Bu Blogda Ara

6 Temmuz 2025 Pazar

Hükümdarlığın Gölgesinde Bir Gerçeklik Taşlaması

 


Bir gün Behlül, sarayın taş avlusunda, güvercinlerin gölgesine sığınmış, bir sütunun dibine yaslanmış, sırtını gün ortasının rehavetine vermiş, kısa bir uykuya dalıvermişti. Ne başında bir yastık vardı, ne de üstünde bir örtü; lakin gözlerinde dünyanın bütün huzuru...

O sırada Harun Reşid, bahçede gezinirken Behlül’ü uyur vaziyette gördü. Hükümdar olmanın verdiği o tanıdık sabırsızlıkla seslendi:

“Behlül! Kalk! Yatmak zamanı mı şimdi?”

Behlül gözlerini araladı, yüzünde asırlık bir uykudan uyanmış gibi bir huzursuzluk vardı. Uykunun sıcacık bağrından zorla koparılmış gibiydi. Kaşlarını çattı, dudaklarını büzdü ve hafifçe doğruldu:

“Ne diye uyandırırsın beni ey halife?” dedi. “Ben rüyamda hükümdar olmuştum.”

Harun Reşid kahkahayı bastı, o bildik özgüvenle:

“İşte rüya bu ya Behlül! Uyandın mı biter gider. Hükümdarlık dedin mi işte o kadar...”

Behlül sustu, ama o sükût, söylenecek sözlerin taşlaştığı bir andı. Başını kaldırdı, gözleri Harun’un gözlerine çarptı. Gölgeden çıkmış bir kelâm gibi dimdik, açık, net:

“İşte,” dedi, “senin hükümdarlığınla, benim rüyamdaki hükümdarlığım arasındaki fark da bu! Benimki uyandığımda bitti... Seninki ise uyuduğunda bitecek!”

İşte bu söz, bir hükümdarın altından tahtına atılmış bir taş gibiydi. Ve bu hikâye, sadece bir rüya meselesi değil, tüm zamanlara yayılmış bir hakikat aynasıydı.

Gölgenin Ucundaki Tahtlar

Hükümdarlık, dışarıdan bakıldığında süslü bir halı gibidir. Üzerine basan parmaklar, desenlere kapılır; ama o halının altı hep kirli bir sırla örtülüdür. O sır; korkudur, ikiyüzlülüktür, gösteriştir, sonsuzmuş gibi gösterilen geçiciliktir.

Behlül bunu bilirdi. O yüzden sarayın kenarında yatar, rüyasında hükümdar olur ama sabah kalktığında o rüyaya gülüp geçerdi. Çünkü rüyasında hükümdar olmak, bir taht sahibi olmaktan daha çok hakikate yakındı. Çünkü o tahta tutkun değildi, hakikate susamıştı.

Oysa Harun Reşid’in hükümdarlığı, uyanıklığın kabusuydu. Uyandıkça derinleşen bir düş, sustukça büyüyen bir kibrin hikâyesiydi. Tahtın her gün bir yanı çürürken, yeni çiçeklerle süslenir, ölüm korkusu içindeki yaşama benzerdi.

Sarayın İçindeki Sarhoşluk

Behlül’ün sözleri, sadece bir ironi değil, zamanın diline yazılmış bir hicivdir. Çünkü asıl rüya, sarayda uyanık geçirdiğimiz hayatın ta kendisidir.

Bugün de nice Harunlar var ki, kendini tahtların ebedi sahibi sanıyor. Kravat değişmiş, saray yerini cam kulelere bırakmış ama zihniyet hâlâ aynı:

“Ben varsam düzen var, ben gidersem kaos başlar!”

Ve Behlüller? Onlar hâlâ sokak aralarında, eski park köşelerinde, kuytularda yaşıyorlar. Bazen bir delilikle, bazen bir hikmetle konuşuyorlar ama kimse onları ciddiye almıyor. Çünkü gerçekler, bir hükümdarın sofrasında susar; ama rüyaların gölgesinde konuşur.

Hükümdarlıklar ve Uyanıklıkların Sonu

Behlül demedi ki: “Ben rüyamda memleketi refaha çıkardım.” Demedi ki: “Altınlar saçtım, adalet dağıttım.”

O sadece “hükümdar oldum” dedi.

Çünkü hükümdarlığın özünde bir rüya vardır. Gerçekliği simüle eden ama kendisi gerçek olmayan bir hayal… Uyandığında kalmaz.

Ama Harun’unki? O gerçek zannedilen bir hayaldi. O, kendi rüyasını millete dayatanlardandı. “Benim rüyamı paylaşmazsan, uyanamazsın” diyenlerden…

Behlül’ün gözünde, bu en büyük uyurgezerlikti.

