Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2025 Pazar

Altın Kalplerin Çamur Evleri-Bir Değişimin Sessiz Feryadı

 


Bir zamanlar...

Çamurdan yapılmış evler vardı. Toprak sıvaları her yağmurda kabarır, güneşte çatlar ama içinde yaşayanların yüreği hiç kabarmazdı. Dışı sade, içi sıcak o evlerde soba başında toplanan kalabalık aileler olurdu. Bir lokma ekmek, bir tas çorba, bir kucak sevgi… Her şey paylaşılırdı. Kimsenin ne yoksulluğu utanılacak bir şeydi ne de zenginliği övünülecek bir neden. İnsanlar birbirine bakarken para değil, yürek görürlerdi.

Bugün ise...

Altın kaplamalı evlerde yaşıyor insanlar. Yüksek duvarların ardında, elektrikli çitlerle çevrili villalarda. Yerler mermer, tavanlar avizelerle süslü, ama o evlerin içinden bir huzur, bir sıcaklık yükselmiyor. Her odada ayrı bir yalnızlık var. Kalpler taş, sözler sahte, gülüşler plastik...

Ne oldu da bu hale geldik?

Evin Ruhu ve İnsan Yüzü

Eskinin evleri sıvalı değildi belki ama içlerinde “ruh” vardı. Kapıdan girince sizi sarıveren bir “hoş geldin” hissi olurdu. Her odanın kokusu, dokusu başkaydı. Mutfakta annemin ekmek pişirdiği tandır taşının sıcaklığı vardı. Ocağın başında ısınan kediler, sabah namazına kalkan dedemin dua sesleri, kışın camdaki buğuda çizilmiş çocuk resimleri… Hepsi bir evin ruhunu oluştururdu.

Şimdi evler ruhsuz. Her biri katalogdan çıkma gibi. Mobilyalar aynı, perdeler aynı, mutfakta sanki yemek pişmemiş gibi. Çünkü artık evler yaşanmak için değil, “gösterilmek” için yapılıyor. Instagram’da beğeni almak için. Misafir ağırlamak için değil, “misafir gelmesin” diye dizayn edilmiş salonlar var artık. İnsanlar evlerinde yabancı, odalarında yalnız.

Kalbin Altınla İmtihanı

Eskiden altın kalpli insanlara rastlamak zordu ama imkânsız değildi. Çünkü altın kalplilik, çok para kazanmakla değil, azla yetinip çokça paylaşmakla olurdu. Komşu komşunun tenceresinden haberdardı. Çocuğu hasta olan için köy bir araya gelir, tarlasını sel götürenin zararı birlikte omuzlanırdı. Cenazede herkesin eli toprağa girer, düğünde herkesin avucu duaya açılırdı.

Bugün insanlar birbirini sadece ekranlardan tanıyor. Komşu kapısı ya kilitli ya da kameralı. Bir çocuk aç mı, yaşlı yalnız mı, kimse bilmiyor. Kalpler altın gibi parlamıyor artık; paranın altın hali, kalbin altın halini öldürdü. Zenginlik arttı, ama yürek fakirleşti. Oysa insanın gerçek zenginliği, cebinde değil, kalbindeydi.

Çamurun Samimiyeti, Betonun Soğukluğu

Çamur ev demek samimiyet demekti. O evler kokardı. Toprak kokusu, tandır kokusu, ahırdan gelen saman kokusu… Hepsi insana “hayat buradadır” derdi. Kimi zaman duvarları dökülürdü ama o duvarların ardında hiç kimse yıkılmazdı.

Şimdi duvarlar yıkılmıyor ama insanlar paramparça. Beton evlerin içinde sevgisizlikten ölen ruhlar var. Artık çocuklar toprağa değil, ekrana dokunuyor. Bahçede koşturmak yerine tablet başında büyüyor. Ağaçtan elma koparmamış, soba üzerinde kestane pişirmemiş, annesinin gözünün içine bakarak doya doya gülmemiş çocuklar var artık.

Ve bu yeni nesil, samimiyetin kokusunu bile bilmiyor.

Gösterişin Çağı "Neye Sahipsen, O'sun"

Eskiden bir insanın itibarı, sadakatiyle, merhametiyle, çalışkanlığıyla ölçülürdü. Şimdi ise ne marka araba sürdüğüne, hangi semtte oturduğuna, tatilini nerede yaptığına bakılıyor. Altın kalplilik yerini altın saatlere bıraktı.

