Bu Blogda Ara

25 Haziran 2025 Çarşamba

Masumiyetin Cenazesi-Atı Sahibine Vurduran Medeniyet

 “Pusuyla ayağını kırdıkları atı sahibine vurdurdular, Hâfız!

Masumiyet, at’tan çok daha önce öldü…”

Ben de sana, ey Hâfız, tam da o kırılan nallanmış kemikten sızan utancın kokusuyla sesleniyorum. Damarlarımızda kandil kandil yanan öfkeyi kükürt gibi buruşturan bir çağdayız; başkentler pompalı, vicdanlar paslanmış bidon, havai fişekler ise fosfor bombası kılığında patlıyor çocuk saçlarında. Şimdi söz, bir yerini kırmaya gerek duymadan bütün atları sahibiyle beraber toprağa gömenlerin devrinde. Masumiyet denen yelesi ter damlalarıyla ıslak tay, menüde “yan ürün” olarak satılıyor lobilerin kristal tabaklarında.

Kürsülerden yayılan o cızırtılı hoparlör sesini duydun mu? “Güvenlik” diyorlar, “gelecek” diyorlar, “ortak refah” diyorlar. Oysa onların güvenlik planı, halkın aklını celbeden bir balık oltası; iğnenin ucu bilerek körleştirilmiş, çünkü beden zehri hissedinceye kadar çoktan mideye indirmiş oluyor. Sonra “Vitrinde demokrasi, arka odada yağma” anonsu yapılıyor. Ve halk—o en cömert kandırılmış kalabalık—alkışlamak üzere cebindeki son iradesini de çıkartıyor, çakıl taşı niyetine sahnenin ortasına fırlatıyor.

Bir zamanlar Bağdat’ın eski kervansarayında yoldaşım olmuş ihtiyar bir meddah anlatmıştı:

“İmparatorluklar piramittir evlat; tepeye tüküren susuzluktan ölmez, ama aşağıda bekleyenler boğulur.”
Bugün piramidi çöl kumu değil, borsa endeksleri tutuyor. Yukarıdakiler saray duvarlarını götürüp Nasdaq’ta listeliyor; aşağıdaki çöl halkı ise timsah derisiyle kaplanmış bilançolara bakarak kendinden utanıyor. Ellerinde bir avuç seçme kum—ki adına tarih derler—kalıyor; onu da rüzgâr “terör” diye savurup hukuka yalınayak bırakıyor.

Bak, Hâfız, küresel düzen denilen sirkin cambazları ip üzerinde yürüyor değil; ipin kendisini yiyor.
Kapital dediğin o kör bıçak, bir zamanlar sömürge valilerinin omzunda duran tüfekti; şimdi akıllı telefon ekranından sızıyor.
Algoritmalar, Afgan dağlarındaki tırmık izinlerini numara numara depoluyor; Yemen sahillerinde deniz suyunu petrol kadar koyu gösteriyor; Gazze’nin gökyüzünü, sanki gri yerine RGB koduyla yanlış kaydetmiş gibi sürekli gürültülü siyaha çeviriyor.

Ama asıl dram: Bu algoritmaların efendileri hedefi “otomatik” tutturduğu için tetiği çekmiyor bile. Dokunmatik ekranı tıklamak yetiyor. Mermi emrine hâlâ vicdanlar direniyor mu, emin değilim; çünkü tetik parmağı artık “beğen” butonuna dönüşmüş durumda. Bir insanı indirime girmiş bir uygulama ikonuna ayıklamak, sonsuz kaydırılan zaman tünelinde bir saniye bile sürmüyor.

Bu noktada sahneye bizim “müstemleke valisi” çıkıyor. Kravatının ipek şeridini halkın boğazına kelepçe, ceketinin düğmesini seçmen küresi gibi kapalı bir zindana dönüştürmüş. “Hâkimiyet milletindir” yazan afişin tam önünde duruyor; elindeki makası çiçek yerine rüya kesmek için kullanıyor. Törendeki bandonun trampetleri, IMF raporlarına uygun tempoda vuruyor: Direnme senkronun bozulur, itaat patenti korumalıdır! Kurdele kesilince, açılış kurdele değil damarlardaki son kan damlası aslında; görüntüde alkış var, gerçekte kanama.