Bugünün Harunları ve Behlülleri

Bugün öyle çok Harun var ki... Mikrofon başında bağıranlar, kürsüde nutuk atanlar, ekranlarda kendini alkışlatanlar… “Ben olmazsam, siz yoksunuz” diyenler. Rüyayı değil, halkın uyanıklığını hedef alanlar.

Ve Behlül’ün çağdaş torunları? Onlar mizahla gülüyor, taşlamayla konuşuyor. Bazen bir karikatürde, bazen bir sokak şarkısında, bazen bir sosyal medya gönderisinde dile geliyorlar:

“Senin gücün fiş prizine bağlı, bizimki uyanmaya!”

“Senin saltanatın maaş bordrosuna, bizimki vicdana!”

Taşlamanın Gölgesinde Bir Hakikat

Behlül o sözüyle yalnız Harun’a değil, çağlara taş attı:

“Senin hükümdarlığın, uyuyunca biter!”

Zira hiçbir iktidar sonsuz değildir. Her saray, bir gün virane olur. Her alkış, bir gün susar. Her yalan, bir gün düşer. Ama hakikat? O Behlül gibi bir köşede uyurken bile hayat bulur.

Uyuyanlar ve Uyandıranlar

Bazı insanlar uyanmak istemez. Onlar, rüyada sarayda olmaktan memnundur. Behlül gibilerin sözü onları rahatsız eder.

Çünkü Behlül, zihni uyandırır. Harun’un hükümdarlığı ise bedeni yönetir. Zihin uyanınca, beden durur. Bu yüzden her devrin Harun’u, Behlül’e kızar. Onu susturmak, yok saymak, hafife almak ister.

Ama Behlül susmaz. Çünkü o, rüyasında bile gerçekleri anlatır.

Bir Rüyanın Ardında Kalan Gerçeklik

Harun Reşid belki gülüp geçmişti. Ama o gülüş, içten değildi. Çünkü Behlül’ün sözleri, tahtının altına serilmiş bir gerçeği açık etmişti.

Behlül rüyasında hükümdar olmuştu. Ama uyandığında hükümdarlığı bitmişti.

Harun ise her uykusunda tahtını yitirir korkusuyla yaşardı. Çünkü onun tahtı; halkın uykusuna, dalkavukların alkışına, vezirlerin yalanına bağlıydı.

Rüyalarla Kurulan Saltanatlar

Nice liderler gördü bu dünya…

Kendini rüya gibi anlatan, “milletin rüyası benim” diyen… Ama halk uyanınca kaçacak delik arayan…

Behlül gibiler ise hep kenarda kalır. Çünkü hakikatin tahtı yoktur. Ama vicdanı vardır. Ve vicdan, ne uyur ne unutulur.

Bir Rüyanın Gerçek Hükmü

Behlül bize bir şey gösterdi:

Rüya ile hüküm arasında fark yoktur, eğer hüküm hakikate değil, hayale dayanıyorsa.

Bugünün hükümdarları, bir sabah ansızın uyanacaklar. Belki bir ses, bir itiraz, bir cümle, bir fısıltı ile… Belki bir çocuk kahkahasıyla…

Ve o gün geldiğinde, anlayacaklar ki:

“Hükümdarlık bir rüyaydı. Biz, Behlül’ü ciddiye almalıydık.”

Bahadır Hataylı/30.06.2025/Sancaktepe/İST 

Hakikat ve Batıl Arasındaki Savaş

Bir Tefekkür 

İnsanın doğasında, arayış ve sorular vardır; hayatın anlamını, varoluşunu, eylemlerinin sonuçlarını sorgular. Bu soru ve sorgulamalar, insanın en temel özelliklerinden biridir. Sebe Suresi'nde de bahsedilen hakikat ve batıl arasındaki mücadele, insanın içsel yolculuğunda karşılaştığı en büyük ve sürekli savaşlardan biridir. Ayetler, gerçeğin kesin zaferini, batılın her zaman çöküşünü vurgularken, insanın doğru yolu ararken karşılaşacağı engelleri de gözler önüne seriyor.

Bu yazıda, Sebe 47-49 ayetlerine odaklanarak, hakikat ve batıl arasındaki ilişkiyi, insanın bu yolda karşılaştığı bahaneler ve zihinsel engelleri, Allah’ın hidayet ve azap mesajını sorgulayıcı bir bakış açısıyla detaylı bir şekilde ele alacağız. Bu yazı, derin bir tefekkür, öğüt, ve uyarı mesajı taşır. Yazının amacı, bu ayetlerin günümüze ne kadar derin bir çağrıda bulunduğunu ve bireylerin, toplumsal yapıların bu mesajları nasıl anlaması gerektiğini açıklığa kavuşturmak olacaktır.