Oysa bir zamanlar en kıymetli “saat”, komşunun evinden gelen iftar ezanıydı. En değerli “tatil”, dedenin köyde anlattığı hikâyelerdi. Ve en şık “giysi” bir annenin el emeğiyle ördüğü hırkaydı.

Bugünse, insanlar markaların içinde kayboldu. Etiketler, kişiliklerin önüne geçti. “İnsan” olmadan “influencer” olunur hale gelindi.

Bir Zamanlar…

Bir zamanlar...

  • Sabah kahvaltısı sofrada yapılırdı, şimdi arabada.

  • Dertler omuz omuza paylaşılırdı, şimdi gizli gizli psikologlarda.

  • Evlere “misafir” gelirdi, şimdi “randevu alınarak görüşülen” insanlar var.

  • İnsanlar birbirine dua ederdi, şimdi dava açıyor.

Bir zamanlar...

Yaz akşamları serinliği birlikte teneffüs ederdi insanlar. Damda uyumak, ayı izlemek, yıldız saymak vardı. Şimdi herkes klimasında tek başına uyuyor; yıldızlar mı? Gökyüzüyle irtibat bile kalmadı.

 “Altın Kaplı Evlerde Çamurlaşmış İnsanlar”

Bugünün en büyük trajedisi işte burada saklı: dışı altın olanın içi çamurla dolu. Görkemli evlerin, süslü hayatların ardında derin bir ruhsuzluk, vicdansızlık, sevgisizlik var. İnsanlar birbirine değil, ekranlara bağlanıyor. Aileler yemek sofralarında bile birbirinin yüzüne bakmıyor.

Yüreği çamurlaşan insanlar, başkalarının acılarına duyarsız. Bir çocuk savaşta ölüyor, bir anne açlıktan intihar ediyor, bir baba çaresiz kalıyor… Ama bunlar sadece “haberde geçiyor” bizim için. Tıpkı bir dizi gibi izleyip, sonra akşam yemeğimize dönüyoruz. Kalpler artık titremiyor. Vicdanlar pas tuttu.

Altınla kapladık evlerimizi, arabalarımızı, gardıroplarımızı... Ama içimizde bir boşluk var. Bu boşluk, ne para ile doluyor ne de şöhretle. Çünkü o boşluk, ruhun, kalbin, insanlığın boşluğu…

Ne Yapmalı?

Yeniden çamur evlere dönmemize gerek yok. Ama yeniden çamur evlerin insanlarına benzemeliyiz.

  • Yüreğimizi sadeleştirmeliyiz.

  • Paylaşmayı unutmamalı, bir tas çorbayı bile bölüşmeliyiz.

  • Gülüşlerimizi çocukça yapmalı, dertleri dostça paylaşmalıyız.

  • Gösterişten sıyrılıp, gönülden konuşmalıyız.

  • Eşyaları değil, insanları sevmeyi öğrenmeliyiz.

Altın kalpli insanlar olmak için altın almaya değil, kalp temizlemeye ihtiyacımız var.

Bir Duvarın Çatlağında Gizliydi İnsanlık

O çamur evler yıkıldı belki ama biz onları sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da terk ettik. Oysa gerçek ev, çatısı toprak değilse de kalbi toprak gibi olan bir insandır.

Dışarıdan ne kadar süslersek süsleyelim, içimiz çamurla dolduysa altın hiçbir işe yaramaz.

Gelin bu dünyayı bir çamur ev gibi görelim yeniden. Alçak gönüllü, sade ama sıcak… Gökyüzüne açık, yüreklere yakın.

Belki o zaman, altın kalpler yeniden doğar. Belki çocuklar yeniden yıldızları izler. Ve belki bir gün, birinin dilinden şu sözler dökülür:

“Bir zamanlar, altın kalpli insanlar yeniden var oldu. Ve dünya, sessizce gülümsedi…”

Erol Kekeç/13.06.2025/Sancaktepe/İST 

Sözün Bitip Yalanın Başladığı Yer Bugünün Siyaseti



 


Bundan belki yıllar sonra tarihçiler bu dönemi incelerken, uzun uzun şaşkınlıklarını yazacaklar.
Diyecekler ki:
"Nasıl oldu da milyonlarca insan, her gün kendisine yalan söyleyen insanlara alkış tuttu?
Nasıl oldu da bir halk, defalarca kandırıldığını bildiği halde aynı yüzlere umut bağladı?
Nasıl oldu da siyaset, halkın hizmetkârı olmak yerine efendisi oldu, ama kimse bunun farkına varamadı?"

