Bu Blogda Ara

7 Kasım 2025 Cuma

Yitik Kardeşliğin Toprakları


Toprak, insanın aynasıdır.

Üzerine bastığın yerin sesi, senin içinde taşıdığın yankıdır.

Bir zamanlar bu topraklarda kardeşlik bir kelime değil, bir hâldi.

Komşunun ekmeği senin açlığını doyurur, bir yabancının selâmı sana güven verirdi.

Sonra bir şeyler oldu…

İnsan, insana yavaş yavaş uzak düştü.

Bir selâmın sıcaklığı yerini şüpheye bıraktı; bir tebessüm, bir ihtiyat ifadesine dönüştü.

Sokaklar tanıdık olmaktan çıktı; evler yüksek duvarlara, kalplerse sessiz cezaevlerine dönüştü.

 

Hiçbir toplum bir günde çözülmez.

İnsan, bir sabah ansızın vicdanını kaybetmez.

Çürüme önce kelimelerde başlar:

“Biz” yerini “Ben’e, “kardeşim” yerini “rakibime” bırakır.

Ve zamanla, herkes kendi küçük tanrısına döner — kendi ideolojisini, kendi inancını, kendi kimliğini putlaştırır.

Böylece insanlık, taşlaşmış fikirlerin duvarlarında yankı veren bir yalnızlığa dönüşür.

 

Aidiyetin Zinciri

 

Bir zamanlar aidiyet, bir bağdı.

Şimdi ise bir kelepçe.

İnsanlar artık kime ait olduklarını değil, kimin dışında kaldıklarını konuşuyor.

Bir inancın, bir partinin, bir etnik grubun, bir düşüncenin mensubu olmak; bir insanın kim olduğunu değil, kim olmadığını tarif ediyor.

Kimlikler, kişiliklerin önüne geçmiş durumda.

Bir insanın doğruluğu, sözlerinin değil; ait olduğu grubun ağırlığıyla ölçülüyor.

Oysa kimliğin değil, kalbin rengiydi bir zamanlar ölçü.

 

Fakat kalplerin rengi soldu.

Birbirimize benzemeye çalışırken, aslında hepimiz kendi özümüzden uzaklaştık.

Kendimiz olmayı unutup, kime benzememiz gerektiğini tartıştık.

Ve bu topraklarda, insanın en büyük düşmanı artık “öteki” değil, “kendi benliği” oldu.

 

Bir düşünceye sahip olmak, o düşüncenin esiri olmak anlamına gelmeye başladı.

Farklı düşünenler, tehdit; farklı inananlar, düşman sayıldı.

Oysa insanın insanla farkı, onun zenginliğiydi.

Bir ormanın güzelliği, tek bir ağacın boyuyla değil; çeşitliliğiyle anlaşılır.

Ama biz çeşitliliği düşman, farklılığı fitne sandık.

Ve insanlık, bu yanlış anlamanın içinde yavaş yavaş eridi.

 

Sessizliğin Gürültüsü

 

Bugünün insanı artık konuşmuyor — bağırıyor.

Düşünmüyor — tekrarlıyor.

Dinlemiyor — yargılıyor.

Her kelime, bir cephe; her fikir, bir silah.

Birbirimizi anlamak yerine, alt etmeye çalışıyoruz.

Oysa anlamak, savaşmaktan daha büyük bir cesaret ister.

Çünkü anlamak, kendi dogmalarının gölgesine bakabilmektir.

Ama bu çağda kimse kendi gölgesini görmek istemiyor.

Karanlık hep “başkası”.

Karanlık hep “öteki”.

 

O yüzden bu çağın en korkutucu sessizliği, konuşamayan değil — konuştuğunda hiçbir şey söylemeyen insanlarda gizli.

Kelimeler boşaldı, anlamlar çürüdü, vicdan sustu.

Bir zamanlar bir cümlenin ardında yürek atışları duyulurdu; şimdi sadece gürültü var.

Gürültünün altında saklanan bir yorgunluk: insan olmanın yorgunluğu.

