Bir zamanlar...
Çamurdan yapılmış evler vardı. Toprak sıvaları her yağmurda kabarır, güneşte çatlar ama içinde yaşayanların yüreği hiç kabarmazdı. Dışı sade, içi sıcak o evlerde soba başında toplanan kalabalık aileler olurdu. Bir lokma ekmek, bir tas çorba, bir kucak sevgi… Her şey paylaşılırdı. Kimsenin ne yoksulluğu utanılacak bir şeydi ne de zenginliği övünülecek bir neden. İnsanlar birbirine bakarken para değil, yürek görürlerdi.
Bugün ise...
Altın kaplamalı evlerde yaşıyor insanlar. Yüksek duvarların ardında, elektrikli çitlerle çevrili villalarda. Yerler mermer, tavanlar avizelerle süslü, ama o evlerin içinden bir huzur, bir sıcaklık yükselmiyor. Her odada ayrı bir yalnızlık var. Kalpler taş, sözler sahte, gülüşler plastik...
Ne oldu da bu hale geldik?
Evin Ruhu ve İnsan Yüzü
Eskinin evleri sıvalı değildi belki ama içlerinde “ruh” vardı. Kapıdan girince sizi sarıveren bir “hoş geldin” hissi olurdu. Her odanın kokusu, dokusu başkaydı. Mutfakta annemin ekmek pişirdiği tandır taşının sıcaklığı vardı. Ocağın başında ısınan kediler, sabah namazına kalkan dedemin dua sesleri, kışın camdaki buğuda çizilmiş çocuk resimleri… Hepsi bir evin ruhunu oluştururdu.
Şimdi evler ruhsuz. Her biri katalogdan çıkma gibi. Mobilyalar aynı, perdeler aynı, mutfakta sanki yemek pişmemiş gibi. Çünkü artık evler yaşanmak için değil, “gösterilmek” için yapılıyor. Instagram’da beğeni almak için. Misafir ağırlamak için değil, “misafir gelmesin” diye dizayn edilmiş salonlar var artık. İnsanlar evlerinde yabancı, odalarında yalnız.
Kalbin Altınla İmtihanı
Eskiden altın kalpli insanlara rastlamak zordu ama imkânsız değildi. Çünkü altın kalplilik, çok para kazanmakla değil, azla yetinip çokça paylaşmakla olurdu. Komşu komşunun tenceresinden haberdardı. Çocuğu hasta olan için köy bir araya gelir, tarlasını sel götürenin zararı birlikte omuzlanırdı. Cenazede herkesin eli toprağa girer, düğünde herkesin avucu duaya açılırdı.
Bugün insanlar birbirini sadece ekranlardan tanıyor. Komşu kapısı ya kilitli ya da kameralı. Bir çocuk aç mı, yaşlı yalnız mı, kimse bilmiyor. Kalpler altın gibi parlamıyor artık; paranın altın hali, kalbin altın halini öldürdü. Zenginlik arttı, ama yürek fakirleşti. Oysa insanın gerçek zenginliği, cebinde değil, kalbindeydi.
Çamurun Samimiyeti, Betonun Soğukluğu
Çamur ev demek samimiyet demekti. O evler kokardı. Toprak kokusu, tandır kokusu, ahırdan gelen saman kokusu… Hepsi insana “hayat buradadır” derdi. Kimi zaman duvarları dökülürdü ama o duvarların ardında hiç kimse yıkılmazdı.
Şimdi duvarlar yıkılmıyor ama insanlar paramparça. Beton evlerin içinde sevgisizlikten ölen ruhlar var. Artık çocuklar toprağa değil, ekrana dokunuyor. Bahçede koşturmak yerine tablet başında büyüyor. Ağaçtan elma koparmamış, soba üzerinde kestane pişirmemiş, annesinin gözünün içine bakarak doya doya gülmemiş çocuklar var artık.
Ve bu yeni nesil, samimiyetin kokusunu bile bilmiyor.