Biz bugün, bu çarpıklığın tam ortasındayız.
Ve şunu artık yüksek sesle söylemenin vakti geldi:
Siyaset, bu ülkede halkı yönetmek değil; halkı aldatmak için kurulmuş bir illüzyon oyununa dönüştü.

Siyasetin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti

Siyaset, kelime anlamı olarak yönetmek, idare etmek, toplumu düzene sokmak gibi anlamlar taşır.
İdeal anlamda siyaset; halkı adaletle, şeffaflıkla, ehliyetle, liyakatle yönetmek için organize edilmiş bir mekanizmadır.
Toplumda huzurun, barışın, refahın, gelişmenin altyapısını kurmak için vardır.
Siyasetçi; halkın hizmetkârıdır, hesap verendir.
Siyaset; bilgiye, veriye, ahlaka ve vicdana dayanır.
Yani aslı itibariyle siyaset, bir erdem sanatıdır.

Ama ne zaman ki bu erdemin yerini çıkarlar aldı,
Ne zaman ki hesap vermek değil, sadece "seçimi kazanmak" öncelik hâline geldi,
İşte o zaman siyaset, bir yönetim sanatı olmaktan çıktı,
Halkı kandırma sanatı hâline geldi.

Bugün Türkiye'de siyaset, ahlaki bir mecra değil,
taktiksel bir manipülasyon tiyatrosudur.

Aldatma ve Manipülasyonun Kurumsallaşması

Bugün hangi politikacının konuşmasını açarsanız açın,
Geçmişte söylediği şeylerle çelişmeyen bir cümlesini bulmak neredeyse imkânsız.
Bir gün “asla yapmayız” dedikleri şeyi, ertesi gün “yaptık ve çok doğru yaptık” diye savunurlar.
Bir gün “hain” ilan ettiklerini, öbür gün “kardeşim” yaparlar.
Bir gün “bizim kırmızı çizgimiz” dedikleri şeyi,
Ertesi gün siler atarlar, hem de halkı ikna etmeye bile tenezzül etmeden.

Çünkü bilmektedirler ki:
Bu halkın hafızası zayıftır.
Ve bu halk; ne kadar kandırılırsa kandırılsın, yine kandırana koşacaktır.

Ve böylece yalanlar bir yöntem değil, bir sistem hâline gelir.
Siyasetçi, ne kadar çelişirse çelişsin,
Eğer medyasını, istatistiğini, anketini kontrol ediyorsa,
Her türlü manipülasyonu “doğruymuş gibi” sunabilir.

İşte buna, kurumsallaşmış aldatma denir.
Yani sadece kişisel bir yalan değil,
Devlet aygıtının içinden organize bir kandırma operasyonu...

Siyasetin Günlük Eğlenceye Dönüştüğü Zamanlar

Her gün televizyonları açtığınızda aynı yüzler, aynı mimikler, aynı boş vaatler…
Siyaset konuşması adı altında yapılanlar,
Aslında bir tür gösteri sanatıdır.

“Şov yapıyoruz, ama ciddiyiz” denilen bir çelişki…
Milletin gözüne baka baka edilen yalanlar,
Ve ertesi gün o yalanlara kahkahalarla gülen kitleler…
Bir kabare gibi:
Bir aktör çıkıyor, esip gürlüyor,
Arkasından bir başkası geliyor, ötekini yalanlıyor,
Sonra hepsi bir araya geliyor, unutulmuş gibi yapıyor…

Tıpkı bir şirket tiyatrosu gibi…
Senaryosu belli, oyuncuları sabit, sahnesi parıltılı, seyircisi hipnotize…
Ve dikkat edin:
Bu tiyatroda kimse “gerçeği” umursamıyor.
Herkes bir oyun oynuyor.
Herkes bir rol kesiyor.
Ama hakikat?
O sahnede hiç görünmüyor.

Milleti “Günlük Eğlence Malzemesi ”ne Dönüştüren İktidarlar

Günümüz siyasetinde millet, artık bir hedef değil; bir araçtır.
İktidarlar için halk;
Sadece seçim zamanı hatırlanacak bir sayıdan ibarettir.

Siyasetçi halkı kandırır,
Ama öyle bir dille yapar ki, kandırıldığını bile hissettirmez.
Ekonomi çöker, o hâlâ “uçuyoruz” der.
İşsizlik patlar, “bu bizim stratejimiz” der.
Adalet çöker, “karar bağımsızdır” der.
İnsanlar açlıktan kırılırken, “şükretmeyi unutmayın” diye vaaz verir.

