unutmuş; düşünmeyi konforla, sorgulamayı hazla, anlamı başarıyla değiştirmiştir. Oysa insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran temel meziyet düşünme yetisidir. Fakat ne hazindir ki çağdaş insan, en değerli hazinesini kendi elleriyle boğmakta; düşünce yerine taklidi, sorgulama yerine kanaatkâr suskunluğu, bilinç yerine tepkisel alışkanlığı seçmektedir.

İşte bu manifesto, düşüncenin onurunu iade etmek, sorgulamayı yeniden meşrulaştırmak ve insanı, kendine dönmeye çağırmak için kaleme alınmıştır. Bu bir feryat değil, bir çağrıdır. İçsel karanlığa tutulmuş bir meşaledir.

İnsan Neyle Yaşar?

İnsan sadece ekmekle yaşamaz. İnsanı yaşatan, içini dolduran, ona yön ve anlam veren; fikirdir, sorudur, cevaptır. Vicdandır, idraktir, muhasebedir. İnsan sadece et ve kemik yığını değil, bir mana taşıyıcısıdır. Ve bu mana, ancak düşünceyle billurlaşır.

Sorgulamak, insanın kendini bulma çabasıdır. "Ben kimim?", "Nereden geldim?", "Niçin yaşıyorum?", "Neye hizmet ediyorum?" sorularına cevap aramak; bireysel dirilişin ilk adımıdır. Bu sorular sorulmadıkça, insan kendine ait olmayan bir hayatı yaşar; toplumun, ailenin, medyanın, ideolojilerin biçimlendirdiği bir gölge olur. Gerçekte yaşamaz, yaşatılır.

Sorgulamayı Öldüren Düzen

Modern toplum, sorgulayan bireyden hoşlanmaz. Çünkü sorgulayan birey, düzeni sarsar. Tüketici değil düşünür olur. Sürü değil özne olur. Sorgulayan birey; reklamlara kanmaz, propagandalara boyun eğmez, otoriteye körü körüne bağlanmaz. Bu nedenle sistem; okullar aracılığıyla düşünmeyi değil ezberlemeyi, medya yoluyla merakı değil kanaati, popüler kültür aracılığıyla özgünlüğü değil kopyacılığı teşvik eder.

Birey, daha küçük yaştan itibaren sınavlar, notlar, başarı yarışları içinde şekillendirilir. Kendine ait bir fikri olmaması beklenir. Çünkü kendi fikri olan birey, itaat etmez. Böylece insanlar; aynı tipte düşünür, aynı şeylere güler, aynı şeylere öfkelenir hale getirilir. Bu bir tesadüf değil, zihinsel tek tipleştirmenin sistematik sonucudur.

Düşünceyi Yeniden Şereflendirmek 

Sorgulama, eleştiridir ama yıkım değildir. Aksine, sorgulamak inşa etmektir. Doğrunun peşinde koşmaktır. Bir insan, ancak sorgulayarak kendi ahlakını kurar. Kendi inancını temellendirir. Kendi hayatını anlamlandırır.

Sorgulamak, başkaldırmak değildir; kendine dönmektir. Anlamın peşine düşmektir. Zira insan ancak anlamla yaşar. Anlamı olmayan bir hayat, ölümün uzantısından başka bir şey değildir. Bu yüzden, düşünmek sadece entelektüel bir faaliyet değil, varoluşsal bir zorunluluktur.

Sorgulamak, evvela insanın kendi içine bakmasıyla başlar. "Ben neye inanıyorum ve neden?" sorusu; sadece dini inançlar için değil, tüm fikir sistemleri için geçerlidir. Sahip olduğumuz düşünceler; kendi iç muhakememizin sonucu mu, yoksa rastgele edindiğimiz kalıplar mı? Bu soruyu dürüstçe soramayan insan, kendi zihninin kölesidir.

Toplumsal Uyku Kimlik Yitimi ve Ahlaki Çöküş 

Bugün toplumlar; topluca düşünmeden yaşamanın bedelini ödüyor. Moda olanı doğru sanmak, popüler olanı ahlaki görmek, güçlü olanı haklı zannetmek; sorgulamanın yerini almış durumda. Bu zihinsel tembellik; ahlaki çöküşün, sosyal dejenerasyonun ve kültürel yozlaşmanın temel sebebidir.

Sorgulamayan toplum; yöneticisini seçemez, eğitim sistemini değerlendiremez, adaletsizliklere karşı ses çıkaramaz. Bu nedenle, sadece bireysel değil, toplumsal özgürlük de sorgulama kültürüne bağlıdır. Sorgulama, hem fertte hem toplumda bilinç üretir. Bilinç ise; özgürlüğün, adaletin ve erdemin teminatıdır.

Aklın Özgürlüğüne Bir Davet 

Ey insan!

Artık susma. Sustukça körelirsin, sustukça çürürsün, sustukça yok olursun. Sana sunulan hayatı değil, kendi seçtiğin hayatı yaşa. Sadece konuşmayı değil, düşünmeyi öğren. Sadece öğrenmeyi değil, sorgulamayı öğren. Sana öğretilenleri değil, kendi bildiklerini savun. Çünkü hakikat; ezberlenerek değil, aranarak bulunur.

Sorgulamak, başkaldırmak değil; sorumluluktur. Hakikate, akla, vicdana karşı sorumluluk. Korkma; çünkü doğru soru, seni doğru yola götürür. Yolun başı sancılı olabilir, fakat sonunda aydınlık vardır.

Çocuklara Düşünmeyi Öğretmek 

Eğer bir toplum geleceğini kurtarmak istiyorsa, çocuklara düşünmeyi öğretmelidir. Ezber değil anlam, itaat değil analiz, tekrar değil özgünlük teşvik edilmelidir. Çünkü sorgulayan çocuklar; daha özgür, daha yaratıcı ve daha adil bir dünya kuracaktır.

Bu nedenle eğitim sistemi; bireyin kendi fikirlerini oluşturmasına olanak tanıyan, soru sormayı ödüllendiren, hatayı bir öğrenme fırsatı olarak gören bir yapıya dönüştürülmelidir. Aksi halde; üniversite mezunu ama düşünme engelli bireyler, diplomalı köleler üretmeye devam ederiz.

 Düşünce Bir Lüks Değil İhtiyaçtır

Sorgulamak; bir tercih değil, bir zorunluluktur. Düşünmek; bir süs değil, bir ihtiyaçtır. İnsan olmak; sadece biyolojik bir durum değil, zihinsel ve ahlaki bir seçimdir. Ve bu seçim, her gün yeniden yapılmalıdır.

Bugün dünya, tüketimle boğulmuş, anlamdan kopmuş, vicdanını yitirmiş bir insanlığı barındırıyor. Bu gidişata dur demek için tek silahımız vardır: düşünen, sorgulayan, irade sahibi bireyler.

Bu yüzden bu mesajım; bir çığlık değil, bir umut taşır. Düşüncenin izzetine, insanın onuruna ve hakikatin asaletiyle yeniden yaşamaya bir çağrıdır.

Sorgulamanın olmadığı yerde, yaşam değil, taklit vardır. Taklidin olduğu yerde ise, ne özgürlük, ne huzur, ne hakikat barınabilir.

Onun için son sözümüz,

"Sorgula, çünkü yaşamak; düşünmenin ödülüdür."

Erol Kekeç20.11.2024/Dünya Felsefe Günü Anısına/Sancaktepe/İST

29 Nisan 2025 Salı

SATILIK -Özelleştirme, Rant ve Bir Ülkenin Elden Çıkarılışı

 


1. Bir Devletin Kendini Tüketme Serüveni

Bir devlet düşünün ki, kendi elleriyle kurduğu sanayi tesislerini, halkın ortak emeğiyle var ettiği fabrikaları birer birer özelleştiriyor. Yetmiyor, ülkenin en kıymetli topraklarını, ormanlarını, sahillerini "toplu konut" projeleri bahanesiyle rant alanlarına çeviriyor. Bu da yetmiyor, yapılan pahalı konutları Arap kanallarında reklamlarını yaparak yabancılara pazarlıyor. Bu tablo, bir iflasın değil; bilinçli bir tasfiye, sistemli bir vatan satış operasyonudur.

2. Özelleştirme-Halktan çalınan ortak miras

Özelleştirme, teoride verimsizliği azaltmak, etkinliği artırmak için savunulur. Ancak uygulamada ülkemizde gerçekleşen, milli servetin yok pahasına, çoğu zaman yandaş sermayeye devredilmesi olmuştur. Çimento fabrikalarından şeker fabrikalarına, türbin sanayisinden tekstile kadar bir zamanlar iş görür şekilde çalışan tesisler; "zarar ediyor" yalanlarıyla kapatıldı, satıldı ya da peşkeş çekildi.

Sonuçlar korkunç oldu:

  • İstihdam kaybı yaşandı.

  • Yöresel kalkınma durdu.

  • Teknolojik üretim ağı kırıldı.

  • Dışa bağımlılık arttı.

  • Ülke ekonomisi spekülatif sıcak para akımlarına teslim oldu.

Halktan toplanan vergilerle kurulan bu fabrikaların satılması, devletin halkına ihanetinden başka bir şey değildi.

3. Toplu Konut Değil, Toplu Rant!

Toplu konut idareleri, sosyal devlet anlayışının gereği olarak, dar gelirli vatandaşın uygun koşullarda ev sahibi olması için kurulmuştu. Ancak zaman içinde amacından saptı.

Geldiğimiz noktada:

  • Öncelikli olarak üretim sahaları, ormanlar, su havzaları, tarım alanları imara açıldı.

  • "Rezidans", "lux villa", "prestij konut" gibi kavramlarla sadece zenginlere hitap eden, astronomik fiyatlarla satılan yapılar inşa edildi.

  • Halkın barınma sorunu çözülmediği gibi, çözüm daha da ulaşılmaz hale geldi.

Yani devlet, yoksul vatandaşın ihtiyacını karşılayacak yerde, rant çarkını besleyen bir emlak komisyoncusuna dönüştü.

4. İstanbul Rantının Araplara Pazarlanması

Son yıllarda özellikle Arap coğrafyası hedef alınarak yürütülen reklam kampanyaları, ülkemizdeki satış zihniyetinin geldiği vahim noktayı gözler önüne seriyor.

  • "Hayalinizdeki ev, İstanbul'da sizi bekliyor!"

  • "Taksim'de, Boğaziçi'nde şehre nazır bir hayat!"

Bu reklamlarla, özellikle Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ülkelerden zengin alıcılar çekiliyor. Yerli halk artan fiyatlar yüzünden yaşam alanlarından sürgün edilirken; şehirler adeta "satılık meta"ya dönüşüyor.

Böylece:

  • Ülkenin demografik yapısı değişiyor.

  • Barınma hakkı pahalılaşıyor.

  • Topraklarımız yabancıların malı haline geliyor.

5. Kârının önünde Halk Kaybetti

Bu zihniyetin ülkeye kazandırdığı şey, sadece ıraksak bir ekonomik "büyük rakam" gösterisidir. Gerçekte ise kaybettirdikleri:

  • Milli sanayi.

  • Güvenli istihdam.

  • Gıda ve enerji bağımsızlığı.

  • Toplumsal adalet.

  • Şehir kimliği ve yaşam alanları.

İnsanların köylerini, mahallelerini terk ederek kimliksiz toplu konutlara sığınmaları, bu kaybın en görünür örneğidir.