"Sebe 47-49" Ayetlerinin Temel Mesajı

Bu ayetlerin ilk kısmı, Allah'ın gönderdiği mesajları doğru bir şekilde aktaran peygamberin, ücret ve çıkar için hareket etmediğini vurgulamaktadır. Bu, nefsin arzularına ve dünya çıkarlarına bağlı bir yaklaşım değildir. Peygamberler, yalnızca Allah’ın iradesini aktarmak için varlardır ve hakikat onların en temel amacı ve varoluşudur.

Ayetlerin devamında, hakikat ve batıl arasındaki zıtlık açıkça ortaya konmaktadır. Hak geldiğinde, batıl asla gerçek bir karşılık oluşturamaz. Batıl, yalan ve yanıltıcı her şey gibi geçici ve geçersizdir. Allah’ın gerçekleri karşısında batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.

Rüya gibi gelen geçici zevklerin ardında bir gölge olduğunu anlamak, insanın farkındalık seviyesini yükseltir. Ve nihayetinde, suçluların, Rablerinin huzurunda boyunlarını bükerek, “Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik” dedikleri an, kötülerin pişmanlık duyacağı ama geç kalacakları o anı ifade eder.

Gerçek ve Batıl Arasındaki Çatışma

Hak ve batıl, her zaman iki karşıt kutup olmuştur. Bir insanın gerçek ile yüzleşme süreci de bazen bu iki kutup arasında gidip gelir. Batıl, insanları aldatmaya, yanıltmaya, huzurdan uzaklaştırmaya çalışırken; hakikat, insanı sadece huzura götürmekle kalmaz, onu doğruya yönlendirir. Batıl, çoğu zaman görsel ve duygusal aldatmacalarla, insanları meşgul eder. Ve bu meşguliyet, insanı gerçekten uzaklaştırır. Tıpkı, dünya hayatının geçici zevklerine kapılıp, sonuçlardan habersiz kalmak gibi.

Ayetler, batılın yok olmaya mahkûm olduğunu net bir şekilde belirtir. Gerçek, zamanın testinden geçer, dayanır, ama batıl geçici olarak var olsa da sonunda kesin olarak yıkılacaktır.

Bu bağlamda, insan her zaman doğruyu ararken, yanlış yönlendirmelere karşı temkinli olmalıdır. Duygusal, maddi veya geçici arayışlar, insanı batılın tuzağına düşürür. İnsan, batılın maskesini görmekte zorlanabilir çünkü batıl çoğu zaman güzel bir yalan gibi gelir.

Gerçek ve Yanılgı Karşısında İnsanların Bahaneleri

İnsanın varoluşu boyunca karşılaştığı en büyük engellerden biri kendini kandırma ve bahane üretme yeteneğidir. Ayetlerde, batıla saplanmış ve gerçeği reddeden kişilerin pişmanlık anındaki halleri anlatılmaktadır. İnsan, dünya hayatında işlediği hataları ya da yanlışları fark ettiğinde, o an geri dönüşün mümkün olmadığını kabul eder. Bu noktada da insanın zihinsel engelleri ve ürettiği bahaneler devreye girer.

"Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, Salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız" diyen suçlular, aslında geç kalmışlardır. Bu insanlar, ömürlerini batılın peşinden koşarak geçirmişlerdir. Ancak ölüm ve ahiret gerçeğiyle yüzleştiklerinde, pişmanlıkları ne kadar derin olursa olsun, geç kalmışlardır.

Bahane üretmek, insanın içsel huzursuzluğunun ve sorumluluk almak istememesinin dışa yansımasıdır. Batıl, her zaman bir mazeret bulur. Örneğin, "bunu yapmadım çünkü…", "şunu başaramadım çünkü…" gibi cümleler, insanın gerçek sorumluluğundan kaçma çabasıdır.

Bu ayetler bize şunu gösteriyor ki: Bahaneler, insanın sadece zihinsel kısıtlamalarıdır ve Allah’ın gerçekleri karşısında hiçbir geçerliliği yoktur. İnsan, gerçekle yüzleşmeli ve sorumluluk almalıdır.

Hidayet ve Azap-Allah’ın Kararı

İnsana, yaşamında en büyük seçimi yapma fırsatı verilir. Bu seçim hidayet ile sapma arasında bir tercihtir. Ayetler, Allah’ın hidayet ve azap kararının kesinliğini ortaya koyar. Allah, hidayetini dilediğine verir, ancak azap, inkarcılar ve suçlular için kaçınılmazdır. Bu noktada, hidayet bir lütuf iken, azap ise bir adalet gereği olarak işlenir.

