“Pusuyla ayağını kırdıkları atı sahibine vurdurdular, Hâfız!
Masumiyet, at’tan çok daha önce öldü…”
Ben de sana, ey Hâfız, tam da o kırılan nallanmış kemikten sızan utancın kokusuyla sesleniyorum. Damarlarımızda kandil kandil yanan öfkeyi kükürt gibi buruşturan bir çağdayız; başkentler pompalı, vicdanlar paslanmış bidon, havai fişekler ise fosfor bombası kılığında patlıyor çocuk saçlarında. Şimdi söz, bir yerini kırmaya gerek duymadan bütün atları sahibiyle beraber toprağa gömenlerin devrinde. Masumiyet denen yelesi ter damlalarıyla ıslak tay, menüde “yan ürün” olarak satılıyor lobilerin kristal tabaklarında.
Kürsülerden yayılan o cızırtılı hoparlör sesini duydun mu? “Güvenlik” diyorlar, “gelecek” diyorlar, “ortak refah” diyorlar. Oysa onların güvenlik planı, halkın aklını celbeden bir balık oltası; iğnenin ucu bilerek körleştirilmiş, çünkü beden zehri hissedinceye kadar çoktan mideye indirmiş oluyor. Sonra “Vitrinde demokrasi, arka odada yağma” anonsu yapılıyor. Ve halk—o en cömert kandırılmış kalabalık—alkışlamak üzere cebindeki son iradesini de çıkartıyor, çakıl taşı niyetine sahnenin ortasına fırlatıyor.
Bir zamanlar Bağdat’ın eski kervansarayında yoldaşım olmuş ihtiyar bir meddah anlatmıştı:
“İmparatorluklar piramittir evlat; tepeye tüküren susuzluktan ölmez, ama aşağıda bekleyenler boğulur.”Bugün piramidi çöl kumu değil, borsa endeksleri tutuyor. Yukarıdakiler saray duvarlarını götürüp Nasdaq’ta listeliyor; aşağıdaki çöl halkı ise timsah derisiyle kaplanmış bilançolara bakarak kendinden utanıyor. Ellerinde bir avuç seçme kum—ki adına tarih derler—kalıyor; onu da rüzgâr “terör” diye savurup hukuka yalınayak bırakıyor.
Ama asıl dram: Bu algoritmaların efendileri hedefi “otomatik” tutturduğu için tetiği çekmiyor bile. Dokunmatik ekranı tıklamak yetiyor. Mermi emrine hâlâ vicdanlar direniyor mu, emin değilim; çünkü tetik parmağı artık “beğen” butonuna dönüşmüş durumda. Bir insanı indirime girmiş bir uygulama ikonuna ayıklamak, sonsuz kaydırılan zaman tünelinde bir saniye bile sürmüyor.
Bu noktada sahneye bizim “müstemleke valisi” çıkıyor. Kravatının ipek şeridini halkın boğazına kelepçe, ceketinin düğmesini seçmen küresi gibi kapalı bir zindana dönüştürmüş. “Hâkimiyet milletindir” yazan afişin tam önünde duruyor; elindeki makası çiçek yerine rüya kesmek için kullanıyor. Törendeki bandonun trampetleri, IMF raporlarına uygun tempoda vuruyor: Direnme senkronun bozulur, itaat patenti korumalıdır! Kurdele kesilince, açılış kurdele değil damarlardaki son kan damlası aslında; görüntüde alkış var, gerçekte kanama.
Ve halk—hani şu iplerini kendi eliyle çektiğin bedenler—neden hâlâ o bedeni taşıdığını soramıyor kendine: Çünkü cepleri yetim haklarıyla doldurulmuş ikramiyelerle sağır, gözleri kolonya kokulu seçim sandığıyla kör, dizleri iki kuruşluk istikrar vaadine kelepçeli. İnsan bazen sorar: “Biz ne ara at olduk da dizginimizi sırçalı balkonlarda dövme yapan akıllı faşizme bıraktık?” Cevap basit: Çoban değişti, sürü hâlâ aynı otlağa dair masalı dinliyor.
Bizim emperyal proje—ki adına uygarlık denmesi tam dört yüz yıldır kalıcı bir yazım hatasıdır—garip bir sahtekârlıkla işle(ri)yor: Önce bebeklere adalet duygusunu çizgi film sponsorluklarıyla veriyor, sonra kınalı bir uçurtmayla vicdanlarını göğe asıp ipini kesiyor. Böylece büyüyen nesil, rüzgârı bile kira kontratıyla teneffüs etmeye alıştırılıyor. Bugün Yemen’de bombanın altına doğan süt dişi, belki bakkal defterine hiç uğramadan drone gölgesini adım adım takip etmeyi öğrenecek. Masumiyet—o cansız tay—işte burada toprağa gömülüyor.