Ve halk—hani şu iplerini kendi eliyle çektiğin bedenler—neden hâlâ o bedeni taşıdığını soramıyor kendine: Çünkü cepleri yetim haklarıyla doldurulmuş ikramiyelerle sağır, gözleri kolonya kokulu seçim sandığıyla kör, dizleri iki kuruşluk istikrar vaadine kelepçeli. İnsan bazen sorar: “Biz ne ara at olduk da dizginimizi sırçalı balkonlarda dövme yapan akıllı faşizme bıraktık?” Cevap basit: Çoban değişti, sürü hâlâ aynı otlağa dair masalı dinliyor.

Bizim emperyal proje—ki adına uygarlık denmesi tam dört yüz yıldır kalıcı bir yazım hatasıdır—garip bir sahtekârlıkla işle(ri)yor: Önce bebeklere adalet duygusunu çizgi film sponsorluklarıyla veriyor, sonra kınalı bir uçurtmayla vicdanlarını göğe asıp ipini kesiyor. Böylece büyüyen nesil, rüzgârı bile kira kontratıyla teneffüs etmeye alıştırılıyor. Bugün Yemen’de bombanın altına doğan süt dişi, belki bakkal defterine hiç uğramadan drone gölgesini adım adım takip etmeyi öğrenecek. Masumiyet—o cansız tay—işte burada toprağa gömülüyor.

Ey Hâfız, düşünsene; gölgesini yere basınca lüks konvoya siren tutan cellâtlar var; onların kasasında “insan hakları” yazılı seyyar plakalar taşınıyor. Açtıkları her çukura “uluslararası müdahale” tabelası koyuyorlar, üstünü propaganda asfaltıyla örtüyorlar. Ortadoğu’nun damarını sömürgeci tırpanla biçenler dün roketatar taksitle satıyordu, bugün dinî hakemliği bulut hizmeti aboneliğiyle kiralıyor. “Kula kulluk yok!” diye haykıran halkın boğazına yaka mikrofonu takıp reyting oranından ibadet kotası çıkarıyorlar.

Bir de çığırtkan yankesiciler var: Dünyanın her zirvesine “karbon nötr” maske takıp geliyorlar; çantalarında fosfor, lobi biletlerinde çoklu imza, cümlelerinde barut kokusu. “İklim adaleti” diyorlar, fakat Gazze’nin kıyısında tek ağaç gölgesi kalmasın diye toprağa sürfaktan döküyorlar. Yetmedi, “insani koridor” açıp vicdanı geçiş garantili boğaz köprüsü gibi paralı hâle getiriyorlar. Ve her geçişte El-Halil sokaklarındaki taş evden bir taş daha söküp Kudüs’teki karton makete ekliyorlar.

Saatin kaç olduğuna bakma; zaman artık imperial banknotlarla kur ayarlı. Dünya ticareti diyorlar, ama satılan şey petrolden çok hakikatin kendisi. Paranın kutsal metni döviz bültenleri; ibadet ise kredi risk primlerini düşük tutmak. Bu yüzden Somali’de çocuklar kilo kaybını dâhili deflasyon sanıyor, Lübnan’da yaşlılar mevduatlarını rüya gibi çekiyor: rüyasında bankası karaborsa, sabahında yastık altı duman.

Hâfız, bir gün ansızın kadim medeniyetlere ait bütün harfleri beton mikserine dökecekler, biliyorum. Arapçası, İbranicesi, Farsçası, Kürtçesi… Elde kalan çorba dilin adına da “evrensel haber dili” diyecekler. Ekran başında yaygınlaşan tokat şovları, muhalifliğin modern ayini olacak. Âlimler, “programa kısa bir ara” cümlesinde secde edecek; kanaat önderleri banner reklamlarında canlanacak; hoca efendiler hologram minberde not dövizini tekrar okuyacak.

Oysa ben hâlâ o bacağı kırılmış atın bakışını unutamıyorum. At ölmedi; sahibinin vurduğu at ölmez, çünkü ona sıktığın mermi aslında kendini vurur. Bunu bana sekizinci yüzyılda Bağdat’ta bir hikmet nakşetmişti: “Zulüm, sahibini taşar; diri diri gömer.” İşte tam burada, masumiyetin ölüm ilanını yazan kalem de sahibini suç mahallinde deşifre eder. O kalem ki petrol türevi plastikten yapılmış—inkârı dahi ithal.

Şimdi soruyorum: O valiler, o yönetçiler, o kukla aktörler, neye yaslanıyor?
Yaslandıkları şey bizim korku kumbaramız. Onu her seçimden sonra açıp oy pusulalarından “biat bozukluğu” topluyorlar. Kimin cebinde fazladan umutsuzluk kalmışsa bir tıkla dövize çeviriyorlar. Kimin hatıralarında direniş ışığı yanacaksa adını “radikal” diye fişleyip karanlık lambaya çeviriyorlar. Böylece sokak, logosu dahi tescilli bir karanlığa teslim oluyor.