Allah’ın hidayetini almak, yalnızca ruhsal bir kabul değil, aynı zamanda insanın yaşamına yansıyan bir eylem gerektirir. Gerçek inanç, kalpteki kabul ile başlar ama ancak salih amellerle tamamlanır. Ayetlere secde etmek, Rabbe hamd etmek, ibadetler ve ameller yalnızca dışsal davranışlar değil, içsel bir dönüşümün, ruhsal olgunlaşmanın da göstergesidir.

Duyarlı ve Sağlıklı Bir Yola Çağrı

İnsanın batılın tuzağından kurtulup, hakikate yönelmesi için gereken ilk adım farkındalıktır. Farkındalık, insanın kendi içindeki gerçekle yüzleşmesi demektir. Allah’ın mesajlarını yalnızca duymak değil, anlamak ve hayatımıza uygulamak gerekmektedir. İnsanın günlük yaşamında karşılaştığı zorluklar ve bahaneler, ona sınavlar sunar. Bu sınavlar, kişinin inancını ve ahlakını test etmek için vardır.

Bir insan, yalnızca gerçekten arayışta olduğunda, batıl yavaşça yok olur ve hakikat ışığı, karanlıkları aydınlatır. Gerçek, bir zamanlar zor gibi görünse de, sonunda tek başına kalıcı olur. Batıl, geçici zevklerin peşinden gitmenin ötesinde, insanı manevi yozlaşmaya sürükler. Secde, hamd, ve tezkiye gibi ibadetler, insanın ruhunu arındırır ve doğru yolu bulmasına yardımcı olur.

Sebe Suresi’nin 47-49 ayetleri, hakikat ve batıl arasındaki mücadelenin sonsuzluğunu gözler önüne serer. İnsanın ruhsal yolculuğu, doğru yolu bulma çabası, sürekli bir test ve sınavdır. Batıl her zaman cazip ve aldatıcı olabilir, ama gerçek, zamanla her türlü yanlışın üstesinden gelir. İnsan, gerçeği görmek ve ona teslim olmak zorundadır. Bu teslimiyet, sadece sözde değil, amelde de olmalıdır. Azap, ancak gerçeği reddedenlere gelir; hidayet ise salih amellerle örülür.

Bahadır Hataylı/01.07.2025/Sancaktepe/İST

İnsanoğlunun Yozlaşan Hikayesi

İnsanoğlu, tarihin her döneminde kendine hakikati hatırlatacak bir sese muhtaç oldu. Bu ses bazen bir peygamberin duasıydı, bazen bir annenin gözyaşı, bazen bir çobanın dağ başındaki yalnızlığında Allah’a yönelişiydi. Ancak ne olduysa oldu, bu sesler sustu ya da duyulmaz hale geldi. Geriye kalansa; kötülüğün örgütlü, iyiliğin dağınık, adaletin suskun ve zulmün organize olduğu bir dünya…

Bugün geldiğimiz noktada; artık sadece doğrular değil, doğru insanlar da yalnız. Erdemli olmak ayıplanıyor, dürüstlük safdillikle eş tutuluyor, vicdan ise bir yük gibi taşınıyor. Tam da bu yüzden, bu çağın en büyük yükünü taşıyanlar “sorumlu ve duyarlı” insanlar.

1. Duyarlı İnsanların Yorgunluğu- Bir Vebal Taşıyıcılığı

Duyarlı insan yorulmaz sanılır. Çünkü hep güçlü görünürler. Oysa içlerinde savaşlar vardır, başkalarının hissettiği acıyı da kendi yüklerine ekleyerek yaşarlar. Toplumda yanlış giden her şey onların vicdanına dokunur. Susmazlar. Tepki verirler. Konuşurlar. Uyuyamazlar

Ama zamanla fark ederler ki:

Yalancının sözü dinleniyor, doğrucu dışlanıyor.

Niteliksiz övülüyor, ehliyetli yeriliyor.

Şeytan taşlanmıyor, aksine alkışlanıyor.

Bu insanlar yorgun. Çünkü yüz kere iyilik yapar, bir kere hayır göremezler. Çünkü her gün “yine de susmayayım” derken daha da yalnızlaşırlar. Ve bir noktada şu soruyu sormaya başlarlar:

“Bu kadar mücadele, bu kadar direnç, ne için?”