 

Toplum, artık bir “biz” olma çabası değil, bir “ben” olma yarışına dönüştü.

Herkes görünmek istiyor ama kimse anlaşılmak istemiyor.

Ve görünürlük arzusu, insanı içinden koparıyor.

Kendine ait bir kimlik değil, dışarıya ait bir izlenim yaratıyor.

Bu yüzden her yüz bir maske, her cümle bir rol, her ilişki bir vitrin haline geldi.

İnsanın içindeki boşluk, alkış sesleriyle doldurulmaya çalışılıyor.

 

Ruhun Kırılma Noktası

 

Yalnızlık bu çağın hastalığı değil; kaderi oldu.

Ama bu yalnızlık, sessiz bir inziva değil — kalabalıklar içindeki bir yokluk.

Bir zamanlar insanlar yalnız kalmak için dağlara çekilirdi;

şimdi kalabalıkların ortasında birbirine çarpa çarpa yalnızlaşıyor.

Bir yüz daha, bir söz daha, bir paylaşım daha…

Ama ruh, hâlâ aç.

 

Psikoloji artık bireysel bir mesele değil; toplumsal bir çığlık.

Korkularımız, sadece kişisel travmalardan değil; toplumsal bölünmelerden besleniyor.

Bir toplum, güven duygusunu yitirdiğinde; her birey paranoyaklaşır.

Birinin “kardeşim” dediğinde, diğerinin “acaba” dediği bir çağdayız.

Güven bittiğinde insanlık biter — çünkü güven, görünmeyen bir köprü gibidir; yıkıldığında kimse karşıya geçemez.

 

İşte bu yüzden bu topraklarda artık insanlar birbirine “güvenmiyor.”

Ve güvensizlik, tüm erdemlerin mezarıdır.

Bir milletin çöküşü, tankların geçişiyle değil, vicdanın susuşuyla başlar.

Vicdan, artık bir iç ses değil, bir rahatsızlık gibi görülüyor.

Doğruyu söyleyen, huzuru bozan; sessiz kalan, “olgun” sayılıyor.

 

Kimlikten Kişiliğe Giden Kayıp Yol

 

İnsan, kimliğini kaybedince değil, kimliğiyle var olmaya başlayınca kaybolur.

Çünkü kimlik, bir başlangıçtır; nihayet değil.

Bir inancın mensubu olmak, bir ideolojiyi savunmak, bir topluluğa ait olmak… bunlar insana yön verir ama insanı tanımlamaz.

Tanım, insanın özündedir:

Erdem.

Eğer bir kimlik, seni erdemli kılmıyorsa; o kimlik sadece bir süs, bir maske, bir yüktür.

 

Toplum, bu maske pazarında kim olduğunu unutmuş bir kalabalığa dönüştü.

Birileri inancını gösterişe dönüştürürken, diğerleri ahlakı slogana çevirdi.

Ve herkes kendini “doğru” sayarken, hakikat bir sükûtun içinde kayboldu.

 

Psikolojik olarak bu, bireyin “ayrışmış benliğidir.

Kendine ait bir iç tutarlılığı kalmayan insan, dış onayla beslenir.

Sosyolojik olarak bu, “dağılmış toplumsal bilinçtir.

Toplumsal vicdan, kendi değerlerini üretemediği noktada dış merkezlerden beslenir.

Felsefi olarak ise bu, “anlamın iflasıdır.

İnsan artık neden yaşadığını, neye inandığını, neye ait olduğunu bilmiyor.

Ve anlam kaybolduğunda, insan yönünü duygularla değil, korkularla bulmaya çalışıyor.

 

Korku; çağın en büyük tanrısıdır artık.

Korku, kalabalıkları yönetir, kalpleri dondurur, doğruları susturur.

İnsan, sevdiğinden değil; korktuğundan yana olur.

Ve korkunun hüküm sürdüğü yerde, insanlık sessizliğe gömülür.

 

Unutuşun Coğrafyası

 

Bu topraklarda bir zamanlar adalet bir kavram değil, bir yaşam biçimiydi.