6. Bir Ülkenin Satılık Olmasının Sonuçları

Satılık hale getirilen bir ülkenin bekleyen akıbeti şudur:

  • Egemenlik kaybı.

  • Siyasi ve ekonomik kararların dış güçlere bağlı hale gelmesi.

  • İç huzursuzluk ve toplumsal çatışma.

  • Kimlik erozyonu.

Devletin varlığı, sadece bir bayrak ve marştan ibaret değildir; o bayrağın dalgalandığı toprak, o toprağın üretimi, halkın birliği de devletin ta kendisidir.

7. Çıkış-Yeniden Milli Ekonomi ve Adalet

Bir ülkenin satılık bir meta haline gelmesini engellemek için atılması gereken adımlar vardır:

  • Stratejik sanayilerin kamu eliyle yeniden canlandırılması.

  • Toplumsal faydayı önceleyen ekonomik model kurulması.

  • Toprağın, suyun, ormanın satışını kesin yasaklayan kanunlar.

  • Yabancılara toprak satışını sınırlandıran milli politikalar.

  • Halkın barınma hakkını sosyal devlet anlayışıyla gerçekleştirmek.

Gerçek kurtuluş, özüne, toprağına, üretimine ve halkına sahip çıkan bir yeniden dirilişle mümkün olacaktır.

Ey ülkemin insanı,

Büyük tabelalar, şaşalı reklamlara aldanma. Toprağından, suyundan, ormanından vazgeçme. Satılık hayallerin değil, özgür yarınların inşacısı ol.

Çünkü bir vatanın sahibi olmak, önce onu satmamaktan geçer!

Bahadır Hataylı/18.02.2025/Namazgah/İST

Kurumsallaşmış Devletleşmiş Dini Otoriteler ve Halkların Efsunlanması

İnsanlık tarihi boyunca din, bireylerin iç dünyasına dokunan en derin güçlerden biri olmuştur. Dinin özü, insanı hem ruhen arındırmak hem de yaşamını anlamlı kılmak üzere bir çağrıdır. Ancak bu saf ve özgür çağrı, tarihsel süreçte bazı odaklar tarafından kurumsallaştırılarak bir iktidar aracına dönüştürülmüştür. Din adına kurulan bu yapılar, zamanla kendilerini ilahlaştırarak, insanları özgürleştirmek yerine kitleleri tahakküm altına alan dünya merkezli oluşumlar hâline gelmiştir. Bu nedenle kurumsallaşmış dini otoritelerin kurtuluşa götüreceğine inanmak, aslında kurtuluşu olmayan karanlıklara sürüklenmektir.

Nasıl ki mal ve mülk, belli ellerde toplanarak bir devletleşme süreci ile yozlaşabiliyorsa, din de belirli kurumların tekelinde benzer bir yozlaşmaya uğramaktadır. Malın devletleşmesi nasıl bireysel mülkiyet hakkını ortadan kaldırıp zenginliğin birkaç ailenin, birkaç grubun elinde toplanmasına sebep oluyorsa, dinin devletleşmesi de bireyin Allah ile arasına aracılar sokarak ruhani özgürlüğü yok etmektedir.

Bu bağlamda Karl Marx’ın "Din, halkların afyonudur" sözü büyük bir derinlik kazanır. Marx’ın eleştirisi, salt dine değil, dinin yozlaşmış, kurumsal ve iktidar odaklı kullanım biçimine yöneliktir. Din, gerçek anlamda bireysel bir tefekkür ve ahlaki bir yükseliş aracı olmaktan çıkarılıp, mevcut düzeni koruma, itaat ettirme ve kitleleri uyuşturma işlevi gören bir mekanizma hâline geldiğinde, afyon etkisi göstermektedir.

Marx’ın görüşü bu bağlamda şunları vurgular:

  • Dini kurumlar, mevcut düzenin değişmesini engelleyen, insanları kaderciliğe ve pasifliğe mahkûm eden bir uyuşturucu gibidir.

  • Halk, yeryüzündeki adaletsizliklere karşı başkaldırmak yerine, kurumsal dinin telkin ettiği "sabır, tevekkül" gibi değerlerle avunur.

  • Böylece, iktidar sahipleri hem ruhları hem de bedenleri kontrol altında tutmuş olur.

Modern çağda da bu mekanizma farklı biçimlerde devam etmektedir. Televizyonlardan vaaz veren din adamlarının saraylarda yaşadığı, dini yapılarla mafya ilişkilerinin iç içe geçtiği günümüz dünyasında Marx’ın bu eleştirisi taptaze bir gerçekliktir.

Tarihten ve Günümüzden Örnekler

Ortaçağ Katolik Kilisesi: Avrupa’da Ortaçağ boyunca kilise sadece bir dini kurum değil, aynı zamanda en büyük toprak sahibi ve siyasi bir güçtü. Papalık, krallar üzerinde bile yetki iddia ederken, sıradan halkın dini duygularını kullanarak onlardan vergi topluyor, aforoz tehdidiyle insanları sindiriyordu. "Endüljans" adı altında cennet vaat edilerek para toplanması, dinin nasıl dünyevileştirildiğinin en çarpıcı örneklerindendir.

İslam Dünyasında Kurumsallaşma: İslam'ın ilk dönemlerinde, Peygamber Efendimiz (sav) dinî tebliği doğrudan bireylerin kalbine yönelik bir davet olarak yapıyordu. Ancak sonraki yüzyıllarda özellikle Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde dinî kurumlar (ulema sınıfı, şeyhülislamlık makamı gibi) siyasi otoritelerle iç içe geçerek, zaman zaman iktidarın meşruiyet aracı hâline geldi. Dinî otoritenin devlet aygıtına dönüşmesi, halkı özgürleştirmekten çok, onları itaate zorlayan bir yapıya evrildi.

Modern Dini Yapılar: Günümüzde de çeşitli ülkelerde "devlet destekli din" anlayışı sürmektedir. Resmi dinî kurumlar, iktidarın politikalarını dini bir meşruiyet perdesiyle kaplama görevini üstlenmekte; sorgulamayan, itaat eden bir toplum modeli inşa edilmektedir. Bireysel inancın yerini devletin onayladığı inanç biçimleri almakta, dinî düşünce özgürlüğü sınırlandırılmaktadır.

Amerika’da Evanjelik Hristiyanlar, özellikle son 50 yılda dinî duyguları kullanarak siyasete yön vermişlerdir.
Başkan adaylarının dini kimliği üzerinden destek toplaması, Evanjelik kiliselerin bağış ve oy pazarlıkları yapması, dinin devlet gücüyle nasıl iç içe geçtiğini göstermektedir.

Kitlelerin Efsunlanması Nasıl Gerçekleşiyor?

  1. Mutlak Otorite İddiası: Kurumsal dini yapılar kendilerini sorgulanamaz, eleştirilemez ilan ederek, Tanrısal mutlakıyeti kendi otoritelerine transfer ederler.

  2. Korku ve Ümit Arasındaki Sarkaç: Cennet ve cehennem kavramları, bireyin ruhsal olgunlaşması için birer teşvik ve uyarı aracı iken; kurumsal yapıların elinde birer tehdit ve ödül mekanizmasına dönüşür.

  3. İtaatin Kutsanması: Sorgulama, düşünme, eleştirme gibi bireysel yetenekler "günah" veya "sapıklık" olarak etiketlenir. Körü körüne itaati bir erdem olarak sunarlar.

  4. Mal ve Mülk Üzerinden Denetim: Din adına toplanan bağışlar, zekâtlar, vergiler; çoğu zaman şeffaflık ilkesinden uzak bir şekilde kullanılır ve bu da maddi çıkarı amaçlayan bir ifsata yol açar.

  5. Toplumsal Normların Dini Motiflerle Sürdürülmesi: Mevcut düzen, dini normlar aracılığıyla mutlaklaştırılır; "Allah’ın düzeni" diye sunulan yapılar, aslında iktidarın kurduğu sosyal hiyerarşilerdir.

Gerçek Bir Dini Diriliş Nasıl Mümkün Olabilir?

  • Bireysel İman: Din, bireyin doğrudan Allah ile olan bağını güçlendirmeli, araya dünyevi otoriteler koymamalıdır. Kendi aklı, vicdanı ve tefekkürüyle inancını oluşturan bireyler özgür olabilir.

  • Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Dini kurumlar varsa bile, bunlar şeffaf olmalı, kamuoyuna hesap verebilmeli ve herhangi bir dünyevi otoriteye hizmet etmemelidir.

  • İnançta Çoğulculuk: İnsanlar farklı dini anlayışlara sahip olabilmelidir. Devlet veya resmi kurumlar herhangi bir mezhebi, yorumu veya dini grubu diğerine üstün tutmamalıdır.

  • Evrensel Ahlak: Din, sadece ritüellerden ibaret değil, ahlaki değerlerin yaşanması olmalıdır: Adalet, merhamet, doğruluk, tevazu gibi evrensel ilkeler esas alınmalıdır.

  • Sorgulama ve Tefekkürün Teşviki: Dinî öğretiler, bireyleri düşünmeye, sorgulamaya, derinleşmeye davet etmelidir; dogmatik kör itaate değil.

Kurumsallaşmış dini yapılar, tarihi süreç içinde dinin özgürleştirici özünü boğmuş, onu iktidar ve servet temelli bir sisteme dönüştürmüştür. Marx’ın "din halkların afyonudur" sözü, tam da bu dönüşüme işaret eder. Din, saf haliyle insanı özgürleştirirken; iktidarın elinde bir araç olduğunda onu köleleştirir. Kurtuluş ise, dinin özüne, bireysel iman ve ahlaki dirilişe dönüşle mümkündür. Aksi takdirde, insanlık kurtuluşu dini görünen, fakat karanlık olan labirentlerde aramaya devam edecektir.

Bahadır Hataylı/20.02.2025/Namazgah/İST

28 Nisan 2025 Pazartesi

Küresel Planlar Yerel Felaketler ve Karanlık Bir Gelecek

 


İstanbul... Asırlar boyunca medeniyetlerin göz bebeği, ticaretin, kültürün, sanatın ve ilmin kalbinin attığı yer. Roma’nın Konstantinopolis'i, Osmanlı’nın payitahtı, İslam’ın doğudaki parlayan yıldızı... Fakat şimdi, bu kadim şehir bir başka tehdidin, çok daha sinsi bir işgalin kıskacında: küresel finans sermayesinin taşınması adı altında yapılan büyük yer değiştirme ve yağma operasyonu.

Son birkaç yıldır duyduğumuz bir hikâye var: "Dünya finans merkezleri İstanbul’a taşınacak. İstanbul, küresel ekonominin yeni kalbi olacak." Bu söylem, ilk duyulduğunda birçok insanı heyecanlandırdı. Sanki İstanbul Wall Street ile Londra City’nin birleşimi olacak, dünya piyasalarını yöneten o meşhur ‘masalar’ artık Boğaz’ın serin rüzgarı eşliğinde kurulacaktı.

Ancak işin derinliklerine inildiğinde ortaya çıkan manzara, hiç de bu kadar parıltılı değil.

Küresel Merkez mi, Kukla Şehir mi?

Öncelikle şunu sormak lazım: Gerçekten de İstanbul, dünyayı yöneten finansal kararların merkezi olacak mı, yoksa bir taşeron karakolu mu olacak? Yani egemenliğin el değiştirdiği, yerel halkın haklarının, yaşam alanlarının ve hatta tarihi hafızasının küresel bir elit tabakanın çıkarlarına satıldığı bir sömürge bölgesi mi hazırlanıyor?