2. Peygamberlerin Çıkamadığı Yol- İnsanın Nefsiyle İmtihanı

Yeryüzünde 124 bin peygamber gönderilmiştir. Bu rakam, insanın sapmaya ne kadar meyilli olduğunu gösteren sessiz bir çığlıktır aslında. Peygamberler elçiydi ama zorlayıcı değillerdi. İradenin kutsallığı vardı çünkü. İnsan ya seçerdi, ya da sapardı. Ve şeytanın yaptığı, sadece bir "vesvese" idi. O bile sadece fısıldadı.

Ama insan, o vesveseyi sahiplenip yaşam tarzı yaptı.

Bugün insanlar Allah adına değil; para, güç, şehvet, hırs adına karar veriyor. Doğru bildiğini değil; kazandıranı yapıyor. İşte şeytanın galibiyeti burada başlıyor:

"Doğruyu bilen ama yapmayan insanın içindeki çöküş..."

3. Toplumsal Çöküşün Resmi- Ahlaksızlığın Meşrulaşması

Bir toplumun çöküşü sadece ekonomik değildir. Asıl çöküş; ahlaki değerlerin erozyona uğramasıyla başlar. Bugün çocuklarımız büyürken şunu öğreniyor:

Yalan söylersen daha hızlı ilerlersin.

Adam kayırırsan kazanırsın.

Vicdanın varsa başarısız olursun.

Bu bilinçle yetişen bireyler bir ülkenin geleceği olabilir mi? Herkesin doğru bildiği ama kimsenin dillendirmediği bir sistemin içinde yaşıyoruz. “Doğruluk kaybettiriyor” algısı topluma kazınmışsa, artık 124 bin peygamber gelse de toplum dönüşmez.

4. Nitelikli İnsanların Sistem Dışına Atılması

Bugün dürüst, eğitimli, vicdanlı insanlar sistem dışına itiliyor. Çünkü onların karakteri satın alınamıyor. Sözleri biat etmiyor. Bu yüzden susturuluyor, hor görülüyor ya da dışlanıyorlar.

Bir profesörün yerine torpilli bir kişi atanıyor, bir işçinin hakkı yandaşa peşkeş çekiliyor, bir çocuk adaletsizlik içinde büyüyor. Herkes susuyor, çünkü sustuğunda sistem onlara “dokunmuyor”. İşte bu suskunluk yorgun vicdanları daha da bitap düşürüyor.

5. Şeytanın Taktikleri- Yeni Çağın Maskeli Yüzleri

Şeytan artık sadece bir varlık değil; sistemin içinde kodlanmış bir zihin yapısıdır.

Liyakatsizlik şeytanlaşmıştır.

Adam kayırma sistemleşmiştir.

Görmezden gelme sıradanlaşmıştır.

Riya, vitrin olmuştur.

Ve bu düzenin içinde doğruyu savunmak, adeta "kendi kendine savaş açmak" gibidir.

6. Ne Yapmalı? Yorulanlar Ne Yapmalı?

Her ne kadar "uğraşmayın" dense de; hakikat susmaz, susturulmaz.

Vicdanı olan biri, ne kadar yorulsa da bir çığlık gibi yükselir zulmün sessizliğine. Ama bilinçli mücadele gerekir. İşte birkaç öneri:

A. Vazgeçmeden ama Yaralanmadan

Sürekli çırpınmak yerine bilinçli bir mücadele yürütmek gerekir. Kendi sınırlarını bilmek, her yükü sırtlamamak ama sorumluluğu bırakmamak gerekir.

B. Dayanışma Ağları Kurmak

Yalnız kalan yıkılır. Ama vicdanlı insanlar bir araya gelirse umut yeniden filizlenir. Mahallede, okulda, sosyal medyada küçük iyilik toplulukları oluşturulmalı.

C. Dua ve Direniş

Dua sadece tevekkül değildir; aynı zamanda iç direniştir. Ruhun kararmasına karşı bir kalkandır. Rabbine sığınan insan, karanlıkta bile bir nur taşır.

D. Yeni Nesle Umudu Aşılamak

Çocuklara yalnızca bilgi değil, erdem öğretilmeli. Cesur olmaları, dürüst kalmaları, doğruyu söylemekten korkmamaları gerektiği anlatılmalı.

Maharet, İnsanı Yeniden Yola Getirmekte

Evet, şeytan bir insanı yoldan çıkarabilir. Ama 124 bin peygamberin mirası da hâlâ yaşıyor. Ve o miras, susmayan, yorulsa da tükenmeyen, bir çoban ateşi gibi karanlıkta ışık saçan duyarlı insanlardır.

Yorgunsun… Çünkü sen yük taşıyorsun.