Bir hak, kimin olduğu sorulmadan gözetilirdi.

Bir çocuk ağladığında, tüm mahalle duyardı.

Bir haksızlık yapıldığında, herkesin kalbi titrerdi.

Şimdi herkes kendi konforunda adalet bekliyor, ama kimse doğruluk için bedel ödemek istemiyor.

 

Adaletin olmadığı bir yerde inanç da ideoloji de anlamını yitirir.

Çünkü adalet, insanın Tanrı’yla arasındaki ahlaki bağdır.

O bağ koptuğunda, dillerde Allah’ın adı geçer ama kalplerde adalet bulunmaz.

Böyle bir çağda yaşıyoruz.

Ve bu çağ, insanın Tanrı’ya değil, kendine yabancılaştığı bir çağdır.


Erol Kekeç/18.09.2025/Sancaktepe/İST

Çalınan Gelecek Susan Vicdanlar

 


1.Eğitimde Çalınan Gelecek-Umudun Mezuniyeti

Çocukların gözleri parlak başlar hayata;
bir öğretmenin sesinde adaletin, bir annenin duasında geleceğin izini bulurlar.
Ama zamanla o parlak gözler solar, çünkü eğitim artık bir yükselme değil, bir yarış alanıdır.
Vicdanın değil, bağlantının kazandığı bir arenaya dönüşmüştür okul koridorları.

Bir zamanlar bilgi bir ışıkken, şimdi bir meta haline geldi.
Ders kitapları, ezberin duvarlarına hapsedilmiş; düşünce, sınav kodlarına indirgenmiş.
Bir çocuk, “Ben büyüyünce ne olacağım?” diye sorarken,
artık cevabı kendi yeteneğinde değil, babasının çevresinde arıyor.
Çünkü eğitim bir hak olmaktan çıkıp, bir imtiyaz haline geldi.

Oysa bir ülkenin geleceği, öğretmenlerinin yüreğinde başlar.
Ama biz öğretmeni açlığa, öğrenciyi umutsuzluğa, anne-babayı borca mahkûm ettik.
Sonra da “neden kimse inanmıyor geleceğe?” diye sorduk.
Belki de cevabı çok basit:
Çünkü çocuklar, umutla değil, haksızlıkla mezun oluyor.

Artık okul bahçelerinde oyun değil, kaygı sesleri var.
Bir sınav, bir kader çiziyor; bir test, bir hayat belirliyor.
Ve bu düzende en çalışkan olan değil, en şanslı olan kazanıyor.
Böyle bir sistemde başarı bir erdem değil, bir tesadüf haline gelir.
Ve tesadüflerin üzerine medeniyet kurulmaz.

Bir çocuk, “Ben de doktor olacağım” dediğinde,
belki gerçekten hayat kurtarmak istiyordur.
Ama biz o çocuğa diyoruz ki: “Önce sınav sistemini geç, sonra sistem seni yutsun.”
O çocuk artık bir meslek değil, bir mevki peşindedir.
Ve insanlık, böylece yavaşça eğitimin içinden çekilir.

Bir öğretmen bir kez daha içini çeker,
bir öğrenci bir kez daha “boşuna çalışıyorum” der…
Ve bir millet, kendi geleceğini fark etmeden sessizce mezun eder.

2. Ahlakta Çalınan Vicdan-Göğe Çekilen Değerler

Eskiden bir insanın sözü senetti.
Şimdi senet bile güven vermiyor.
“Güven” kelimesi, artık reklamlarda süs olarak kullanılıyor;
çünkü hayatın içinden çoktan çekilmiş durumda.

Ahlak, vitrinde sergilenen bir takı haline geldi.
İnsanlar dürüstlüğü anlatıyor ama yaşamıyor,
yardımı gösteriyor ama hissetmiyor,
merhameti övüyor ama uygulamıyor.
Kelimeler fazlalaştı, duygular azaldı.