Bugün dünyada hiçbir finans merkezi (New York, Londra, Frankfurt, Singapur) kendi halkının elinden toprağını gasp ederek, onları evlerinden sürerek büyümemiştir. Oysa İstanbul'da tam tersi bir süreç işliyor:

  • Rant projeleri adı altında mahalleler boşaltılıyor.

  • Kentsel dönüşüm bahanesiyle dar gelirli yerli halk şehrin çeperlerine sürülüyor.

  • Emekli, memur, işçi, esnaf; artık İstanbul’da yaşaması ekonomik olarak imkânsız hale geliyor.

  • Konut fiyatları, kira bedelleri astronomik rakamlara ulaşıyor.

Peki kimin için bu hazırlık? Cevap açık: Geleceğin elit küresel yerleşimcileri için.

İstanbul’un "Yeni Sahipleri" Kimler Olacak?

Bunu anlamak için biraz daha derine inelim.

Bugün İstanbul’un özellikle sahil kesimlerinde ve merkezi bölgelerinde inşa edilen ultra lüks rezidanslar, dev ofis kuleleri, alışveriş merkezleri ve yapay akıllı şehir projeleri; yerli halkın ihtiyacına göre değil, küresel sermayenin yeni göçmenleri için yapılıyor.

Bu kesimin kim olduğunu anlamak için birkaç parametre var:

  • Uluslararası şirketlerin üst düzey yöneticileri,

  • Kripto para, blokzincir ve yapay zekâ merkezlerinde görev yapan elit kadrolar,

  • Küresel finans gruplarının yöneticileri ve ortakları,

  • Diplomatlar, istihbarat mensupları, uluslararası ajans çalışanları,

  • Ve "Altın Vize" ile ülke değiştiren yeni nesil elit zenginler...

Bunlar için İstanbul, sadece çalışacakları bir yer değil; yüksek güvenlikli, yüksek refahlı bir "yaşam kampüsü" olarak tasarlanıyor.

Özetle: İstanbul artık İstanbullular için değil, yeni sahipleri için dönüştürülüyor.

Deprem ve Hayat Pahalılığı-Yerli Halk İçin Bir Cehennem Tasarımı

Bir tarafta ultra lüks siteler yükselirken, diğer tarafta şehrin sıradan halkı ciddi bir cehenneme sürükleniyor:

  • Kira ödeyemeyenler şehir dışına itilmek zorunda kalıyor.

  • Yoksulluk artıyor, orta sınıf eriyor, işsizlik tırmanıyor.

  • Sağlık, eğitim ve sosyal yaşam alanlarına erişim zorlaşıyor.

  • Hayat pahalılığı akıl almaz boyutlara ulaşıyor.

Ve beklenen büyük İstanbul depremi...

Birçok uzman, 7'nin üzerinde bir depremin kapıda olduğunu söylüyor. Deprem, mevcut plansız yapılaşma ve çürük binalarla İstanbul için bir yıkım olacak. Ancak dikkat edin: Bu yıkım da bir fırsat olarak görülüyor!

Deprem sonrası oluşacak boşluk, "yeniden inşa" adı altında küresel projelerle doldurulacak. Yerli halk zaten ya yok olacak ya da şehrin dışına itilmiş olacak. Kalan alanlar, küresel sermaye için sıfırdan kurulmuş bir yeni şehir cenneti haline getirilecek.

Bu yüzden deprem sadece doğal bir afet değil, toplumsal mühendislik için planlı bir fırsat olarak görülüyor.

Kimin Cenneti, Kimin Cehennemi?

Bugün "İstanbul dünya finans merkezi olacak" diyenler aslında şunu söylüyor:

"Biz şehri size değil, küresel elitlere hazırlıyoruz. Sizinse burada yaşamamanız gerekiyor."

İstanbul artık;

  • Yerli halk için bir cehennem,

  • Küresel elitler için bir cennet olacaktır.

Ve bu süreç öyle sinsice işliyor ki; insanlar farkında bile olmadan kendi yaşam alanlarını, kendi geleceklerini satıyorlar. Aldıkları üç kuruşluk rantla, torunlarının yaşayacakları toprakları ipotek ettiklerinin bile farkında değiller.

Küresel Planların İncelikleri

İstanbul’un dönüşümünde kullanılan birkaç temel taktik var:

  1. Mekânsal Ayrışma: Şehir içinde yüksek güvenlikli alanlar ve gettolar oluşturmak.

  2. Fiyatlandırma Yoluyla Dışlama: Ekonomik olarak zayıf kesimleri doğal yoldan şehir dışına sürmek.

  3. Yabancı Yatırımcıya Kolaylık: Gayrimenkul ve mülk edinimini yabancılar için teşvik etmek.

  4. Yasal Manipülasyon: Kentsel dönüşüm yasalarıyla halkın itiraz mekanizmalarını yok etmek.

  5. Medya Manipülasyonu: "Yeni İstanbul" projelerini ulusal onur ve ekonomik kalkınma yalanlarıyla pazarlamak.

Bu süreçlerin hepsi eş zamanlı ve koordineli bir şekilde işliyor.

Geleceğe Dair Öngörüler

Eğer bu gidişat durdurulmazsa, birkaç on yıl içinde İstanbul şöyle bir yer olacak:

  • Yerli halkın azınlıkta kaldığı bir metropol.

  • Kültüründen, tarihinden, maneviyatından arındırılmış steril bir küresel şehir.

  • Sadece para için yaşayan ve sadece elit bir azınlığa hizmet eden bir yer.

  • Sosyal adaletsizliklerin ve sınıf çatışmalarının tavan yaptığı bir alan.

  • Ruhsuz, köksüz ve kimliksiz bir mega şehir.

Bu İstanbul ne Fatih’in, ne Kanuni’nin, ne Eyüp Sultan’ın, ne Yahya Kemal’in, ne Mehmet Akif’in hayal ettiği İstanbul olacak.

Bu, tarihinden koparılmış bir küresel lojistik ve finans üssü olacak.

Ne Yapmalı?

Peki yapılacak hiçbir şey yok mu?

Var, her zaman vardır.

  1. Bilinçlenmek: Öncelikle bu büyük planı anlamak ve anlatmak gerekiyor.

  2. Toplumsal Örgütlenme: Yerel halkın kendi mahallesine, şehrine sahip çıkması şart.

  3. Alternatif Modeller Geliştirmek: Sadece eleştirmek yetmez, yerli halkın da onuruyla yaşayabileceği şehir planlamaları oluşturulmalı.

  4. Direniş Mekanizmaları Kurmak: Hukuki, sosyal ve ekonomik her alanda direnç noktaları oluşturmak gerekiyor.

  5. Hakikati Dillendirmek: Medyanın, siyasetin, çıkar gruplarının yalanlarına karşı hakikati her platformda savunmak şart.

Unutulmamalı ki, bir şehir sadece binalardan ibaret değildir. Bir şehir; tarihi, kültürü, ruhu, insanı ve duasıyla şehirdir.

İstanbul; rant projelerine, küresel manipülasyonlara ve halkını sürgün eden bir ihanete kurban edilemeyecek kadar kıymetlidir.

Bugün İstanbul’u satılığa çıkaranlar, yarın o şehrin sokaklarında bile dolaşamayacak. Çünkü bir halk kendi değerlerine, kendi topraklarına sahip çıkmazsa, başkaları gelir ve o boşluğu doldurur.

Ve şunu unutmayalım:

Ya kendi İstanbul’umuzu koruyacağız, ya da başkalarının İstanbul’unda sığınmacı gibi yaşayacağız.

İstanbul, bir masal değil, bir emanettir.

Emanete sahip çıkmak boynumuzun borcudur.

Bahadır Hataylı/27.04.2025/Sancaktepe/İST

27 Nisan 2025 Pazar

Mazlumun Çığlığı Zalimlere Son Ültimatom



Benim vicdanım kavruluyor.

Acının, gözyaşının, zulmün, kanın kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Gazze'de, Türkistan'da, Yemen'de ve daha nice mazlum beldede insanlık ayaklar altında eziliyor.

Ben, içi kavrulan bir vicdanın sesiyle buradayım. Zalimlere, zalimlerin usulünce susanlarına, küresel efendilere ve onlara hizmet eden yerli muhafızlara meydan okuyorum.

Sizler ki; mazlumun çığlığına kulağını tıkayanlar, Sizler ki; ölen çocukların bedenleri üzerinden kariyer inşa edenler, Sizler ki; adaleti menfaatinize kurban edenler,

Dinleyin beni!

Ey zulmü sistemleştiren küresel efendiler, Ey kanla beslenen dev holdingler, Ey diplomatik yalanlarla cinayetlerin üstünü örten sözde liderler, Ey sessizliğiyle suç ortaklığı yapan pasif kitleler,

Size doğrudan, korkusuzca, iliklerime kadar hissettiğim öfkeyle sesleniyorum:

Biz  susmayacağız, biz vazgeçmeyeceğiz!

Gazzeli bir çocuğun gözyaşı, Türkistanlı bir annenin sessiz feryadı, Yemenli bir babanın çaresiz bakışları, benim yüreğime saplanmış hançerlerdir.

Ve ben bu hançerleri çıkarıp da yere atmıyorum.

Onların keskinliğiyle, zalimlerin suratına hakikati haykırıyorum.

Siz insanlığı katlettiniz! Siz adaleti boğdunuz! Siz Allah'ın yeryüzündeki emanetine ihanet ettiniz!

İşte buradayım.

Ve sizin kurduğunuz sahte cennet vaatlerine kanmıyorum.

Bir avuç rant, bir avuç petrol, bir avuç sınırsız hırs için öldürdünüz, yaktınız, yıktınız.

Bebekleri mezarsız bıraktınız. Anneleri evlatsız, evlatları anasız bıraktınız.

Yetmedi, hakikati konuşacak olanları ya susturdunuz ya da itibarsızlaştırdınız.

Yetmedi, çığlıkları tüketim karnavallarınızda reklam sesi yaptınız.

Yetmedi, zulmü normalleştirip, direnişi suç saydınız.

Ama bilin ki, her susturduğunuz ses yeni bir haykırış, her yıktığınız umut yeni bir isyan kıvılcımıdır.

Çünkü zulüm sürmez.

Çünkü Allah adaletle hükmeder.

Ve adaletin tokmağı bir gün zalimin başına şiddetle inecektir.

Ey zalimler!

Sığındığınız binalarınız, gökdelenleriniz, örgütleriniz, kurumlarınız sizi kurtaramayacak.

Toprak altında özür dileyecek vakit bulamayacaksınız.

Gazze'de yıkılan evlerin enkazının altından çıkan çocuğun bakışı sizi mahşerde yakacak.

Yemen'de bir damla su için çırpınan bir ananın duası sizi kuşatacak.

Türkistan'da evladını kollarından alan zorbanın kahkahasını alkışlayanlar, hesabınızı vereceksiniz.

Ey zalimleri destekleyenler!

Pasifliğinizle, suskunluğunuzla, alçaklığınızla suç ortakçısı oldunuz.

"Ben ne yapabilirim ki?" diyerek katledilen masumlara sırt döndünüz.

İşte buradayım!

Sizin suskunluğunuzun üzerine bir çığlık gibi yükseleceğim.