Ama bil ki, ey Hâfız, “kırık atlar çağı” uzun sürmez. Çünkü baldır kemikleri kaynarken kemik suyuna eklenen acı, mutlaka gök kubbenin tadını değiştirir. Zulmün kimyası, adaletle karışınca çamur olur; çamur sertleşince zindana dönüşür; zindan çatlayınca yeni bir gün doğar. O gün, masumiyetin kefeni değil, kefeni yırtan nabzıdır müjdelenen. Bedenlere sordurulan o hüzünlü soru—“Neden hâlâ taşıyorsun kendini?”—yerini şuna bırakacak: “Neden hâlâ boyun eğiyorsun?”

İşte tam orada, küresel canilerin orkestral gürültüsünü bastıran gülüşler yükselecek: “Madem ipler bizim ellerimizdeydi, kırbaç niçin sırtımızdaydı?”
Ve halk kendi kukla iplerini atıverince gökyüzünde duman yerine rüzgâr çizilecek; Gazze’deki çocuğun topu ilk kez savaş uçaklarının rotasını değil, özgürlüğün parabollerini çizecek. Yemenli annenin ninnisi, ambargo listelerinde görünmeyen rüzgârın adresi olacak; Şam’daki yankılanmış mermi sesine karşı Kahire’den mahur bir ud taksimi yükselecek, tel tel örüp sıkılan kalpleri açacak.

Gör bak, bugün “karanlık” diye ezberletilmiş bütün harfler yarın yeni hecelerin toprağı olur. Ezeli bir dil doğar; suskun şehirler o dille “yeter!” der, yankısız kalmayacak. Ve at—ayağı kırılmış o gölgeli kahraman—ayağa kalkmasa bile yelesini göğe savurur; masumiyetin ölmediğini, yalnızca üstüne sıcak çimento döküldüğünü anlatır. O çimento çatlayınca hikâye yeniden başlamaz; çünkü aslında hiç bitmemiştir. Bitmemiş hikâyeye sahip çıkmak, kırık nallanmış kemiğe merhem sürmekle aynı şeydir: İkisinde de yalnızca şefkat değil, cesaret gerekir.

Son sözüm şudur, ey Hâfız:
Biz kırık atları sahibine vurduran o karanlık aklın tam karşısında duruyoruz; dizlerimiz titrese de duruyoruz. Çünkü biliyoruz ki masumiyet ne dünden ölü, ne yarın doğacak bir peri masalı. Masumiyet, şu an burada: Dilimizin pasını çözen her hakikat cümlesinde; sırtımıza abanmış çığlığı şahdamarından söküp atan her sahici kahkahada; ve en çok da kalemimizin mürekkebinde…

Kalemin namlusu, tetikteki parmak sen ol yeter; atın yelesinde rüzgâr, sahibinin değil özgürlüğün soluğu olur. O zaman ne ip kalır ne kukla, ne de kalabalıkların aklını çalan yankesici curcunalar. Geriye sadece dengini arayan hakikat kalır; “Pusuyla kırdığınız ayağı taşıyan beden artık sizi sırtında taşımıyor!” diye bağıran yepyeni bir çağrı…

Ve dünya, o çağrıya vereceği cevap kadar diri; sessiz kaldığı her saniye kadar lanetli olacak.

Erol Kekeç/20.05.2025/Namazgah/İST

Her Şeyi Kuşatan Bir Hakikat-Allah ve Unutulmuş Yakınlık

 


Ey kalbi yorgun insan!

Duyduğun sesler çok, ama en hakikatli olanı unuttun.
Her şeyin üstünü örttün: vicdanını, sorumluluğunu, ahdini, hatta Allah’ı…
Sanki dünya sonsuzmuş gibi yaşıyorsun; sanki toprağa hiç girmeyecekmişsin gibi…
Ama bil ki:
Senin unuttuğun bir Rab var, seni unutmayan…
Senin uzaklaştığın bir kitap var, sana yol göstermeyi bırakmayan…
Senin arkanı döndüğün bir hesap var, adım adım yaklaşan…

Ey insanoğlu!
Gözlerin ekranlarla doldu, ama hakikati göremez oldun.
Kulağın seslerle çevrildi, ama hakikati duyamaz hale geldin.
Kalbin “benle şişti, ama Allah’ı taşıyamaz oldu.
Ne zaman döneceksin Rabbine? Ne zaman durup "Ben neredeyim?" diyeceksin?