Yalnızsın… Çünkü doğru söylüyorsun.

Uğraşıyorsun… Çünkü vazgeçmeyen nadirlerdensin.

Ama unutma:

Bir kişi bile yola dönüyorsa, sen boşuna uğraşmadın...

Erol Kekeç/03.07.2025/Sancaktepe/İST

Adalet Yoksa Mahşer Yakındır

Başlangıçta Tartı Vardı

Adaletsizlik, insanlığın kadim kamburudur. İster çorak Arabistan’da, ister uçsuz bucaksız bozkırlarda, isterse bugün gökdelenli şehirlerin dar sokaklarında olsun, hak ile batıl aynı meydanda soluklanır. Allah’ın “Mizan” dediği o ilâhî teraziyi eğip bükmeye kalkışan her güç, kendisini Firavun ’un tahtında bulur; nihayetinde aynı ıslak kumlara gömülür.

Hz. Ömer (ra), devlet hazinesinden bir kumaş paylaştırıldığında payına düşen parçayla kendine cübbe biçemediği için minbere çıkıp konuşmak dahi istemez; oğlu Abdullah’ın parçasını da ekleyip tek bir elbise diktirdiğini açıkça beyan etmek zorunda kalır. O gün adalet, hilâlin ince kıvrımı kadar hassastır. Gün gelir, Muaviye ile Ali’nin safları Sıffîn’de çatışır; kılıçlar çekilmişken kâğıt parçaları kılıçtan üstün kılınır. Hileli hakemlikle hilâfet yüzüğü, Amr b. Âs’ın marifetiyle Muaviye'nin parmağına takılır. O gün terazi eğilir, kefeye kolay kolay doğrulamayacak bir dengesizlik düşer.

Bugün de adaletin kantarı, siyasi rüzgârlarla boşluğa savruluyor. Mahkeme kürsüsünde oturanın elindeki tokmak ağır, fakat göğsündeki vicdan hafifse, Yusuf zindanda çürürken zalim sarayında horoz ötüyor demektir.

Aynı Hikâye, Yeni Aktörler

Bir ara bir tanıdığım vardı demişti ki, “dostum benim imtihanım bitti, sizin için imtihanım” demişti…
Ben de ona demiştim ki, “insan kendini kendine yeter görerek sapar, dolayısıyla insan yaşadığı sürece ‘benim imtihanım bitti, sizin yaptıklarınızı denetlemek için varım’ anlayışı şeytanın tam da görmek istediğidir, biz bir damla suyuz; nefesimiz var olduğu sürece bu hayat bizim için bir imtihandır” demiştim…
O günden sonra mesafeyi azalmıştım ancak uyarılarını hem kendim için hem de onun için yapmaktan vazgeçmemiştim; çok üzülmüştüm geldiği bu duruma…
Hatta derdi ki “benim çocuklarım Allah’ın kulu, sizinkiler yaratık” diyebilecek kadar müstagnîleşmişti.
2014 yılında vefat etti; hepimizin gideceği yere gitti. Ülkenin önemli üreticilerinden biriydi, ihlasın hışmına uğramıştı. Geldiğimiz noktadan baktığımda iktidar da kendini Milletin imtihanı olarak görüyor ve kendinin imtihanının bittiğini, bekâ billâh aşamasına geldiğini sanıyor; sanırım kendisi iyiliklerin temsilcisi, kötülükler hep başkasının…
Ama şunu söyleyeyim: Allah yere gireni, yerden çıkanı, göğe yükseleni, gökten ineni çok iyi biliyor; sinelerin hain bakışlarından haberdardır… Allah lebîlmir’saddır ve mutlak gâlip O’dur. Nice kibirliler şu an yaşamıyor; vakti gelince hesap gününün Sahibine gidiyor. Allah, hesabı seri görendir; O adildir ve sadece Adil olanları sever… Adaletin olmadığı bir yerde başka konuşulacak bir şey kalmamıştır… Hilâfet yüzüğünü kurnazlıkla, hakemlik yaptığına herkes kani olmuşken Muâviye’nin parmağına takan Amr bin Âs'ın hakemliği nasıl ki hakemlik değilse bağımsız yargı dediklerimiz o yüzüğü takmak gibiyse, şimdi buna biz nasıl bağımsız yargı diyelim, olanların da ondan farklı olduğuna asla inanmıyorum… Çünkü ben Rahmân’ın kuluyum…

Bu paragraflar, yakın tarihten bir insanın iç muhasebesini ve memleketin ruh hâlini tek nefeste özetliyor. Kendini “imtihanı bitmiş” ilan eden herkes, aslında nihayetsiz bir imtihanın en kritik sorusunu kaçırıyor: Haddi bilmek.