Ey Hâfız, düşünsene; gölgesini yere basınca lüks konvoya siren tutan cellâtlar var; onların kasasında “insan hakları” yazılı seyyar plakalar taşınıyor. Açtıkları her çukura “uluslararası müdahale” tabelası koyuyorlar, üstünü propaganda asfaltıyla örtüyorlar. Ortadoğu’nun damarını sömürgeci tırpanla biçenler dün roketatar taksitle satıyordu, bugün dinî hakemliği bulut hizmeti aboneliğiyle kiralıyor. “Kula kulluk yok!” diye haykıran halkın boğazına yaka mikrofonu takıp reyting oranından ibadet kotası çıkarıyorlar.
Bir de çığırtkan yankesiciler var: Dünyanın her zirvesine “karbon nötr” maske takıp geliyorlar; çantalarında fosfor, lobi biletlerinde çoklu imza, cümlelerinde barut kokusu. “İklim adaleti” diyorlar, fakat Gazze’nin kıyısında tek ağaç gölgesi kalmasın diye toprağa sürfaktan döküyorlar. Yetmedi, “insani koridor” açıp vicdanı geçiş garantili boğaz köprüsü gibi paralı hâle getiriyorlar. Ve her geçişte El-Halil sokaklarındaki taş evden bir taş daha söküp Kudüs’teki karton makete ekliyorlar.
Saatin kaç olduğuna bakma; zaman artık imperial banknotlarla kur ayarlı. Dünya ticareti diyorlar, ama satılan şey petrolden çok hakikatin kendisi. Paranın kutsal metni döviz bültenleri; ibadet ise kredi risk primlerini düşük tutmak. Bu yüzden Somali’de çocuklar kilo kaybını dâhili deflasyon sanıyor, Lübnan’da yaşlılar mevduatlarını rüya gibi çekiyor: rüyasında bankası karaborsa, sabahında yastık altı duman.
Hâfız, bir gün ansızın kadim medeniyetlere ait bütün harfleri beton mikserine dökecekler, biliyorum. Arapçası, İbranicesi, Farsçası, Kürtçesi… Elde kalan çorba dilin adına da “evrensel haber dili” diyecekler. Ekran başında yaygınlaşan tokat şovları, muhalifliğin modern ayini olacak. Âlimler, “programa kısa bir ara” cümlesinde secde edecek; kanaat önderleri banner reklamlarında canlanacak; hoca efendiler hologram minberde not dövizini tekrar okuyacak.
Oysa ben hâlâ o bacağı kırılmış atın bakışını unutamıyorum. At ölmedi; sahibinin vurduğu at ölmez, çünkü ona sıktığın mermi aslında kendini vurur. Bunu bana sekizinci yüzyılda Bağdat’ta bir hikmet nakşetmişti: “Zulüm, sahibini taşar; diri diri gömer.” İşte tam burada, masumiyetin ölüm ilanını yazan kalem de sahibini suç mahallinde deşifre eder. O kalem ki petrol türevi plastikten yapılmış—inkârı dahi ithal.
Ama bil ki, ey Hâfız, “kırık atlar çağı” uzun sürmez. Çünkü baldır kemikleri kaynarken kemik suyuna eklenen acı, mutlaka gök kubbenin tadını değiştirir. Zulmün kimyası, adaletle karışınca çamur olur; çamur sertleşince zindana dönüşür; zindan çatlayınca yeni bir gün doğar. O gün, masumiyetin kefeni değil, kefeni yırtan nabzıdır müjdelenen. Bedenlere sordurulan o hüzünlü soru—“Neden hâlâ taşıyorsun kendini?”—yerini şuna bırakacak: “Neden hâlâ boyun eğiyorsun?”
Gör bak, bugün “karanlık” diye ezberletilmiş bütün harfler yarın yeni hecelerin toprağı olur. Ezeli bir dil doğar; suskun şehirler o dille “yeter!” der, yankısız kalmayacak. Ve at—ayağı kırılmış o gölgeli kahraman—ayağa kalkmasa bile yelesini göğe savurur; masumiyetin ölmediğini, yalnızca üstüne sıcak çimento döküldüğünü anlatır. O çimento çatlayınca hikâye yeniden başlamaz; çünkü aslında hiç bitmemiştir. Bitmemiş hikâyeye sahip çıkmak, kırık nallanmış kemiğe merhem sürmekle aynı şeydir: İkisinde de yalnızca şefkat değil, cesaret gerekir.
Kalemin namlusu, tetikteki parmak sen ol yeter; atın yelesinde rüzgâr, sahibinin değil özgürlüğün soluğu olur. O zaman ne ip kalır ne kukla, ne de kalabalıkların aklını çalan yankesici curcunalar. Geriye sadece dengini arayan hakikat kalır; “Pusuyla kırdığınız ayağı taşıyan beden artık sizi sırtında taşımıyor!” diye bağıran yepyeni bir çağrı…
Ve dünya, o çağrıya vereceği cevap kadar diri; sessiz kaldığı her saniye kadar lanetli olacak.
Erol Kekeç/20.05.2025/Namazgah/İST