Yani halk, bir deney kobayı gibi kullanılmakta,
Her türlü başarısızlık, bir “zafermiş” gibi sunulmakta,
Ve halk, bu büyük illüzyona mecbur bırakılmaktadır.

Siyasetçinin Hesap Vermezligi-Yalanın Özgürlüğü

Siyasetçinin en büyük güvencesi şudur:
Hesap vermez.
Çünkü zaten halk, hesap sormaz.
Ne bir bakan görevinden alınır,
Ne bir başkan özür diler,
Ne bir lider yanlışını kabul eder.

Dün dediğini bugün inkâr etmek normalleşmiştir.
Bugün muhalefeti suçlayan,
Yarın aynı şeyleri kendi yaparken hiçbir yüz kızarması göstermez.
Çünkü yüz kalmamıştır.

Ve halk, tüm bu olanlara rağmen,
O siyasî figürü alkışlamaya devam eder.
İşte bu, büyük çöküştür.
Ahlaki felâket budur.

Bilimsel Planlamanın Yerini Popülizm Alınca

Gerçek siyaset, bilimsel verilerle yapılır.
Uzun vadeli planlama, sağlam kadrolar, liyakat esaslı atamalar, adaletli kararlar gerekir.
Ama bugünkü sistemde bunların hepsi rafa kaldırılmıştır.

Onun yerine ne vardır?
Göz boyama…
Kısa vadeli müjdeler…
Seçim öncesi “bir defalık” yardımlar…
Ve elbette “algı operasyonları”…

Bir ülkenin ekonomisi çökerken hâlâ “büyüme rekoru kırıyoruz” diyebilen bir sistem varsa,
Orada bilim değil, büyü yapılıyordur.

Ve bu büyüye halkı inandırmak için medya, anket şirketleri, troller, sosyal medya orduları seferber olur.
Yani yalan; sadece ağızdan çıkmaz,
Devletin bütçesinden beslenir.

“Halk İçin” Değil, “Kendisi İçin” Siyaset

Siyasetçi bir makama geldikten sonra halkı unutur.
Artık onun önceliği makamı korumaktır.
O yüzden ilk değişen şey, “dili” olur.

Seçim öncesi: “Biz hizmet için geliyoruz.”
Seçim sonrası: “Bizi eleştiren vatan hainidir.”

Seçim öncesi: “Halkın sofrasında olacağız.”
Seçim sonrası: “Lüks araçlar, korumalar, protokol orduları…”

Yani siyasetçinin değişmeyen özelliği,
İktidar koltuğunda kendine saray inşa ederken, halkı çadırda yaşamaya mahkûm etmesidir.

Ve en büyük utanç şudur:
Millet, bu zulme alışmıştır.

Çözüm Ne? Siyaset Yeniden Ahlaklı Olabilir mi?

Elbette çözümler vardır.
Ama bu, mevcut sistem içinde mümkün değildir.

Çünkü bu sistem, halkı kandırmaya göre kurgulanmıştır.
Burada dürüst bir siyasetçi barınamaz.
Burada ahlaklı olan dışlanır.
Burada şeffaf olan linç edilir.

Çözüm, önce halkın uyanmasıdır.
Unutmamalıyız ki:
Yalancı bir siyasetçi kadar, o yalana inanan halk da sorumludur.

Eğer millet hesap sorarsa,
Siyasetçinin dili değişir.
Eğer halk bilgiyle, bilinçle yaklaşırsa,
Yalanı ayıklamaya başlar.
Eğer medya özgür olur, bilim rehber olur,
O zaman siyaset, gerçekten yönetim sanatı hâline gelebilir.

Maskeler Düşmeden Değişim Olmaz

Bugün geldiğimiz nokta, siyaset adına bir ahlak iflasıdır.
Ne sözün bir değeri kalmıştır,
Ne yeminlerin, ne yasal sorumlulukların...

Siyaset; milleti oyalamak, avutmak, eğlendirmek için yapılan bir şov hâline gelmiştir.
Ama artık bu maskeleri indirme vakti gelmiştir.

Yarın bir gün tarih yazıldığında bu dönem şöyle anılacaktır:

“Yalanın, manipülasyonun, çelişkinin hüküm sürdüğü,
Halkın kandırılmayı alışkanlık edindiği,
Siyasetin aldatmanın kurumsal adı olduğu bir dönem…”

Ama belki de bazıları, işte o günün utancını bugünden hissetmeli.