İtaatsiz Şahlar, Yalana Tapınanlar

Ebu’l-Hasan Şirazi anlatır: “Şah Mahmud, sarayının avlusunda otururken bir dilenci ayağının dibine düşer. Şah buyurur: ‘Dilencinin gömleği kir içinde, derisi yara bere. Bunu çıkarın saraydan, gözüm görmesin!’ Veziri yaklaşır: ‘Hünkârım, dilenciyi atarız ama gölgesini ne yapacağız?’”

Tarih bize durmadan gölgeyi hatırlatır. Gölge, hâkimin vicdanıdır; gölgede yamukluk varsa, güneş tepedeyken bile hakikati eğri görürüz. Bugün rüşvetin gölgesi bakanlık koridorlarında gezinirken, yandaşın gölgesi adliye kapısında sırayı es geçerken, garibanın gölgesi kamu bankasında ipotek altında titrerken aynı soruyu tekrar duyar gibiyiz: “Bu gölgeyi nereye saklayacaksınız?”

Ceket Giydirilmiş Putlar

Yüz yılı aşkın parlamento pratiği, göğsünü kabartarak “meclis iradesi” derken, milletin gözleri önünde hızla kireçlenen bir hakikat var: Bağımsız yargı, bağımsızdan öte yalnızdır. Savcı iddianameyi kaleme alırken tavan arasında tozlu bir dosya açılır: sanığın kim olduğuna değil, kimin adamı olduğuna bakılır. Mahkeme heyeti karar verirken kütüphanesindeki kanun külliyatından önce kulaklıkla “merkez ”den gelen fısıltıyı duyar. Medya başlık atar: “Bağımsız yargımızdan tarihi karar!”; hâlbuki karar, tarihin çöplüğünde defalarca okunan bir diktedir.

Böyle bir iklimde, “adalet sarayı” denen devasa beton yapılara bakıp da büyülenmeyin. O binalar, karıncayı ezmeye niyet etmiş fillerin cüssesine benzer; adalet, fildişi kabartmaların değil, alt katta bekleyen mazlumun gözyaşında saklıdır.

Sultan II. Mehmet, 1477’de bir Rum mimarı bizzat huzuruna çağırıp hakkındaki şikâyeti dinler; elini kılıcına değil, mahkemenin kapısına götürür. Sıradan bir zımmî, padişahı kadıya şikâyet edebilir; çünkü Allah’ın hükmü karşısında kulun rütbesi yoktur.

Bugün ise vatandaş, mahallesindeki yıkık kaldırımdan belediyeyi mahkemeye veremez; zira önce harç yatıracak parası, sonra lehine hüküm verecek hakimi bulması gerekir. Adaletin dili, sahifede Türkiye Türkçesi, fiiliyatta kısık bir bürokratik Aramice ’ye dönüşmüştür.

Kibriyenin Maskesi-“Ben Milletin İmtihanıyım”

İktidar koltuğuna oturan kimileri, tıpkı o eski tanıdığın cümlesi gibi, “Benim imtihanım bitti; milletin imtihanıyım” diyerek kendini sorgunun karşısına değil, üstüne koyar. Lakin insan, sorguyu bırakıp ilan-ı zafer ettiğinde azgınlık başlar. Kur’an, “müstağni” tavrını, insanın en tehlikeli kırağısı olarak tanımlar: “Gerçekten insan, kendini müstağni gördüğünde azabilir.” (Alak/6-7)

Bugün müstağni devlet dili şöyle konuşuyor:

“Biz iyiliğin temsilcisiyiz; kötülük dış mihrakların işidir. Biz hata yapmayız; hata bize karşı yapılan eleştiridir. Biz konuşuruz; yargı onaylar. Biz veririz; medya kutsar.”

Oysa gerçek şu: İyilik, şahısların tekelinde değil; kötülük, muhaliflerin sırtına yüklenemez. Allah’ın terazisinde herkesin dosyası ayrı, tartısı adildir. İster saray sofrasında kuş lokması yesin, ister gecekondu mutfağında kuru ekmeği bölüşsün; kimse “imtihanım bitti” diye diploma alıp kenara çekilemez.

Hesap Gününe Dair Unutulan Gerçek

İbnü’l-Cevzî “Telbîsü’l-İblîs”te şeytanın en büyük hilesinin, kulun kalbine “Sen artık kurtuldun, fazîlet makamındasın” vesvesesini sokmak olduğunu söyler. Bu vesvese sızdığı anda kalp, cismin daracık göğsüne bile sığmaz; taşar. Sonra hangi makamdan hava alırsa alsın, balonun patlayacağı an bellidir.