Bir zamanlar “komşu hakkı” diye bir şey vardı.
Şimdi duvarların arkasında kim yaşar, kim ağlar bilmiyoruz.
Toplum, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesinin modern versiyonuna sığınmış:
“Bana dokunmuyorsa, sorun yoktur.”
İşte tam burada başlıyor çürüme.

Çünkü kötülük, sadece yapanla değil,
seyirci kalanla büyür.
Birisi haksızlık yaparken diğeri susar;
çünkü sessizlik artık en ucuz sigortadır bu çağda.
Kimse bedel ödemek istemiyor — o yüzden herkes sessiz.

Ama bil ki, vicdanını susturan insan,
bir gün kendi çocuklarının çığlıklarını da duyamaz.
Bugün bir haksızlığa göz yuman,
yarın o haksızlığın kurbanı olur.
Ve insanlık, sessizliğini korudukça yeryüzünde birer mezar taşı gibi durur.

Ahlakın kaybı, yavaş bir ölüm gibidir;
fark edilmez ama içten içe çürütür.
Bir gün bakarsın, dürüstlük bir aptallık gibi görünür,
yardımseverlik bir zayıflık sayılır,
ve “iyi olmak” artık modası geçmiş bir duygu olur.

İşte o gün, din göğe çekilir,
yeryüzünde sadece edebiyatı kalır.

3. Toplumda Çalınan Umut-Kalabalıklar İçinde Sessizlik

Bir ülkenin kalabalıkları arttıkça yalnızlığı da artıyor artık.
Çünkü insanlar birbirine dokunmadan geçiyor;
bir selamın yerini “görmezden gelme”,
bir tebessümün yerini “meşgulüm” aldı.

Toplum artık bir kalabalık, ama bir cemiyet değil.
İnsanlar aynı mekânda ama farklı dünyalarda yaşıyor.
Birinin acısı, diğerinin haberinde kayboluyor;
bir annenin feryadı, bir tweet kadar yankı buluyor.

Medya, insanın yüreğini uyuşturan bir morfin gibi çalışıyor.
Gerçek acılar, filtrelenmiş görüntülere dönüşüyor.
Bir çocuk enkaz altında ölürken,
birileri “izlenme oranı” hesaplıyor.
Ve biz, ekran başında kahvemizi yudumlarken,
insanlık bir piksel kadar küçülüyor.

Artık ağlamayı bile unuttuk.
Duyguların yerini “duyurular” aldı.
Birine yardım etmek yerine,
yardım ettiğimizi paylaşmayı öğrendik.
Yani iyilik bile gösteri malzemesi oldu.

Umutsuzluk, bu çağın görünmez virüsü.
Ve onu yayanlar, kötüler değil,
duygusuzlaşmış iyi insanlar.
Çünkü umut, sadece sözle değil, direnişle yaşar.
Ve biz artık direnmiyoruz — sadece rıza gösteriyoruz.

4. Geleceğin Sessiz Tanıkları-Uyanışa Çağrı

Bir gün gelecek,
çocuklarımız bizden hesap soracak:
“Niye sustunuz?”
“Niye izin verdiniz geleceğimizin çalınmasına?”

Ve biz o gün, cevap bulamayacağız.
Çünkü hırsızların değil, seyircilerin çoğaldığı bir çağdayız.
Artık kötülük, protesto edilmediği için değil, alışıldığı için güçlü.

Ama hâlâ geç değil.
Bir vicdan uyanışı, bir yürek hareketi,
bir “hayır!” deyişi, karanlığı yarabilir.
Bir anne, bir öğretmen, bir genç, bir kelime…
Hepsi, yeniden inşa için yeterli olabilir.

Unutma:
Bir kötülüğü durdurmak, bir medeniyeti yeniden başlatmaktır.
Ve her insan, sessiz kaldığı kadar suçludur.

Bu çağda en büyük cesaret,
susmamak değil — vicdanla konuşmaktır.
Çünkü geleceği çalanlara karşı atılan her kelime,
insanlığın yeniden doğuşunun işaretidir.

Erol Kekeç/07.11.2025/Sancaktepe/04.50/İst

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!