Çünkü asıl mesele, ne partidir, ne liderdir, ne propaganda…
Asıl mesele: Gerçeği konuşma cesaretidir.

Ve bu yazı, bir başlangıç olsun diye yazıldı...

Bahadır Hataylı/10.06.2025/Sancaktepe/İST

Yola Çıkmadan Evvel Yolun Yol Olması Gerekir

 


Bir yola çıkmak...

Her şey burada başlıyor gibi görünse de, aslında birçok insan için hikâye burada bitiyor. Çünkü biz, çoğu zaman çıkılan yoldan önce, “neden çıkıldığını” sormuyoruz.
Yol dediğimiz şey, herkesin ağzında sakız olmuş bir mecaz: “Yola çıkmak”, “Yolda olmak”, “Kendi yolunu çizmek”, “Yol arkadaşlığı”… Ama kaç kişi düşünmüştür şu basit gerçeği:

Bir yola çıkmak için önce o yolun gerçekten “yol” olması gerekir.
Yani varılacak bir yer, gösterilen bir yön, katlanılacak bir bedel ve sonunda bir anlam olmalı.
Çünkü eğer gittiğin şey yol değilse, çektiğin zahmet de yolculuk değil; boşuna harcanmış bir ömürdür.

Yolculuk Değil, Sürükleniş

Bugün birçok insan yolda olduğunu zanneder ama aslında bir sürükleniş içindedir.
Bir rüzgâr savurmuştur onu bir yöne; herkes oraya gittiği için o da gitmektedir.
Popüler olan neyse, moda olan neyse, kalabalık nereye akıyorsa...
İnsanlar da "o yoldayım" diyerek orada olmayı bir kıymet sayar.
Ama durup sormazlar:
Bu yol nereye gidiyor?
Beni ben yapan neyi götürüyor içimden?
Bu zahmetin sonunda gerçekten bir menzil var mı? Yoksa sadece başka bir boşluğa mı çıkıyor?

Bir düşün:
Çölde yürüyen bir adamı hayal et.
Ayakları yanıyor, dili damağı kurumuş, sırtındaki yük her adımda daha da ağırlaşıyor.
Ve sonunda varıyor…
Ama vardığı yer bir serap!
Oysa o, başta sadece bir yudum su içeceğini bilseydi, onca eziyete katlanmazdı.
Yani mesele sadece yürümek değil;
Yürümeye değer bir yere doğru yürümek.

Yol Değil, Yön Sorunu

“Yol” dediğimiz şeyin en temel unsuru “istikamettir.
İstikameti olmayan bir çizgi, yol değil, dağınıklıktır.
Ne yana gittiğin, seni nereden nereye taşıdığı, seni neye dönüştürdüğü...
Bunlar düşünülmeden çıkılan her yol, aslında çıkılmış değil, içine düşülmüş bir yoldur.

Bir zamanlar bir dağcının hatıralarını okumuştum.
Adam yıllarca zirveye tırmanmak için hazırlık yapmış.
Antrenmanlar, araçlar, ekipmanlar, hayaller…
Nihayet zirveye ulaşmış.
Ama orada hiçbir şey bulamamış.
Ne huzur, ne anlam, ne tatmin…
Sadece bir soru:
“Ben bunu neden yaptım?”

Bu söz beni derinden sarstı.
Çünkü hepimiz bir şekilde bir şeyin “zirvesine” tırmanmakla meşgulüz:
Statünün, servetin, şöhretin, aşkın, akademinin, birikimin, gücün…
Ama bu zirvelere çıkmadan önce kimse sormuyor:
Orada ne var?
Oraya varınca insan ne olur?

Yolun Bedeli ve Değeri

Gerçek bir yolculuk, bedel ister.
Ter, gözyaşı, fedakârlık, sabır, yorgunluk…
Ama işte mesele burada başlar:
Çektiğin çileye değiyor mu bu yol?
Yani eğer yolun sonunda sana ait bir mana, bir derinlik, bir hakikat yoksa…
Çektiğin zahmet kutsal değil, sadece gereksizdir.

Hani insanlar “her şey bir tecrübedir” der ya…
Hayır.
Her şey bir tecrübe değildir.
Bazı yollar seni alçaltır.
Bazı yollar seni yorar ama hiçbir yere götürmez.
Bazı yollar seni değiştirir ama bu değişim gelişmek değil, yozlaşmak olur.