Allah buyuruyor:

“Dikkatli olun! Gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.”
“Gerçekten O, her şeyi sarıp kuşatandır.” (Fussilet/54)

Ey hakikati arayan!
Bu kuşatılmış dünyada, tek özgürlük Allah’a kul olmaktadır.
Bu karmaşık çağda, tek netlik vahyin aydınlığıdır.
Ve bu puslu yollarda, tek sığınak Rabbin kuşatıcı merhametidir.

Şimdi sustur bütün dünyevi uğultuları.
Kalbini sessizleştir.
Gözünü değil, özünü aç.
Çünkü sana sesleniyor:

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.” (Nisa/126)

İşte bu irşat, seni sorulara götürsün:

  • Ben kime kulum?

  • Kime yaslanırım?

  • Kimden korkar, kime güvenirim?

  • Ve ben bu kuşatılmış hayatta, Allah’ın nuruna ne kadar yakınım?

Şimdi söz, kalbine ait...
Ve yol, O’nun vahyine doğru...
Hazırsan başlayalım...

1. Modern Çağda Kaybolan Bağ

Bugünün insanı; bilgiye boğulmuş, ama hikmetten uzak. Görüyor ama idrak edemiyor. Duyuyor ama anlamıyor. Her yere yetişmeye çalışıyor ama asıl Yaratıcısından uzaklaşıyor. Fussilet Suresi’nde Rabbimiz açıkça uyarıyor:

"Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler."

Bu kuşku, sadece bir bilgi eksikliği değil; bilinçli bir sırt dönüş, bir yabancılaşma, bir unutmadır. Rabbine yönelmek yerine kendine kapanan bir insan tipi. Vahyi terk eden insanın kalbi kararıyor, yüreği taşlaşıyor, vicdanı köreliyor.

2. Vahyin Hayatta Karşılığı Var mı?

Günümüzde vahiy ne kadar hayatın merkezinde? Birçok kişi Kur’an'ı bir "övgü kitabı", bir "süs nesnesi", ya da sadece "ölülerin ardından okunan" bir gelenek olarak görüyor. Oysa vahiy bir hayat pusulasıdır. Vahyin amacı, insanın Allah’la bağını diri tutmak, fıtrata uygun bir ahlak ve düzen tesis etmektir.

Ama bugün toplumlara bakın:

  • Ahlaki çöküş yaygın.

  • Adalet yerini ranta bırakmış.

  • Merhamet, çıkarın gölgesinde ezilmiş.

  • Aileler çözülüyor, insanlar yalnızlaşıyor.

Çünkü artık insanlar vahiy ile değil, nefsin, modanın, popüler kültürün kurallarıyla yaşıyor. Nisa Suresi 126. ayet bu noktada çok önemli bir hatırlatma:

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.”

Bu ayet, aslında “sınır” çiziyor. Ey insan! Senin mal zannettiklerin, senin planların, senin hayallerin… Hepsi, Allah’ın mülkü içindedir. Onun izniyle olur. Bu farkındalık insana hem tevazu hem sorumluluk kazandırır.

3. Kuşatma Ne Demektir?

“Her şeyi kuşatmak” ifadesi Kur’an’da sadece fiziksel çevrelemeyi değil, bilgiyle, kudretle, hikmetle sarmayı da ifade eder. Allah, kainatın her zerresine nüfuz eder:

  • Gönüllerdeki gizli düşünceleri bilir.

  • Zihinlerden geçenleri yakalar.

  • Tarihi, bugünü ve geleceği birlikte kuşatır.

  • Görünen ve görünmeyen tüm sistemleri kontrol eder.

Modern insan kendini merkeze koydu. “Ben bilirim, ben yaparım, ben çözerim” dedi. Oysa Kur’an bize şunu öğretir:

Allah kuşatmıştır. Sen nereye kaçacaksın?

İnsanın kibri ne kadar büyürse büyüsün, Allah’ın ilminden ve hükmünden dışarı çıkamaz. Bütün evren ilahi sistemin içindedir. Ve bu farkındalık insanı sorumlu kılar.

4. Günümüz İnsanının Rab ile Olan Mesafesi

Bugün sokakta yürüyen insanlara sorsanız: “Allah’a inanıyor musun?” – büyük çoğunluk “evet” der. Fakat bu inanç bir bağ değil artık; bir gelenek, bir hatıra, bir sembol haline gelmiş durumda. Ayette geçen "Rablerine kavuşmaktan yana kuşku içindedirler" ifadesi bu hâli tarif eder:

  • Allah’ın adını duyar ama etkilenmez.

