Hukukun dışına çıkmaktan söz edebilmek için öncelikle hukukun varlığını kabul etmek gerekir. Ancak hukukun varlığı, yalnızca yazılı yasaların bulunmasıyla değil, bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması, bireyler arasında adaleti sağlaması ve toplumda eşitliği gözetmesiyle ölçülür. Dolayısıyla, hukukun varlığını kabul etmek, onun eşitlik, tarafsızlık ve adalet ilkelerine uygun olarak işlediğini teyit etmek anlamına gelir. Fakat bu varsayım, hukukun gerçekte var olup olmadığını sorgulamayı zorunlu kılar.
Hukukun var olduğu iddia ediliyorsa, bu varlığın niteliği nedir? Hukuk, sadece yazılı kurallardan mı ibarettir, yoksa bu kuralların adalet ve eşitlik ilkelerine uygun şekilde hayata geçirildiği bir mekanizma mıdır? Hukukun yalnızca metinlerde var olması, toplumsal düzeyde adaleti ve güveni sağlayamıyorsa, onun gerçek anlamda varlığından söz edilebilir mi? Örneğin, bir ülkede yasalar mevcut olabilir, ancak bu yasalar yalnızca belirli kesimlerin çıkarlarını koruyorsa ve eşit uygulanmıyorsa, burada hukukun gerçek anlamda varlığından söz etmek mümkün müdür?
Bir toplumda hukukun var olabilmesi için adalet, eşitlik ve tarafsızlık ilkelerinin kurumsal düzeyde benimsenmiş ve uygulanıyor olması gerekir. Hukuk, yalnızca kağıt üzerindeki kurallar değil, aynı zamanda bireylerin haklarını koruyan, toplumsal düzeni sağlayan ve tarafsızlık ilkesiyle hareket eden bir yapıdır. Ancak, ülkemizde hukukun varlığını tartışırken karşılaştığımız en büyük sorun, hukukun teoride mevcut olup fiiliyatta eksik işlemesidir. Bu durum, hukukun bir gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğu sorusunu beraberinde getirir.
Hukukun işleyişindeki aksaklıklar, keyfi uygulamalar, yargının belirli kesimlere avantaj sağlayacak şekilde kullanılması gibi olgular, hukukun gerçek bir sistem olarak var olmadığı yönünde güçlü kanıtlar sunmaktadır. Eğer bir sistem adalet yerine çıkarı, eşitlik yerine ayrımcılığı, şeffaflık yerine kapalılığı önceliyorsa, bu sistemin hukuktan uzaklaştığı açıktır. Örneğin, yargının taraflı kararlar vermesi, bireylerin hukuk yoluyla haklarını ararken engellerle karşılaşması ya da siyasi baskılar nedeniyle hukukun bağımsızlığını yitirmesi, hukukun varlığı hakkında ciddi şüpheler doğurmaktadır. Bu durumda "hukukun dışına çıkmak" kavramı, gerçekte var olmayan bir şeyin sınırlarını tartışmak anlamına gelir ki bu bir paradokstur.
Hukukun varlığı, bireylerin ona olan güveni ve onun kapsayıcılığı ile ölçülür. Ancak, ülkemizde yaşanan pek çok olay, hukukun yalnızca belirli zümrelerin yararına kullanılan bir araca dönüştüğünü göstermektedir. Eğer hukuk, toplumun geneline eşit ve adil hizmet etmiyorsa, onun varlığını gerçek anlamda kabul etmek mümkün değildir. Siyasal veya toplumsal baskılar altında yargının tarafsız olamaması, bireylerin hukuki yollarla hak aramasının engellenmesi gibi durumlar, hukukun yalnızca bir söylemden ibaret olduğu sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir durumda, hukukun dışına çıkmaktan değil, hukukun zaten mevcut olmadığı bir düzende hareket etmekten bahsetmek gerekir.
Sonuç olarak, hukukun varlığı sorgulanmadan, onun dışına çıkmaktan söz edilemez. Hukukun varlığı, yalnızca teoride değil, pratikte de adalet, eşitlik ve tarafsızlık ilkelerine dayanan bir sistemin işleyişine bağlıdır. Toplumda hukukun somut göstergelerle kendini kanıtladığı bir düzen olmaksızın, "hukukun dışı" kavramı anlamsız kalır. Bu nedenle, hukukun varlığına ilişkin şüpheler giderilmeden, onun dışına çıkıldığına dair iddialar ancak soyut bir tartışma olarak kalır. Hukuk, bir toplumun temeli olmalı; ancak bu temel yalnızca görünürde var olan bir yapı değil, tüm bireyler için gerçek bir güvence ve dayanak olmalıdır. Ülkemizin mevcut gerçeklerinde ise bu temel ya hiç inşa edilmemiş ya da kasıtlı olarak yıkılmış bir durumda gözükmektedir. Bu yüzden, hukukun varlığı ve niteliği konusunda daha derin bir sorgulamaya ihtiyaç vardır. Bu sorgulama, yalnızca eleştirel bir yaklaşımı değil, aynı zamanda yapıcı çözümler geliştirmeyi de içermelidir.
Erol Kekeç/29.01.2025/Sancaktepe/İST