Gösterişin Çağı "Neye Sahipsen, O'sun"
Eskiden bir insanın itibarı, sadakatiyle, merhametiyle, çalışkanlığıyla ölçülürdü. Şimdi ise ne marka araba sürdüğüne, hangi semtte oturduğuna, tatilini nerede yaptığına bakılıyor. Altın kalplilik yerini altın saatlere bıraktı.
Oysa bir zamanlar en kıymetli “saat”, komşunun evinden gelen iftar ezanıydı. En değerli “tatil”, dedenin köyde anlattığı hikâyelerdi. Ve en şık “giysi” bir annenin el emeğiyle ördüğü hırkaydı.
Bugünse, insanlar markaların içinde kayboldu. Etiketler, kişiliklerin önüne geçti. “İnsan” olmadan “influencer” olunur hale gelindi.
Bir Zamanlar…
Bir zamanlar...
-
Sabah kahvaltısı sofrada yapılırdı, şimdi arabada.
-
Dertler omuz omuza paylaşılırdı, şimdi gizli gizli psikologlarda.
-
Evlere “misafir” gelirdi, şimdi “randevu alınarak görüşülen” insanlar var.
-
İnsanlar birbirine dua ederdi, şimdi dava açıyor.
Bir zamanlar...
Yaz akşamları serinliği birlikte teneffüs ederdi insanlar. Damda uyumak, ayı izlemek, yıldız saymak vardı. Şimdi herkes klimasında tek başına uyuyor; yıldızlar mı? Gökyüzüyle irtibat bile kalmadı.
“Altın Kaplı Evlerde Çamurlaşmış İnsanlar”
Bugünün en büyük trajedisi işte burada saklı: dışı altın olanın içi çamurla dolu. Görkemli evlerin, süslü hayatların ardında derin bir ruhsuzluk, vicdansızlık, sevgisizlik var. İnsanlar birbirine değil, ekranlara bağlanıyor. Aileler yemek sofralarında bile birbirinin yüzüne bakmıyor.
Yüreği çamurlaşan insanlar, başkalarının acılarına duyarsız. Bir çocuk savaşta ölüyor, bir anne açlıktan intihar ediyor, bir baba çaresiz kalıyor… Ama bunlar sadece “haberde geçiyor” bizim için. Tıpkı bir dizi gibi izleyip, sonra akşam yemeğimize dönüyoruz. Kalpler artık titremiyor. Vicdanlar pas tuttu.
Altınla kapladık evlerimizi, arabalarımızı, gardıroplarımızı... Ama içimizde bir boşluk var. Bu boşluk, ne para ile doluyor ne de şöhretle. Çünkü o boşluk, ruhun, kalbin, insanlığın boşluğu…
Ne Yapmalı?
Yeniden çamur evlere dönmemize gerek yok. Ama yeniden çamur evlerin insanlarına benzemeliyiz.
-
Yüreğimizi sadeleştirmeliyiz.
-
Paylaşmayı unutmamalı, bir tas çorbayı bile bölüşmeliyiz.
-
Gülüşlerimizi çocukça yapmalı, dertleri dostça paylaşmalıyız.
-
Gösterişten sıyrılıp, gönülden konuşmalıyız.
-
Eşyaları değil, insanları sevmeyi öğrenmeliyiz.
Altın kalpli insanlar olmak için altın almaya değil, kalp temizlemeye ihtiyacımız var.
Bir Duvarın Çatlağında Gizliydi İnsanlık
O çamur evler yıkıldı belki ama biz onları sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da terk ettik. Oysa gerçek ev, çatısı toprak değilse de kalbi toprak gibi olan bir insandır.
Dışarıdan ne kadar süslersek süsleyelim, içimiz çamurla dolduysa altın hiçbir işe yaramaz.
Gelin bu dünyayı bir çamur ev gibi görelim yeniden. Alçak gönüllü, sade ama sıcak… Gökyüzüne açık, yüreklere yakın.
Belki o zaman, altın kalpler yeniden doğar. Belki çocuklar yeniden yıldızları izler. Ve belki bir gün, birinin dilinden şu sözler dökülür:
“Bir zamanlar, altın kalpli insanlar yeniden var oldu. Ve dünya, sessizce gülümsedi…”
Erol Kekeç/13.06.2025/Sancaktepe/İST