Mansur’un saray duvarlarına şöyle yazılır: “Hesap çok çabuktur.” Bu ayet, gece nöbetçilerinin meşalelerini titretir. Hesap, mahşer koridorunda yavaş çekim bir film değildir; göz açıp kapayıncaya dek muntazam bir ışıktır, şaşıran yanar.

Bugünün güç odakları, geçmişin “mutlak dirlik” hayali kuranları gibi ölümü unutarak “ebedî yetki” vehmediyor. Gidip de dönmeyenlerin çokluğu, kalanların ibret formlarını doldurmaya yetmeli. Lakin göz kör, kulak sağır ise kalp kitlenir; işte o kilidi açacak anahtar ancak adaletin sesidir.

Adalet Yoksa Susmak da Fayda Vermez

Bir toplumda mahkeme kapısında sıralar uzar, içeriden “kopyala-yapıştır” kararlar fışkırır, bakan iyice semirir, gazeteci tüm bunları haberleştirince vatan haini ilan edilirse artık konuşulacak tek kelime kalır: Zulmün gölgesini uzatmayın!

Adaletin olmadığı bir yerde, ekonomi rakamlara, eğitim sınav puanlarına, sağlık raporlara, spor skor tablolarına, sanat gişe sayısına indirgenir; “insan” ise istatistiğe dönüşür. Zulüm istatistikten ibaret kalmayacak kadar canlıdır: yetim öksüzlüğünü, mahkûm duvarı, işçi paydosu, kadın şiddeti, çevre tahribatı, hayvan zulmü… Hepsi mahkeme kale kapısı önünde dosya biriktirirken yargıç kılıcının kını bile kıpırdamaz.

Hz. Ali’nin meşhur kırk bakır zırh davası, yanlış ellere düşse “zaman aşımından” düşerdi; hilâfet yüzüğünün takıldığı gün adaletin mührü sökülünce nice kanlı sayfa açıldı. Bugün “zaman aşımı” maskesi, katran gibi yasaların yüzüne sürülüyor; millet “ne yapalım, prosedür” diye avutuluyor.

Mizânı Yükseltmek

Peki umut yok mu? Elbette var. Haddi aşanın ipini kesen yine adalet olacaktır. Mevlana der:

“Adalet, bir şeyi yerli yerine koymak; zulüm, onu yerinden oynatmak.”

Yerinden oynayan bu düzen, yerli yerine konacağı günü bekliyor. Mizânı yükseltmek, devasa yapılar inşa etmekten değil, küçük insanların küçük haklarını teslim etmekten geçer. Bir işçinin gasp edilen tazminatını ödemek, yüz katlı adliye inşaatından daha kutsidir. Bir kadının, şiddet uygulayan eşe karşı korunması, dev ekranlı yargı tanıtımlarından daha hakikîdir. Bir gazetecinin dosyasını “derhal beraat” diye mühürlemek, “yüksek yargı yılı” açılış töreninden daha şereflidir.

Rahman'ın Kulu Olmak

Ben Rahman'ın kuluyum diyen, kendini “imtihanı bitmiş” mertebesine değil, sürekli imtihan meydanına bırakır. O meydanda kötüye karşı susmak, zulme ortak olmaktır. Adalet sancağı yere düşerken maddî imkân, ideolojik yandaşlık, makam koridorları, partizan heyecanlar kurtuluş getirmez. Kurtuluş, Musa’nın asasındaki hakikat kadar yalın: “Haddi bil, hakka teslim ol.”

Sonsöz yerine, Hz. Peygamber’in şu ikazıyla mühürleyelim:

“Nice insanlar vardır ki, Allah’ın rahmetiyle değil, kendi amelinin büyüklüğüyle cenneti hak ettiğini sanır. Allah onları amellerinin büyüklüğüyle değil, kalplerinde büyüttükleri kibirle hesaba çeker.”

Dostumun kibirli tespitiyle, devrin kibirli yönetim anlayışı aynı kefede. İkisi de “imtihan benim elimde” diyerek gölgesini beton kalıba döktü. Allah, o gölgeleri tek bir nefeste siler. Yeter ki biz, hak terazisinin ibresine parmak basmayalım.

Adaletle nefes almayanın akıbeti, Firavun ’un atları kadar ibret vericidir: dalga gelir, tuzlu çakıl tanesi bile kalmaz. Tarih seli bununla dolu; bizi de aynı vadide bekliyorlar.

Adalet varsa söz var; adalet bittiğinde, geriye sadece suskun bir mahşer kalır.

Erol Kekeç/05.07.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!