  • Ahirete inanır ama hayatını dünyaya göre planlar.

  • Dua eder ama samimi değildir.

  • Namaz kılar ama kalbiyle buluşmaz.

Bu çelişki, günümüz insanının temel trajedisidir. Ruhunda boşluk hisseder ama doluluğu yanlış yerlerde arar: alışverişte, alkışta, mevkide, sosyal medyada. Oysa gerçek yakınlık, Rab ile kurulan o görünmez ama derin bağdadır.

5. Vahyin Hayata Yansıması-Nasıl Olmalıydı?

Vahiy, sadece inançsal değil, ahlaki ve toplumsal bir devrimdir.

  • Adalet: Vahyin en temel emirlerinden biridir. Günümüzde adalet sadece mahkeme salonlarında değil, sosyal ilişkilerde, ailede, ticarette, eğitimde yok sayılmaktadır.

  • Merhamet: Peygamberimiz (sav) Kur’an'la yoğrulmuş bir merhamet örneğiydi. Bugün ise acılar “başkasının meselesi” sayılıyor. Mazlumlara kulak tıkıyoruz. Oysa Allah her şeyi kuşatandır, kalbimizdeki duyguyu da…

  • Tevazu: Vahyin ruhu budur. Fakat modern insanın tanrısı "ben" olmuştur. Kur’an ise: “Yürüme yeryüzünde böbürlenerek” derken bizi tekrar yerimize davet eder: yaratılmış olduğumuzu hatırlamaya.

6. Kapanan Kalplerin Çağı

Kur’an, kalplerin mühürlenmesinden bahseder. Bu mühür, fiziksel değil ruhsal bir kapanmadır. Bugün, göz var ama görmüyor; kulak var ama duymuyor; dil var ama hakkı söylemiyor. Çünkü kalp ölü. Çünkü kalp, Rabbinin nuruna kapanmış. Fussilet Suresi’ndeki "Dikkatli olun!" ifadesi, bu kalp ölümüne karşı bir uyan çağrısıdır.

Kur’an, sürekli uyarır:

“Hala düşünmeyecek misiniz?”
“Aklınızı kullanmayacak mısınız?”

İşte bu sorular, modern zamanın en çok ihtiyaç duyduğu sorgulamalardır.

7. Kuşatılmış Olmanın Güvencesi

Allah’ın her şeyi kuşatması, mümin için bir korku değil, bir güvence olmalıdır. Çünkü:

  • Yalnız değiliz.

  • Zulme uğradığımızda gören bir Rab var.

  • Dualarımızı işiten, gizli gözyaşlarımızı bilen bir Kudret var.

  • Hesap günü gelecek ve her şey ortaya dökülecek.

Bu nedenle, zalimler için "Allah her şeyi kuşatandır" ifadesi bir uyarı; mazlumlar içinse bir teselli ve müjdedir.

8. Ne Yapmalı? Vahyi Hayatımıza Nasıl Taşırız?

- Kur’an ile yeniden tanışmalıyız.

Sadece okumak yetmez; anlamaya, yaşamaya, içselleştirmeye çalışmalıyız.

Hayatın her alanında Allah’ın hükmünü merkeze almalıyız.

Ailede, işte, sokakta, devlette… Kur’an bir kenarda değil, her kararda olmalıdır.

İçsel bir dönüşüm yaşamalıyız.

Görünürde değil; kalpte, niyette, ahlakta bir değişim. Bu olmadan toplumda değişim olmaz.

Sorgulayıcı ama teslimiyetle olmalıyız.

Sadece gelenekleri değil, modern değerleri de sorgulamalıyız. Bilimin, siyasetin, eğlencenin sunduğu “değerleri” Kur’an terazisine koymalıyız.

Allah Kuşatmıştır – Peki Biz Neredeyiz?

Son söz olarak şunu soralım:

  • Allah her şeyi kuşatmışken, biz neredeyiz?

  • Vahyin gölgesi altında mıyız yoksa nefsimizin esaretinde mi?

  • Gönlümüz Allah’a açık mı yoksa dünyevi perdelerle örtülü mü?

Ayetteki “Dikkatli olun!” ifadesi hâlâ yankılanıyor. Bu bir tehdit değil; bir rahmet çağrısıdır. Yoldan çıkanlar için bir ışık, düşenler için bir merhamet elidir. Ve Allah’ın kuşatması, kendisine sığınanlara daima bir emniyet kalkanıdır.

Erol Kekeç/23.06.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!