Bugün yüz binlerce genç, “kariyer” yoluna giriyor.
Sırf daha iyi yaşamak, daha çok kazanmak, daha çok görünmek için…
Yol güzel görünüyor: Ofisler, diplomalar, unvanlar, saygınlık...
Ama içeriden dökülen insanlara bak.
Yorgunlar, karamsarlar, heyecansızlar…
Çünkü yol güzelmiş gibi yapılmış ama içi boş.

Yolun Olmadığı Yolda Kaybolmak

En tehlikelisi de budur:
Yol zannedilen yerin, aslında bir yol olmaması.
Yani ne bir istikameti var, ne de bir sonu.
Ama kalabalık oradan geçiyor diye orası yol sanılıyor.

Çok kişi bir işe girer çünkü “herkes orada”.
Bir bölüme yazılır çünkü “geleceği var” derler.
Bir hayat kurar çünkü “toplum onu onaylar.”
Ama sonra geceleri uyuyamaz,
Sabahları kendini zorla işe götürür.
İçinde bir huzursuzluk, bir boşluk büyür.

İşte bu yüzden,
Her yol, yürünmeden önce sorgulanmalı.
Çünkü “yürümek” değerli bir eylemdir.
Ve her değerli eylem gibi, ancak hak edene sunulmalı.

Hakkıyla Yol Sayılacak Yollar

Peki gerçek yol nedir?
Hangi yol, zahmete, fedakârlığa, mücadeleye değer?

İşte burada devreye giren kavram:
Menzil.
Yani ulaşılacak yer, kavuşulacak anlam, erişilecek hakikat…

Gerçek yol, seni “senin özüne” götüren yoldur.
Seni tüketmeyen, aksine dönüştüren…
Seni başkalarının gözünde büyütmek için değil,
Allah’ın huzurunda küçültmek için kat edilen bir yoldur.

Kimi için bu yol, bir davadır.
Kimi için ilimdir,
Kimi için hizmettir,
Kimi için sebat,
Kimi için sadece “temiz kalmak ”tır.
Ama ne olursa olsun, bu yol senin kalbini büyütüyorsa, yol olmaya değer.

Yolun Yolcuya Katkısı

Yol sadece gidilen bir yer değil;
Aynı zamanda “olduğun kişiden, olman gereken kişiye” evrildiğin süreçtir.
Bu yüzden yol, dıştan çok içtedir.
Bir adım attığında aslında hem dışarda yürürsün, hem içerde…
Dışta toprak aşınırken, içte benlik kırılır.
Dışta ter dökülürken, içte nefs çözülür.

O yüzden “Yolculuk seni değiştirir” diyoruz.
Ama hangi yolda?
Yol gibi görünen her patika, seni geliştirir mi?
Hayır.
Bazen seni kendi karanlığına daha da yakınlaştırır.
İşte bu yüzden yola değil, yolculuğun niyetine bak.

Yola Çıkmadan Evvel

Yola çıkmadan önce sormalısın:
Bu yol bana ne kazandıracak?
Ben bu yol için neyimi feda ediyorum?
Bu yolun sonunda ben kim olacağım?
Ve en önemlisi:
Bu yol gerçekten bir “yol” mu? Yoksa sadece kalabalığın açtığı bir iz mi?

Kimi zaman yola çıkmamak en doğru yoldur.
Kimi zaman durup kendi yönünü çizmek…
Kimi zaman da yürümektense beklemek, daha büyük bir cesarettir.

Yürümek Değil, Yön Bulmaktır Mühim Olan

Hayat bir yolculuk olabilir.
Ama önemli olan her yolda yürümek değil,
Yürünecek yolda yürümektir.
Boşuna değil Mevlâna’nın şu sözü,

“Her yol doğru olsa,
Kervana rehber gerekmezdi.”

Çünkü bazen yolda olmak, yoldan çıkmaktır.
Bazen kalabalıklar içinde yürümek, aslında yalnızca kendi yıkımına doğru ilerlemektir.

Ve unutma:
Yolculuğun bedeli varsa, bir anlamı da olmalı.
Aksi hâlde…
Boşa yürürsün.
Yorulursun.
Ve sonunda…
“Ben buraya neden geldim?” diye sorduğunda,
Cevap bulamazsın....İşte tek gerçek ve hakikat..."Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Salih ameller yapan Müminlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler"  İsra/9

Erol Kekeç/22.04.2024/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!