İftiralarınızın, engellerinizin, ölüm tehditlerinizin üzerinden bir şafak gibi doğacağım.

Bilin ki:

  • Gazze susmayacak.

  • Türkistan unutulmayacak.

  • Yemen'in çığlığı bastırılamayacak.

  • Zulme boyun eğmek yerine boyun vuranların adı çağlar boyu anılacaktır.

Ve sizlerin adı, şer listelerinde anılacaktır.

Son sözüm şudur:

Ben ölümden korkmuyorum.

Sizin tehdidinize, oyununuza, kışkırtmalarınıza boyun eğmem.

Hakikati haykırmak benim en yüksek onurumdur.

Adalet, Allah'ın adıdır.

Ve Allah, zalimleri asla sevmez.

Zalimler için yaşasın cehennem!

Mazlumlar için zafer yakındır!

Ey zalimler! Titreyin. Çünkü biz geliyoruz!

Bahadır Hataylı / 27.04.2025 / Sancaktepe / İstanbul

Küresel Planlar Beton Çöpleri ve Halkın Sessiz İnfazı Bir Uyanış Çağrısı

 

Son yıllarda "iklim krizi"adı altında öylesine yaygın bir propaganda furyası başlatıldı ki, insanlar doğal yaşam alanlarını, geleneksel tarımlarını, hayvancılıklarını, hatta nefes aldıkları toprakları terk etmeye ikna edilmeye çalışılıyor. "Su sorunu olacak, iklim dengesizleşecek" korkularıyla, belli bölgelerde belli bitkilerin yetiştirilmesi yasaklanıyor; bazı hayvancılık faaliyetlerinin yenilerinin başlatılması engelleniyor. Tüm bunlar "sözde bilimsel verilerle" desteklenirken, aynı bölgelerde narenciye, zeytin gibi stratejik bitkiler sökülüp yerlerine devasa beton kütleleri inşa ediliyor.

Bu trajediye karşı bir soru sormak elzemdir: Madem iklim krizi bu kadar yakın, madem doğa tahrip ediliyor, o zaman bu kadar betona yerleştirerek mi, insanlara çözüm sunacaksınız? Beton mu yiyecekler? Betondan mı nefes alacaklar? Beton mu yağış sağlayacak, toprak yetişip üzerinden bereket fışkıracak?

  1. Küresel Planların Gerçek Yüzü: Şerbetlendirilen Çöküş Bugün dünyada "iklim değişikliği" söylemi, çevreyi korumaktan çok, yeni bir ekonomik ve toplumsal dizaynın zeminini hazırlamak için kullanılıyor. Küresel güçler, belirledikleri bölgelerde "sözde kriz" alarmı vererek halkın tarım, hayvancılık, doğal yaşam haklarını törpülemek; insanları toprağa bağlı bağımsız bireyler olmaktan çıkarıp, endüstriyel üretime, yapay gıdalara ve kentsel hapsoluşa mahkûm etmek istiyorlar.

Bunun ilk aşaması: Toprağın değerinin düşürülmesi.

İkinci aşaması: "Kriz var" bahanesiyle tarımsal üretim yasakları getirip toprağın işlevsiz hale getirilmesi.

Üçüncü aşaması: Tüm bu boşluğu "akıllı şehir", "yeşil bina" maskesiyle devasa beton projelerle doldurmak.

Böylece insanlık, toprağından koptuğu, özgürlüğünden mahrum bırakıldığı bir düzenin kölesi haline getiriliyor.

  1. Narenciye ve Zeytin Katliamı: Sessiz Bir Soykırım Narenciye ve zeytin, sadece ekonomik birer ürün değildir. Bu bitkiler Akdeniz havzasının kültürü, kimliği, insanla toprak arasındaki kadim bağın sembolleridir.

Zeytin ağacını sökmek, binlerce yıllık yaşam kültürünü koparmak; narenciye bahçelerini yok etmek, halkın kendi kendine yetme kabiliyetini ortadan kaldırmak demektir.

Bugün çözüm diye sunulan şehir projeleri, eskiden bereket saçan tarlaların üzerinde yükseldi. Halkın ihtiyacı olan doğal beslenme kaynakları, betona kurban edildi.

Soruyorum: 50 katlı plazalar, 10 şeritlik otoyollar size portakal, zeytin, buğday verecek mi?

  1. Hayvancılığın Bitirilmesi: Protein Kıtlığına Doğru Büyükbaş hayvancılığın "iklimi kirlettiği" gerekçesiyle yasaklanması, modern toplum için protein kaynağının baltalanması anlamına geliyor.

Hayvancılık, Anadolu'nun binlerce yıllık geçim kaynağıdır. Köylü özgürdü; çünkü ineği vardı, koyunu vardı, çiftliği vardı.

Şimdi ise "iklim" bahanesiyle hayvan yetiştirilmesi azaltılıyor, yapay et, laboratuvar etleri pazarlanmaya hazırlanıyor. Sonra halk, tekellere muhtaç edilmek isteniyor.

  1. Rant Baronu: Betonun Efendileri Zeytinlikleri yok eden, narenciye bahçelerini talan edenlerin gerçek hedefi, "iklimi korumak" değil; rantsal gelirler elde etmek, yeni şehir planlarıyla üst gelir grupları için alan yaratmaktır.

Bugün çiftçinin tarlası, hayvancının arazisi "imar planlarıyla" değiştirilip, lükse, betona satılıyor. Büyük reklamlarla "sıfır karbon şehri" diye pazarlanan alanlar, aslında doğanın en vahşi talan sahaları haline geliyor.

  1. Halkın Bilgiyle Esir Alınması Yönetim, "bilimsel raporlar", "uzman görüşleri" gibi maskelerle halkın önünü kesiyor. Alternatif sesi olan, itiraz eden, "geri kafalı", "bilim düşmanı" ilan ediliyor. Hâlbuki bilim, tartışılmadan ilerleyemez.

Tarih bize öğretti ki, yönetimler bilimi kendi çıkarları için kullandığında halklar felakete sürüklendi.

  1. Çöküş Senaryosu: Karanlığa Doğru Bugün öngörülen şey şudur:

  • Tarım bitecek.

  • Hayvancılık bitecek.

  • Yerel yaşamlar sona erecek.

  • Halk, kentlere doluşacak.

  • Beton ve yapay sistemlere bağımlı köleler ordusu oluşacak.

Ve bütün bunlar "sizi kurtarıyoruz" yalanıyla yapılacak.

  1. Çözüm Ne Olmalı?

  • İşlenmeyen topraklar yeniden üretim alanları haline getirilmeli.

  • Yerel tarım ve hayvancılık teşvik edilmelidir.

  • Beton yerine toprak ve su dostu şehircilik planları uygulanmalı.

  • Çiftçi, hayvancı, doğal yaşam savunucuları desteklenmeli.

  • Bilim, çıkar odaklı değil, gerçekler üzerinden tartışılmalı.

Küresel planların kuklası haline gelmiş bir yönetimin vadettiği cennet, gözümüzün önünde adım adım inşa edilen bir cehennemdir.

Halk olarak ya doğaya, üretime, özgür yaşama sahip çıkacağız ya da beton yığınlarının altında tutsak olacağız.

Seçim bizimdir.

Erol Kekeç / 27.04.2025 / Sancaktepe / İstanbul

25 Nisan 2025 Cuma

Problemi Yarat İnsanı Yut-Kapitalist Kıyamet Senaryosu

 


1. Tohumdan Hastalığa-Bir Kapitalizm Hikayesi

"Önce tohum sattılar..."dünyamızı imha ettiler cümlesiyle başlayan bu söz, sadece tarım sektörüne dair bir tespit değil, aslında insanlığın nasıl sistematik olarak kuşatıldığını gösteren bir senaryonun özetidir. GDO'lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) tohumlarla başlayan bu ifsat, önce çiftçiyi şirket tohumlarına bağlı hale getirmiştir. Geleneksel tohumların yok edilmesi, çiftçilerin her yıl yeniden tohum almak zorunda bırakılması demektir. Bu bir sömürü düzeneğinin ilk adımıdır.

Tohumlar, böcekleri çekti; bu "soruna" çözüm olarak pestisit (tarım ilacı) satıldı. Aynı şirket veya ona bağlı yan kuruluşlar tarafından. Pestisitlerin insanlar üzerindeki etkileri artan kanser vakaları, hormonal bozukluklar, otizm, kısırlık gibi sağlık sorunlarına yol açtı. İlacı bitkileri yiyen insanlar hastalandı.

2. Tıp Endüstrisinin Parçası-Kapitalist Tıbbın Sessiz Suçları

Hastalanan insanlara bu kez aşı ve ilaç satıldı. Modern tıp endüstrisi, koruyucu sağlıktan ziyade "sürekli hasta"ya bağlı bir yapıda çalışır. Semptomları bastırmak için üretilen ilaçlar, hastalığın nedenini ortadan kaldırmaz; ancak kişiye "bir müddetliğine" iyi hissettirir. Bu da sürekli müşteri, sürekli kar demektir.

Aynı şirketler ya da sermaye grupları hem tohum, hem ilaç, hem aşı, hem hastane zincirlerine sahip hale gelmiştir. Bu bağlantılar açıkça görülmese de sermaye akışı incelendiğinde aynı sermaye gruplarının izleri kolaylıkla tespit edilebilir.

3. Kapitalizmin Taktikleri-Problemi Yarat, Çözümü Sat

Vahşi kapitalizmin en sinsi taktiği budur: Problemi yarat, insanları korkut, çözümü sat. Bu taktik sadece tarımda ya da sağlıkta değil; güvenlik, enerji, iklim, gıda gibi tüm alanlarda uygulanmaktadır.

- *Terör yarat, silah sat*

- *Enerji krizi çıkart, doğal gaz sat*

- *Pandemi yay, aşı sat*

- *Gıda krizi çıkart, stokta bekleyen GDO’lu gıdayı pazarla*

Her durumda bir korku yaratılır ve insanlar panik halindeyken rasyonel karar veremez. Bu da ifsat düzeninin zeminini hazırlar.

4. Toplum Mühendisliği-Kapitalist Medya ve Algı Operasyonları

Büyük medya devleri, aynı şirketlerin kontrolü altındadır. Görünürde farklı kanal ve gazeteler olsa da, sermaye sahipleri aynıdır. Algı yönetimiyle insanların ne düşündüğü, ne hissettiği, neyi tehlike olarak algıladığı önceden belirlenir.

Reklamlarla özendirilen tüketim, doğanın tahribine neden olurken, aynı medya bu tahribatın sözde sorumlusu olarak bireyi hedef gösterir. "Plastik çöp bırakma" kampanyalarının sponsorları dev petrokimya firmalarıdır.

5. Ruhun Tahribatı-Ahlaki ve Manevi Bozulma

Kapitalist sistem sadece bedenleri değil, ruhları da hasta eder. Reklamlarla dayatılan "mutluluk" tanımı, bireyleri mükemmel görünmeye çalışan yorgun tüketicilere dönüştürür.

Aile kurumunun zayıflatılması, bireyciliğin yüceltilmesi, "ben" merkezli bir toplum yapısının kurulması; toplumun şairane ve maneviyat dolu yapısının yıkılmasını hedefler. Toplumsal dayanışmanın yerini bencil rekabet alır. Bu da bireyi yalnızlaştırır, depresyon ve intihar oranlarını artırır.

6. Örneklerle Gerçekler

- *Monsanto Örneği:* ABD merkezli bu şirket, GDO'lu tohumlar, pestisitler (Roundup gibi) ve daha sonra Bayer ile birleşmesiyle birlikte ilaç endüstrisine de dahil oldu.

- *Nestle ve Su Kaynakları:* Nestle gibi firmalar, suyun "temel insan hakkı" olmadığını savunarak su kaynaklarını özelleştirme ve ticarileştirme yoluna gitti.

- *Pfizer ve Covid-19:* Pandemi sürecinde aşılarla milyarlarca dolar kazanan bu şirket, aynı zamanda uzun vadeli etkileri bilinmeyen mRNA tabanlı uygulamaları piyasaya sürdü.

*7. Kurtuluş Nerede?*

Bu ifsat zincirinden kurtuluşun yolu, tüm sistemin sorgulanmasından geçer. Yerel tohumlara, doğal tarıma, geleneksel sağlık bilgeliğine, maneviyata, aile kurumuna, toplumsal dayanışmaya sahip çıkmak gerekir. Kütlelerin "bilinçli tüketici "ye dönüşmesi ve sistemsel alternatiflerin kurulması şarttır.

Aksi halde, bu vahşi sistem her yıl yeni bir kriz, yeni bir korku ve yeni bir "çözüm"le insanlığın hem bedenini hem ruhunu esir almaya devam edecektir.

Bahadır Hataylı/22.04.2025/Sancaktepe/İST

23 Nisan 2025 Çarşamba

Kılıçla Açılan Kapı Karanlıkla Kapanmasın

İstanbul... Sadece bir şehir değil; zamanın göğsüne işlenmiş bir mühür, medeniyetin ruhuna vurulmuş altın bir imzadır. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği bu kadim şehir, yalnızca surları yıkılmış bir yerleşim yeri değildi; aynı zamanda skolastik düşüncenin karanlık dehlizlerinden kurtulmak isteyen bilginlerin, sanatçıların, farklı inanç mensuplarının ve düşünen beyinlerin sığındığı bir limandı.

İstanbul, fetihten sonra yalnızca Osmanlı’nın değil, tüm insanlığın ortak mirası olacak şekilde yükseldi. Fatih Sultan Mehmed, sadece bir kumandan değil; bir medeniyet inşa edicisi, bir düşünce adamı ve farklılıkları yaşatma becerisiyle çağının çok ötesinde bir liderdi. Onun döneminde İstanbul, fikirlerin özgürce konuşulduğu, bilimsel buluşların desteklendiği, farklı inançların barış içinde yaşadığı bir hoşgörü medeniyetinin kalbi hâline geldi. Batının skolastik karanlığından bunalan birçok bilgin, düşünür ve sanatçı, Fatih’in açtığı bu yeni dünyaya akın etti.

Ancak aradan geçen asırlar, bu büyük mirasın taşıyıcılığını bir onur vesilesi değil, bir slogan hâline getirdi. Bugün, Fatih’in torunu olduğunu iddia eden birçok kişi, onun getirdiği o büyük medeniyet vizyonunu anlamaktan uzak, sadece geçmişin gölgesinde birer hamaset tüccarına dönüşmüştür.

Fatih, bir medeniyet kurucusuydu. Onun kurduğu medeniyetin temel taşları; ilim, adalet, özgürlük ve farklılıklara saygıydı. Ancak bugün, bu değerlerin yerini tahakküm, ötekileştirme, bilgiye karşı düşmanlık ve tek sesliliğin zorbalığı almışsa, bu durumun sorumlusu geçmiş değil, bugünün uygulayıcılarıdır.

Düşüncenin susturulduğu, farklı inançlara tahammülün azaldığı, bilimsel çabanın alaya alındığı bir ortamda Fatih’in ismi, onun ruhuna hakarettir. Eğer bugün bilim insanları, sanatçılar, farklı inanç mensupları bu topraklardan huzur ve güven içinde yaşamak yerine kaçış yolları arıyorsa, bu topraklara değil, o toprakları yöneten zihniyete bakmak gerekir.

1453’te İstanbul’un fethiyle başlayan aydınlık dönem, ilmin ve hikmetin egemen olduğu bir çağın işaret fişeğiydi. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesinde bile bir yıkım değil, bir dönüşüm, bir barış dili vardı. Fatih, patrikhaneyi korumuş, diğer inançları güvence altına almıştı. Bugünse "farklı" olanı tehdit gibi gören anlayış, ne Fatih’in anlayışına ne de İslam’ın özüne yakışır.

Fatih, Yunanca bilen, Batı felsefesini okuyarak yetişmiş, Doğu ve Batı'nın ilmini bir araya getirebilen bir dehaydı. Onun medreseleri sadece dini ilimleri değil, matematik, astronomi, tıp gibi pozitif bilimleri de barındırıyordu. Bugün bu bilim dallarına mesafeli duranlar, hatta onları itibarsızlaştıranlar, neyin torunu olabilir?

Fatih’in mirası bir şiir mısrasına, bir marş sloganına sığdırılamaz. Onun mirası; adalettir, şefkattir, bilgidir, düşüncedir, özgürlüktür. Bugün bu değerlere sahip çıkmayanlar, sadece Fatih’in torunu olmadıklarını değil, aynı zamanda bir medeniyeti anlayamadıklarını da ilan etmiş olurlar.

Gerçek bir medeniyetin temeli, bireyin varlığına ve iradesine saygıdır. Düşünen insan, sorgulayan insan, inanan insan... Bu üç özellik, Fatih’in kurmak istediği toplumun ruhunu yansıtır. Ancak günümüzde, düşünce kontrol altına alınmakta, sorgulama yasaklanmakta, inanç ise şekilciliğe hapsedilmektedir. Bu durum, sadece bireyin değil, toplumun da çöküşüdür.

Fatih’in kurduğu medeniyete sahip çıkmak, ona sahip çıkıyormuş gibi yapmakla olmaz. Bunun yolu, bireyi özgürleştirmekten, adaleti hâkim kılmaktan, farklı seslere alan açmaktan geçer. Bir medeniyet, sadece cami minarelerinden ezan okunmasıyla değil, o ezanın ruhunu toplumun her yerine işlemesiyle inşa edilir.

Bugün İstanbul, hâlâ büyük bir şehir. Ama Fatih’in İstanbul’u olmak için, onun ruhunu yeniden anlamaya ihtiyacı var. Bu ruh; ilimde, sanatta, fikirde ve inançta adaletli olmaktır. Kendi halkına güvenmeyen, halkının düşüncesini baskılayan bir yönetim, ne kadar bayrak sallarsa sallasın, o bayrağın gölgesi özgürlük değil korku üretir.

Fatih’in torunu olmak; geçmişi hamasetle anmak değil, onun bugünkü anlamını yaşatmaktır. Bu da ancak insanı merkeze alan, Rabbine kulluk bilincini hayatının pusulası yapan, adaleti elden bırakmayan ve her şeyin bir emanet olduğu bilinciyle hareket eden bir yönetim anlayışıyla mümkündür.

Fatih’in medeniyetine sahip çıkmak, göklere bayrak dikmekle değil; yere düşen hakikati yerden kaldırmakla olur. Bu hakikat, bireyin onuru, düşüncenin özgürlüğü, inancın samimiyeti ve ilmin rehberliğidir.

Sonuç olarak, bugün “Fatih’in torunuyuz” diyerek gurur duyanlar, gerçekten onun torunu olmak istiyorsa, önce o büyük ceddin ahlakına, anlayışına, adaletine ve özgürlükçü ruhuna sarılmalı. Çünkü medeniyetler, şiirlerle değil; samimiyetle, sadakatle ve adaletle yaşatılır.

Ve en önemlisi: Bir medeniyete sahip çıkmak, onun tarihini ezberlemek değil, O tarihten ders alarak, bugünü inşa etmektir.

Erol Kekeç/23.04.2025/Sancaktepe/İST

Kanal Rezerv Rant- Türkiye’nin Sessiz Yağması ve Umudun Mimarisi

 



“Bir Gece Ansızın Geliriz” Rant Düzeninin Karanlık Anatomisi ve Umut İçin Yeni Bir Şehir Anlayışı

Türkiye son 30 yılda özellikle AKP iktidarının 23 yıllık yönetim sürecinde kentleşme, imar ve mülkiyet rejimi açısından derin bir dönüşüme sahne oldu. Bu dönüşüm, bir modernleşme ya da şehirleşme atılımından çok; rant, talan ve çıkar odaklı bir sömürü düzeninin inşası oldu. “Bir gece ansızın geliriz” sözü, artık milletin toprağına, geçmişine, geleceğine çökmek için söyleniyor. İstanbul’un her karışında, Hatay’ın yıkıntılarında, Anadolu’nun yürek coğrafyasında bu talanın izleri duruyor. Ve bu düzen, sadece binaları değil; hafızayı, ruhu ve halkın yarınlarını da gasp ediyor.

Bu yazıda, Türkiye’deki rant düzeninin işleyişini, bunun sosyal, kültürel ve ekonomik sonuçlarını ve toplumsal hafızayı nasıl un ufak ettiğini detaylandıracağız. Ardından alternatif, insan merkezli, doğayla uyumlu, adalet ve ortak iyilik odaklı kentsel modelleri ve çözüm yollarını tartışacağız.

I. Rant Düzeni- Nasıl Çalışır, Kim Kazanır, Kim Kaybeder?

1. Talimatla Değişen Planlar Bugün Türkiye’de kentsel planlama hukuku, idari kararlardan çok siyasi ve çıkar odaklı müdahalelerle şekilleniyor. Bir gece ansızın bir arsa imara açılıyor, plan notları değişiyor, yükseklik sınırları kaldırılıyor. Ve bu, hukuki değil siyasi ilişkilerle yürüyor. Devletin en üst makamlarından gelen örtülü talimatlar ya da yandaş şirketlerin talebiyle milyonluk araziler dönüştürülüyor.

2. Arsadan Altına-Rant Üretme Mekanizması Kent merkezlerinde değerli arsalar düşük fiyatla kamulaştırılıp özel şirketlere peşkeş çekiliyor. Sonra oraya lüks konutlar, AVM’ler ya da ofis kuleleri yapılıyor. Belediyeler ve merkezi idare bu işten doğrudan veya dolaylı komisyonlar ve imtiyazlar sağlıyor. Esas mağdur ise arsa sahipleri ve kent yoksulları.

3. Hak Sahiplerinin Gaspı Bir adamın babasından kalan arsaya 400 dükkan yapıp, arsa sahibine bir tane bile bırakmamak; işte sistemin tam özeti bu. Yasal kılıflarla hak sahipleri edilgenleştiriliyor. Rezerv alan ilanları, afet bahanesiyle kamulaştırmalar, kentsel dönüşüm baskıları bu gaspın resmileşmiş araçları haline geldi.

4. İstanbul Kanalı-Ekolojik ve Sosyal Yıkım Projesi Kanal İstanbul projesi sadece doğayı değil, tarihi yerleşimleri ve bölgenin kültürel dokusunu da geri dönülemez şekilde yok edecek. Bunun adı imar değil; organize rant operasyonudur. Tarım arazileri, su kaynakları ve ormanlar sermaye gruplarının özel mülkü haline getirilirken, halk yarınına dair tüm söz hakkını kaybediyor.

5. Hatay ve Afet Sonrası Rezerv Alanları Deprem sonrası Hatay’da kurulan rezerv alanlar, halkın canı yanmışken mallarına el koymanın kılıfı oldu. Rantçılar için afet, ganimet; halk için yıkım demektir. Şehir halkının tarihi yaşam alanları, dayanışma kültürü, mezarları ve anıları hoyratça yok ediliyor.

II. Bu Düzenin Türkiye'ye Getireceği Karanlıklar

1. Toplumsal Adaletsizlik ve Sınıfsal Derinleşme Rant projeleri zenginleri daha da zengin ederken, yoksulları kent dışına sürüyor. Fahiş kira artışları, konut sahipliği oranının düşmesi, gecekondu mahallelerinin yıkılmasıyla derin sınıfsal uçurumlar oluşuyor.

2. Kent Kimliğinin ve Hafızanın Silinmesi Her mahallenin bir ruhu, her sokağın bir hafızası vardır. AVM’leşen kentlerde bu yok ediliyor. Modern kuleler, rant parkları ve lüks rezidanslar, insanı yalnızlaştıran, toplumsal aidiyeti çözen yapılardır.

3. Ekolojik Tahribat Tarım arazileri, ormanlar ve su havzaları göz göre göre imara açılıyor. İstanbul Kanalı gibi projeler, sadece kenti değil bölgenin doğal dengesini de tehdit ediyor. Deprem riskinin artışı cabası.

4. Hukuksuzluk ve Yargı Bağımsızlığının Zayıflaması Bu projeler için yürütmeyi durdurma kararları çıkaran hakimler sürülüyor, kamu yararı raporları yok sayılıyor. Hukuk sistemi rant düzeninin önünde engel olmaktan çıkarılıyor.

III. Çözüm Yolları ve Alternatif Kentsel Modeller

1. Katılımcı Kent Planlaması Her mahallenin, her semtin sakinleri kendi bölgelerinin imar ve dönüşüm kararlarında söz sahibi olmalı. Belediyeler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve halkın doğrudan katıldığı şehir meclisleri kurulmalı.

2. Ortak Mülkiyet ve Kolektif Projeler Kooperatif tipi toplu konut sistemleri, ortak mülkiyete dayalı işyerleri ve mahalle pazarları yeniden kurulmalı. Böylece hem halk kendi mahallesinde kalabilir hem de gelir ortaklaşır.

3. Ekolojik Kentler ve Yeşil Dönüşüm Beton kentler yerine yeşil koridorlar, yağmur suyu toplama sistemleri, enerji tasarruflu binalar ve permakültür bahçeleriyle doğayla barışık kent modelleri hayata geçirilmeli. İsveç’in Malmö’sü, Danimarka’nın Kopenhag’ı bu işin başarılı örnekleridir.

4. Kentsel Hafızayı Korumak Her mahallenin belleği; sokak isimleri, tarihi yapıları, anıt ağaçları, geleneksel esnaf kültürüyle yaşatılmalı. Tüm dönüşüm projelerinde tarihi dokunun korunması ve yerinde dönüşüm esas olmalı.

5. Adalet Temelli Mülkiyet Reformu Devlet, kamusal mülkiyeti bir ganimet olarak değil; halk yararına yönetilmesi gereken kutsal bir emanet olarak görmeli. Kamulaştırma kararları ancak gerçekten kamu yararı varsa alınmalı ve hak sahiplerine adil bedel ödenmeli.

6. Bağımsız Yargı ve Denetim Mekanizmaları Rant düzenini ancak bağımsız ve cesur bir yargı sistemi, güçlü denetim mekanizmaları ve hesap verebilir yöneticilerle durdurabiliriz. İhale şeffaflığı, mal bildirimleri ve halk denetimi zorunlu olmalı.

7. Afet Sonrası Toplumsal Dönüşüm Planları Afet sonrası bölgeler rant iştahına değil, halkın yaşam hakkına göre planlanmalı. Hatay modeli bir daha asla yaşanmamalı. Yerel halkın ortak kararı ve talepleri öncelikli olmalı.

Türkiye, tarihinin en büyük kent talanına tanıklık ediyor. Bu düzen sadece binaları değil; vicdanı, adaleti ve yarını da tüketiyor. Fakat bu karanlık mutlak değil. 

Yapılması gereken, umudu yeniden örgütlemek ve kentleri yeniden halk için inşa etmek. Bu toprakların vicdanlı insanları, tarihte olduğu gibi bugün de direnebilir. Yeter ki biz; umudu unutmadan, düşmeden, sesimizi kaybetmeden, ilmek ilmek hakikatin ağını örmeye devam edelim.

Çünkü biz biliyoruz, karanlıktan beslenenler aydınlıktan rahatsız olacaklar, bunları göze alarak insanlarımızı aydınlatmaya devam edeceğiz...

Tilhabeşlifilozof/22.04.2025/Sancaktepe/İST

22 Nisan 2025 Salı

Devlet Adamı mı Servet Adamı mı? Türkiye Gerçeği Üzerinden Bir Analiz


Devlet yönetimi tarih boyunca fedakârlık, dürüstlük, ehliyet ve adalet kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Ancak modern zamanlarda, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, bu kutsal anlayışın yerini giderek servet biriktirme hırsı ve kişisel çıkar odaklı yöneticilik almıştır. Devlet adamlığı ile servet adamlığı arasındaki bu çelişki, toplumsal vicdanı kanatan ve halkın devlete olan güvenini sarsan bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devlet Adamlığı ve Fedakârlık: Devlet adamı, halkının menfaatlerini kendi çıkarlarının üzerinde tutan, görevini bir ibadet şuuru ile ifa eden kişidir. Bu, büyük bir sorumluluk ve özveri gerektirir. Tarih boyunca örnek devlet adamları, sahip oldukları gücü zenginleşmek için değil, halkın refahını artırmak için kullandılar. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yaptığı şu söz, gerçek devlet adamlığının özetidir: "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, onun hesabını Allah benden sorar."

Ne var ki Türkiye’nin yakın ve uzak tarihine baktığımızda, bu anlayıştan çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Göreve gelirken maddi durumu zayıf olan birçok siyasetçi, görev süresi sonunda servet sahibi olarak sahneden çekilmektedir. Bu durum, devlet adamlığı vasfının yozlaşmasının ve halk nezdinde güvenin çökmesinin en büyük göstergesidir.

Devletin Kaynakları, Kişisel Servetlere Dönüşüyor: Türkiye’de birçok siyasi figür, devletin sunduğu imkânları halkın hizmetine sunmak yerine, kendi ekonomik menfaatleri için kullanıyor. İhaleler yandaşlara dağıtılıyor, kamu arazileri düşük bedellerle kişisel çevrelere peşkeş çekiliyor, kamu bankaları seçim arifelerinde siyasi şovların finansörü haline getiriliyor. Bu sistemde liyakat yerine sadakat ön plana çıkıyor. Bürokrasi ve siyaset birbirine iç içe geçerken, denetim mekanizmaları etkisiz hale getiriliyor.

Bunun sonucu olarak, bir zamanlar kiralık evlerde oturan, borç içinde yaşayan bazı siyasetçilerin, birkaç yıl içinde milyon dolarlık servetlere ulaşmaları toplumda infiale neden oluyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik yoksa, bu zenginleşmenin kaynağı meşruiyetini kaybediyor.

Servet Biriktirme Hırsı, Devleti Yıpratıyor: Bir devlet adamı, lüks içinde yaşıyorsa, halkına tasarruf çağrısı yapma hakkını kaybeder. Bir yönetici, ailesini ve yakın çevresini devletin tüm imkânlarıyla zenginleştiriyorsa, orada kamu çıkarı değil, özel çıkar vardır. Bu durum, vatandaşın vergiye, adalete, devlete ve hatta demokrasiye olan inancını yıpratır.

Toplumda şu algı yerleşiyor: "Devlet yönetimi, zenginleşme aracıdır." Bu algı, gençlerin ahlaki pusulasını şaşırtır. Kamu hizmeti bir ideal olmaktan çıkar, rantın aracı haline gelir. Nitekim son yıllarda yapılan anketlerde, gençlerin büyük kısmının kamu görevlilerinin dürüstlüğüne inanmadığı ortaya konulmuştur.

Yolsuzluk Örnekleri ve Sonuçları: Geçmişteki bazı somut örneklere baktığımızda bu yozlaşmanın boyutları daha net ortaya çıkar:

1990’larda kamu bankaları aracılığıyla verilen batık krediler, halkın milyarlarca lirasını buharlaştırdı.

2000’li yıllarda kamu ihaleleri çoğunlukla aynı şirket gruplarına verildi, bu şirketler siyasi otoriteye olan bağlılıkları sayesinde büyüdü.

Son yıllarda özellikle TOKİ ve kamu-özel işbirliği projelerinde şeffaflıktan uzak uygulamalar yaygınlaştı. Şehir hastaneleri, havaalanları ve otoyol projelerinde kamu zarara uğratılırken, özel şirketler devasa karlar elde etti.

Bu yapılar, sadece ekonomiyi değil, siyasetin kendisini de yozlaştırıyor. Para, siyasi kampanyaların en güçlü silahı haline geliyor. Siyaset, halkın hizmetine adanmış bir araç olmaktan çıkıp, zenginler kulübüne dönüşüyor.

Devletin Temel Felsefesi Zedeleniyor: Devlet, adaletle kaimdir. Bu ilke, sadece mahkeme salonlarında değil, kamu yönetiminin her kademesinde geçerlidir. Ancak adaletin terazisi bozulursa, toplumda güven kaybolur. Zenginliğin kaynağı sorgulanmayan, hesap sorulmayan bir sistem, yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.

Oysa ideal devlet adamı:

Göreve gelirken ve görev süresi sonunda mal varlığını açıklamalı,

Yakın çevresinin servet artışı şeffaf biçimde denetlenmeli,

Kamu ihaleleri bağımsız denetim organları tarafından izlenmeli,

Kamu bankalarının siyasi etkiden arındırılması sağlanmalı,

Yolsuzlukla mücadele eden bağımsız yargı sistemine tam destek verilmelidir.

Yozlaşmaya Karşı Toplumsal Direnç: Devlet adamlarının servet adamına dönüşmesini engelleyecek en büyük güç, halkın bilinçli duruşudur. Halk, sadece seçim zamanında değil, her zaman yöneticilerinden hesap sormalı, hak talebinde bulunmalıdır. Medya özgürlüğü, sivil toplumun gücü, gençlerin ahlaki eğitimle yetişmesi bu anlamda büyük önem taşır.

Bir toplum, kendine dürüst liderler yetiştirmedikçe, ne ekonomide ne adalette ne de ahlakta huzuru bulabilir. Sadece yöneticileri değil, yönetilenleri de içine alan bir ahlaki devrim kaçınılmazdır.

Servet adamı olmak, şahsi menfaatleri öncelemeyi gerektirir. Devlet adamı olmak ise milleti, vatanı, adaleti ve hakkaniyeti ön plana alır. Bu iki kavram, doğası gereği birbirine zıttır. Eğer bir toplumda devlet adamı kisvesi altında servet adamları çoğalıyorsa, orada devletin ruhu tahrip olmuştur.

Türkiye’nin geleceği, bu ayrımı doğru yapabilen vicdanlı ve erdemli bireylerin elinde şekillenecektir. Her birey, bu yozlaşmanın karşısında kendi cephesinden bir direniş hattı oluşturmalı, siyaseti kutsal bir hizmet alanı haline getirmek için mücadele etmelidir. Çünkü gerçek devlet adamları, zenginlikleriyle değil, halkın gönlünde bıraktıkları izlerle anılırlar.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Namazgah/İST


21 Nisan 2025 Pazartesi

Tarihten Masala Gerçekten Uçuruma-Hipnoz Edilmiş Bir Toplumun Sessiz Çöküşü


Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman bir günde yaşanmaz. Çöküş; sabah akşam fark edemediğin ama her geçen gün içinde biraz daha ağırlaştığın, sırtına görünmeyen yükler binen, gözlerinden ışığın yavaşça çekildiği, kalbine inceden bir sızı olarak yerleşen uzun soluklu bir çürümeyle başlar. En trajik olanıysa; çöküşün, toplumun büyük kısmı tarafından bir yükseliş zannedilmesidir.

Türkiye’nin son yıllardaki toplumsal ve siyasal panoramasına baktığımızda, ekranlardan pompalanan tarihi dizilerle inşa edilen yapay bir özgüvenin, sahte bir kimlik duygusunun ve altı boş bir “yüzyıl hayalinin içerisine hapsedilmiş bir halk gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Payitaht Abdülhamid” gibi diziler; tarihi doğru anlamak yerine onu efsaneleştirerek, halkı hakikatle değil, hayalle baş başa bırakmıştır. Bu diziler, halkın kendi gerçekliğini unutup, hayali bir kahramanlık hikâyesi içinde yaşamasına sebep olan birer modern masaldır. Oysa ki gerçek, dizilerde gösterildiği gibi kahramanlık nidaları ve destansı savaşlarla değil; ekonomik darboğazla, genç işsizlikle, artan intiharlarla, ahlaki çözülmeyle, tarımın ve sanayinin çöküşüyle, eğitimdeki kalite kaybıyla yazılır.

Bugün bu diziler sayesinde hipnoz edilen bir halk var. Elinde kılıç, at üstünde dünyayı fetheden bir milletin torunları olduklarına inandırılmış milyonlar. Gerçekte ne yerli üretim kaldı, ne de bilimde, teknolojide bir atılım. Ama ekranlar başka bir şey söylüyor. Bir yanda “savunma sanayisinde dünya devi olduk” deniyor, öte yandan kendi askeri üstlerimize düşen bombalar karşısında sessizlik hâkim. İsrail’in Suriye’de kurduğumuz üsleri bombaladığı, askerlerimizin şehit düştüğü iddiaları var ama alabildiğimiz bir bilgi yok. Üstelik en yetkili ağızdan “Suriye kendi sorunlarını İsrail’le kendisi çözsün” denerek üstü kapalı bir geri çekilme dile getiriliyor. Ama halk hâlâ Tel Aviv’in 72 saatte yok edileceğini anlatan ekran şarlatanlarını dinliyor.

İşte tam da bu noktada gerçekle yüzleşmek imkânsız hale geliyor. Çünkü halk, hayalle hipnoz edilmiştir. Hayal dünyasında yaşarken, “nereden nereye geldik” nidaları atılıyor ama aslında uçurumun kenarındayız. Uçağın hızla inişe geçtiğini söyleyenler “hain, “düşmanlar” olarak yaftalamıyor. Oysa uçak hızla alçalıyor ve iniş takımları yok. Pilot ise hâlâ kulaklığı takmış, “gökyüzündeyiz, hedefe ilerliyoruz” anonsları yapıyor.

Ekonomiye bakın: Enflasyon yüzde yüzlere dayanmış, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. İş bulamayan gençler evlenemiyor, ailesine bakamıyor. Ama dizilerde hala Osman Bey’in obası büyüyor, Abdülhamid Han entrikalara karşı direniyor. Halk, sabah işsizliğe uyanıyor; ama akşam Ertuğrul’un kılıcıyla yeniden ayağa kalktığını sanıyor. İşte bu bir toplumsal illüzyondur. Bu  uyanıkken görülen bir rüyadır.

Bu illüzyonun sebebi sadece diziler değildir. Medya, siyaset, eğitim ve dini kurumların büyük bir kısmı bu hipnozun inşasında rol almıştır. Sorgulayan, düşünen, hakikati arayan bir toplum yerine; kolay inanan, duygusallıkla yönlendirilen, gerçeklerle değil duygularla hareket eden bir halk yaratıldı. Bugün, acılar kemiğe dayanmış ama kimse “yeter” diyemiyor. Çünkü hipnoz o kadar güçlü ki, acı bile fark edilmiyor.

Ekranlarda halkı avutmakla görevli yorumcular, siyonizme meydan okuyor gibi görünse de perde arkasında sessizce uzlaşmalar yapılıyor. Halk ise “biz büyüyoruz”, “bizi herkes kıskanıyor” gibi içi boş cümlelerle avunuyor. Oysa ki gerçekte bırakın büyümeyi, ayakta durmaya bile mecali kalmamış bir toplum var. Üretim yok, eğitim çökük, adalet güven vermiyor, ahlak sarsılmış. Aile yapısı çöküyor, gençler kimlik bunalımında, inanç ise sadece şekli ritüellere indirgenmiş. İçsel boşluk, teknoloji ve gösterişle doldurulmaya çalışılıyor.

Tüm bu tabloya rağmen, hâlâ bir şeyler söylemeye çalışan insanlar, “milletin moralini bozuyor” gerekçesiyle susturuluyor. Gerçekleri dile getiren herkes, potansiyel hain olarak görülüyor. Çünkü bu toplumun büyük bir kısmı, gerçekle yüzleşmeyi değil; hayale tutunmayı tercih ediyor. Uyandırmaya çalışan el, düşman eli olarak algılanıyor.

Peki ne olacak?

Bu düzen böyle sürmez. Gerçek, ne kadar bastırılsa da bir gün mutlaka ortaya çıkar. Ama bu ortaya çıkış, ne yazık ki çoğu zaman ağır bedellerle olur. Bir millet, gerçekle ancak duvara tosladığında yüzleşir. Bir gün ekonomik çöküş, siyasi iflas, toplumsal patlama geldiğinde, insanlar o dizilerde gördüklerinin hayatla ne kadar ilgisiz olduğunu anlayacak. Ama o zaman da çok geç olacak.

Bugün, bu hipnozdan uyanmak isteyen herkesin çok daha yüksek sesle konuşması, çok daha cesur olması, hakikatin yanında dimdik durması gerekiyor. Gerçeği söylemek bazen linç getirse de, asıl ihaneti susanlar yapar. Ve bugün, bu millete yapılan en büyük ihanet; ona gerçekleri söylemekten korkmaktır.

Evet, millet yorgun. Evet, millet hayalle ayakta duruyor. Ama yine de umut tükenmez. Bir kıvılcım yeter. Yeter ki o kıvılcım, korkmadan “uçuyoruz sandığınız bu uçak düşüyor” diyebilsin.

Tilhabeşlifilozof/21.04.2025/Namazgah/İST


Parçalanan İnsanlık-Köpekleşen Merhamet ve Hayvanseverlik Yalanı

Bir insanın bir sokak köpeği tarafından parçalanarak hayatını kaybettiği haberi artık şaşırtmıyor kimseyi. Alıştık. Alıştırıldık. Ama bu alışkanlık, insanlığımızdan neler götürdüğünün farkında mıyız? Biz, bir zamanlar “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen bir medeniyetin çocukları, bugün bir çocuğun parçalanmasını “köpek ne yapsın, alanına girmiş” diye yorumlayabilecek noktaya nasıl geldik? İnsanın hayatı, onuru, haysiyeti bu kadar mı ucuzladı?

Eskiden sokaklarda bir hayvana rastladığımızda ekmek verir, başını okşar, bir kap su bırakırdık. Bugün ise bu sahneler yerini başka görüntülere bıraktı: sürüler halinde gezen sahipsiz köpekler, saldırıya uğrayan çocuklar, yaşlılar, sabah namazına gidemeyen insanlar, gece yürümekten korkan kadınlar… Ve tüm bunlara rağmen “Hayvanseverlik” kisvesi altında yapılan akıl almaz savunmalar…

Bu  bir karşı çıkıştır. Ne hayvanlara ne insanlara düşmanlık için değil; bilakis gerçek bir merhametin, gerçek bir denge anlayışının ve en önemlisi gerçek bir insanlığın yeniden inşası içindir.

Hayvanseverlik Bir vicdan meselesi mi moda akım mı?

Hayvanları sevmek, merhamet etmek elbette insan olmanın gereğidir. Peygamberimiz (sav), susuzluktan kırılan bir köpeğe su veren kişiyi cennetle müjdelemiş bir inançtan geliyoruz. Ancak aynı inanç, bir cana kıyanı da,  hayvana zulmedeni de hesaba çeker. Vicdanlı olmak, merhametli olmak, hakkaniyetli olmak; insanla hayvanı karşı karşıya getirmek değil, her ikisinin de hakkını gözetmeyi gerektirir.

Bugün sokak hayvanlarını sevmenin, onları sahiplenmenin ötesinde, onlarla yatıp kalkan, onların maması için maaşının üçte birini ayıran, insanlara yardım etmeyen ama köpek kulübesi bağışı yapan bir kitleyle karşı karşıyayız. Bu merhamet midir, yoksa narsistik bir tatmin mi? Gerçekten hayvanları mı seviyoruz, yoksa hayvanlar üzerinden kendimizi mi yüceltiyoruz?

Hayvanlaştırılan toplum-Köpekleşme üzerine bir sosyolojik tahlil

Toplumsal yapı bozulduğunda ölçüler de bozulur. Aile yapısının çöktüğü, bireyselliğin kutsandığı, yalnızlığın meşrulaştırıldığı bir düzende insanlar artık insan ilişkilerinden kaçıp hayvanlarla kurdukları tek taraflı ilişkilere sığınıyor. Bu, bir ruhsal kaçıştır. Bir terapi yöntemi gibi pazarlanır hâle geldi.

Ama mesele yalnızlık değil sadece; mesele ideolojik bir bağlam kazandı. Hayvanlarla yaşamak artık bir statü göstergesi. Köpeğinizin ırkı, kıyafeti, yediği mama, gittiği kuaför sizin “ne kadar medeni” olduğunuzu belirliyor. Bir insan sokağa düşse dönüp bakmayanlar, köpeği için butik doğum günü pastası yaptırıyor.

Bu toplumsal yapı, aslında hayvan sevgisi değil, insan nefretiyle yoğrulmuş bir sapmadır. İnsan yerine hayvanı koyanlar, hayvanı da hayvanlıktan çıkarıp insanlaştıranlardır. Bu, ne hayvana ne insana yapılan bir iyilik değildir. Bu, bir yıkımdır.

Köpekler sürü Halinde sokaklar Kimin?

Hiçbir gelişmiş ülke, sahipsiz hayvanları başıboş sokakta gezdirmez. Avrupa’yı, Amerika’yı örnek gösteren hayvanseverler, o ülkelerde sokakta başıboş bir hayvanın neden bulunmadığını hiç düşünmez. Çünkü bu ülkelerde kamu güvenliği, toplum huzuru, çocukların ve yaşlıların güvenliği birinci önceliktir.

Türkiye'de ise sahipsiz köpekler sürü halinde geziyor, çocukları kovalamak, motosikletlilere saldırmak, yaşlıları korkutmak sıradan olaylar haline geldi. Hangi medeni ülke, bir çocuğun köpekler tarafından parçalanmasına göz yumabilir? Ve buna rağmen hala “Onlar da canlı, ne yapsınlar” diyebilir?

Bu noktada sorulması gereken asıl soru şudur: Sokaklar kimindir? İnsanın mı, hayvanın mı? Eğer bir çocuk, sabah okula gitmek için dışarı çıkarken korkuyorsa, eğer bir kadın akşam yürüyüşe çıkamıyorsa, orada medeni yaşamdan söz edilemez.

Hayvanların arkasına saklanan Kapitalizm

Hayvanseverlik bir duygu değil, bir sektör haline geldi. Petshoplar, veterinerler, köpek kuaförleri, mama üreticileri, oyuncak firmaları... Milyar dolarlık bir sektör döndürülüyor. Hayvanseverlik adı altında aslında kapitalizmin en acımasız şekliyle karşı karşıyayız.

Hayvan maması markaları, hayvanların üzerinden rant sağlayan vakıflar, bağış adı altında dolandırıcılık yapan yapılar… Her biri insanın vicdanını sömürerek para kazanıyor. Kendi çocuğuna süt alamayan insanlar, köpeğine özel mama alıyor çünkü toplum onları buna zorluyor.

Sosyal medya bu algının merkezinde. Hayvan sahiplenmeyen, onların ihtiyaçları için para harcamayan kişiler neredeyse “canavar” ilan ediliyor. Peki ya bu arada parçalanan çocuklar? Ya geceyi hastanede geçiren yaşlı kadınlar? Onlar kimin umrunda?

Yönetim Zafiyeti-Görevi yapmamak mı Hayvanseverlik ?

Asıl suç yönetimde. Belediyeler görevini yapmıyor. Toplama, rehabilitasyon, kısırlaştırma ve güvenli barınak sağlama gibi sorumluluklarını yerine getirmeyen belediyeler, suçu halka yüklüyor. “Siz de hayvanlara kötü davranmayın” diyerek suçu saptırıyor.

Her yıl milyarlarca lira ayrılan hayvan barınakları nerede? Kayıt altına alınmayan köpekler neden sokağa salınıyor? Sokaklarda saldırgan köpekler gezerken zabıta ne iş yapıyor? Bu bir ihmal değil, organize bir vurdumduymazlık. Ve bu vurdumduymazlık, her gün yeni bir kurbanın canına mal oluyor.

İnsan hakkını savunmak asıl merhamet

Bir insanın yaşamı kutsaldır. Bu, dinin, hukukun, ahlakın temel ilkelerinden biridir. Hayvanları korumak adına insanın hayatını tehlikeye atmak hiçbir vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir.

Gerçek merhamet, hayvanı da insanı da korumaktır. Dengeyi gözetmektir. Akıl ve sorumlulukla hareket etmektir. Vicdan, sadece ağlayarak değil, doğruyu yaparak var olur. Sessiz kalmak, insan hayatına mal olan bir yanlışın arkasında durmak asıl vicdansızlıktır.

Bugün geldiğimiz noktada hayvanseverlik, hayvanların değil insanların sorunudur. Çünkü bu ad altında yürütülen süreç, ne hayvanların doğasına uygun ne insan yaşamına saygılıdır. Gerçek merhamet, gerçek düzen, gerçek adalet; sadece güçlü duygularla değil, sağduyulu politikalarla mümkündür. Yönetim sorumludur. Toplum ise sorgulamak zorundadır. Aksi takdirde, her gün yeni bir can gidecek, her gün bir vicdan daha kanayacaktır.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Sancaktepe/İST

Toplumsal Yıkımın Anatomisi-AKP'nin 23 Yıllık İktidarının Fotoğrafı

 




2002 yılında "Adalet ve Kalkınma" vaadiyle iktidara gelen AKP, Türkiye'nin kaderini belirleyen uzun bir iktidar dönemine imza attı. Ancak geçen 23 yılın ardından, AKP'nin vaat ettikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki derin uçurum, artık sadece muhaliflerin değil, geniş halk kesimlerinin de ortak kanaati hâline geldi. Bu yazı, AKP'nin 23 yıllık iktidar sürecinde Türkiye'de yaşanan değişimi tüm yönleriyle ele almayı ve adeta bir röntgen filmi gibi gerçek tabloyu ortaya koymayı amaçlıyor.

1. Adaletin Çöküşü-"Adalet" İsminde Kaldı

AKP'nin iktidara gelişinde en çok kullandığı kavramlardan biri "adalet" idi. Ancak Türkiye, tarihinin en büyük adaletsizliklerini bu dönemde yaşadı:

  • Yargı Bağımsızlığı: Hakimler ve savcılar kurulu yürütmeye bağlandı. HSYK yapısı defalarca değiştirildi, yargı kadroları ideolojik sadakat üzerinden şekillendirildi.

  • Siyasi Davalar: Siyasi muhaliflerin susturulmasında yargının araçsallaştırıldığını gösterdi.

  • Yolsuzluk Soruşturmaları: Belli büyük yolsuzluk dosyaları takipsizlikle kapatıldı, iddialar yerine savcılar cezalandırıldı. Rüşvet, kara para, usulsüzlük dosyaları kamu vicdanında karşılıksız kaldı. Halkın adalet kurumlarına güveni yerle bir oldu.

2. Ekonomik Tahribat- "Kalkınma" Tüketimle Eşitlendi

AKP, başlangıçta IMF ile olan ilişkileri sona erdirme ve ekonomik istikrar sağlama iddiasıyla öne çıktı. Ancak zamanla:

  • Üretim Ekonomisinden Uzaklaşıldı: Tarım ve sanayi geriledi. Türkiye, gıda ürünlerinden sanayi parçalarına kadar neredeyse her şeyi ithal eder hâle geldi.

  • Beton Ekonomisi: AVM’ler, rezidanslar, otoyollar ve şehir hastaneleriyle inşaat sektörü büyütüldü; üretim değil, borç ve tüketim ön planda tutuldu.

  • Borçlanma ve Kur Kıskacı: 2002’de 130 milyar dolar olan dış borç, 2023’te 450 milyar dolara yaklaştı. Kur garantili mevduatla kamu bütçesi özel servetleri garanti altına alacak şekilde düzenlendi.

  • Enflasyon ve Alım Gücü Kaybı: Asgari ücret artmasına rağmen alım gücü düştü. Enflasyon TÜİK tarafından düşük gösterildi, halk gerçek enflasyonla baş başa bırakıldı. Kalkınma vaadi, çöküş gerçeğine dönüştü.

3. Dinin Siyasallaşması ve Din Tüccarlığı

İslamcılığı merkeze alan AKP, muhafazakâr seçmenin desteğiyle iktidarını pekiştirdi. Ancak zamanla:

  • Diyanet'in Politize Edilmesi: Diyanet, sarayın ideolojik aygıtı hâline geldi. Vaazlar siyasi içerik taşıdı.

  • Lüks Yaşam ve İslam: Mütevazı İslam anlayışı yerine şatafat, israf ve servet birikimi öne çıktı.

  • İslamî Değerlerin Erozyonu: Rüşvet, yolsuzluk, liyakatsizlik, israf gibi haramlar olağanlaştırıldı.

AKP'nin dine yaklaşımı, dini referanslar üzerinden halkı etkileme ama iktidarı sürdürme aracı oldu.

4. Eğitimde Gerileme-Cehaletin Kurumsallaşması

  • Sınav Sistemleri Sürekli Değişti: LGS, TEOG, YGS, TYT derken gençlerin hayatı deneme tahtasına döndü.

  • Müfredatın İdeolojikleştirilmesi: Müfredat hallaç pamuğuna çevrildi, milli tarih yerine ideolojik tarih dayatıldı.

  • Liyakatsizlik: Milli Eğitim Bakanlığı kadroları, sendika ve cemaat ilişkileriyle şekillendi. Öğretmen atamaları torpil listelerine bağlandı.

  • YÖK Baskısı: Üniversiteler özerkliğini yitirdi, rektörlükler doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atandı. Akademik özgürlük yok edildi.

Eğitim sistemi, bilgi üreten değil, itaate programlanmış bireyler yetiştiren bir düzene dönüştü.

5. Dış Politikada Savrulmalar-"Stratejik Derinlik"ten Çıkışsızlığa

  • Komşularla Sıfır Sorun sloganıyla başlayan süreç, Libya, Suriye, Mısır gibi ülkelerle krizlere dönüştü.

  • Suriye Politikası: Milyonlarca mülteci içeri alındı, Türkiye'nin güvenliği zayıfladı.

  • ABD, AB, Rusya Arasında Denge Kaybı: Her güç merkezine göre pozisyon alındı. Bağımsız dış politika söylemi içerde kaldı, dışarda teslimiyete dönüştü.

  • İsrail Politikası: Gazze'de soykırım sürerken ticaret devam etti. İlişkilerdeki tutarsızlık ve çifte standart kamu vicdanını yaraladı.

6. Medya ve İfade Özgürlüğü-Susturulan Basın, Susturulan Halk

  • Havuz Medyası: Medya patronları değiştirildi, muhalif gazeteler reklam ambargoları ve RTÜK cezalarıyla susturuldu.

  • Gazetecilere Baskı: Yüzlerce gazeteci hakkında dava açıldı, bazıları tutuklandı.

  • Sansür Yasaları: Sosyal medya platformlarına kontrol getiren yasalar çıkarıldı. Algı operasyonları için trol orduları kuruldu.

Basın özgürlüğünde Türkiye, dünya sıralamasında en alt sıralara geriledi.

7. Kadrolaşma ve Devletin Partileşmesi

  • Kamuda Liyakatsizlik: KPSS yerine mülakatla atamalar yaygınlaştı. Torpil belgeleri basına yansıdı.

  • Akraba Atamaları: Bakanlıklar, belediyeler, kamu kurumları parti yöneticilerinin akrabalarıyla dolduruldu.

  • Tek Adam Yönetimi: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kuvvetler ayrılığı sona erdi. Meclis işlevini yitirdi.

Devlet mekanizması, parti mekanizmasına dönüştü.

8. Toplumsal Çürüme ve Ahlaki Erozyon

  • Zenginleşen Siyasetçiler: 2002'de mütevazı olan siyasetçiler, saraylarda yaşamaya başladı.

  • Lüks Araç Saltanatı: Belediye başkanları, müdürler, kamu görevlileri milyonluk makam araçlarıyla gündeme geldi.

  • Toplumsal Adaletin Yitimi: Emekli aç, genç işsiz, kadınlar güvencesiz… ama sermaye sahipleri vergi affı aldı.

Ahlaki değerler, iktidarın işine geldiğinde hatırlandı; işine gelmediğinde görmezden gelindi.

Bir Dönemin Gerçek Fotoğrafı

AKP'nin 23 yıllık iktidarı, vaatlerin ve gerçeklerin uçurumunda şekillenmiş bir yıkım tablosudur. Türkiye bugün:

  • Ekonomik olarak kırılgan,

  • Sosyal olarak parçalanmış,

  • Siyasi olarak baskıcı,

  • Ahlaki olarak yozlaşmış bir düzene hapsedilmiştir.

Bu yazı bir başlangıçtır. Türkiye'nin yeniden doğuşu için önce doğru teşhis, sonra kararlı tedavi gerekir. Bu teşhis ise, 23 yılın fotoğrafına dürüstçe bakmakla mümkündür.

Bahadır Hataylı/20.04.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!