“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.”
— Maksim Gorki, Ana (1906)
Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz habercisidir. Cesetler değil, ruhlar gömülmeye başladığında bir ülke karanlığa gömülür. Gorki’nin sözleri, yalnızca 20. yüzyılın başındaki Rusya’ya değil, bugün hâlâ soluksuz kalan bütün toplumlara hitap eder. Çünkü modern çağ, insan bedenini değil, ruhunu öldürmenin sanatını öğrenmiştir. Bu öldürme, kurşunla değil; sistemlerle, kurumlarla, ideolojilerle, statülerle yapılır. Ve en tehlikelisi: bu cinayetin failleri, kendilerini “devlet”, “toplum düzeni”, “ahlak”, “ilerleme” ya da “vatan sevgisi” gibi yüce kavramların ardına gizlerler.
1. Yaşamın Ruhsal Boyutu-İnsan Olmanın Anlamı
Yaşam, biyolojik bir süreç değildir sadece; bir bilinç yolculuğudur. İnsan, doğduğu andan itibaren sadece yaşamakla kalmaz, anlam arar. Çünkü ruh, anlamla beslenir. Anlamın yokluğunda, insan ne kadar yaşarsa yaşasın, var olamaz. Gorki’nin “ruhun öldürülmesi” dediği şey, tam da bu anlam kaybıdır. İnsan, çalışır ama nedenini bilmez; sever ama hissedemez; inanır ama anlamaz; yaşar ama fark etmez.
Modern toplumlar, bu ruhsuzluk hâlini normalleştirmiştir. İnsanların gözlerinde ışıltı yerine yorgunluk, seslerinde umut yerine şikâyet vardır. Çünkü sistem, insanı “yaşayan varlık” olmaktan çıkarıp “işlevsel birey”e indirgemiştir. Artık insanlar anlam üretmez, görev yapar. Ruh bu düzende nefes alamaz; çünkü ruhun dili sorgulamadır, sistemin dili itaat.
2. Aile-Sevginin Kurumlaşmış Biçimi mi, Ruhun İlk Zinciri mi?
Aile, insanın dünyaya gözünü açtığı ilk kurumdur. Ruh, ilk defa burada şekillenir. Ancak modern aile, artık sevginin değil, beklentinin kurumu olmuştur. Çocuk, bir birey olarak değil, toplumun beklentilerini taşıyacak bir “proje” olarak görülür. Ebeveynler, sevgiyi koşullu verirler: “İyi not alırsan seni severim.” “Bizi utandırmazsan seninle gurur duyarız.”
Oysa bu sevgi değil, manipülasyondur. Ruh, koşulsuz sevgide gelişir; koşullu sevgide körelir. Aile, bireye özgürlük alanı sunmak yerine onu biçimlendirmeye, kontrol etmeye çalıştığında; orada sevgi değil, korku büyür.
Toplumsal lakaytlık burada başlar: Çocuğun ruhu kırılır ama kimse bunu fark etmez. Çünkü dışarıdan bakıldığında her şey “normaldir.” Bu “normallik”, ruhsal cinayetlerin en sinsi biçimidir. Gorki’nin dediği gibi, insanlar ölmüyor, ama ruhları öldürülüyor.
3. Eğitim- Zihni Doldurmak, Ruhun Boşalması
Eğitim, bir toplumun vicdanıdır. Fakat bugün, eğitimin amacı ruhu beslemek değil, sistemi sürdürmektir. Okullar, çocuklara düşünmeyi değil, itaat etmeyi öğretir. Sorular sormak yerine, doğru cevapları ezberlemeleri istenir. Oysa yaşamın özü, soruda saklıdır; cevabın tekrarı, ruhun ölümüdür.
Eğitimdeki lakaytlık, yalnızca müfredatın yetersizliği değil; ruhun yok sayılmasıdır. Sanat dersleri azaltılır, felsefe değersizleştirilir, edebiyat “gereksiz” görülür. Çünkü sistem, duygusal ve düşünen insanlardan değil, işlevsel işçilerden yanadır.
Bir toplumun ruhunu öldürmek istiyorsan, onun çocuklarının merak duygusunu sustur. Çünkü merak, insanın Allah'tan aldığı en kutsal kıvılcımdır. Bu kıvılcım söndüğünde, toplum karanlığa gömülür.
4. Din-İnançtan İtaate, Ahlaktan Görünüme
Din, ruhun yön bulma çabasıdır. Ama din kurumsallaştıkça, anlamdan çok biçime, ahlaktan çok gösteriye dönüşür. İnsanı özgürleştirmesi gereken inanç, korkunun aracı olur. İnsan, Allah'a yaklaşmak yerine, Allah adına konuşanlara teslim olur.
Ruhun ölümü burada, en sinsi hâlini alır. Çünkü insanlar bu ölümü “iman” sanır. Dinin özü, vicdan ve merhamettir; ancak birçok toplumsal kurum, dini itaatin kılıfı hâline getirir. Böylece ruh, özgürlüğünü kaybeder.
Dini lakaytlık, kutsalın ticarete, ibadetin statüye, inancın politik araca dönüşmesidir. Ruhun ölümü, dua eden ellerde değil; vicdanını susturan kalplerde gerçekleşir.
5. Devlet-Gücün Ruhsuzlaşması
Devlet, insan ruhunun kolektif biçimidir. Onun görevi, bireylerin onurunu korumaktır. Ancak devlet, gücü bir amaç hâline getirdiğinde, ruhsuz bir makineye dönüşür. Adalet terazisi şaştığında, insanın içindeki güven duygusu da ölür.
Gorki’nin “devlet diyorlar” ifadesi, bir sistem eleştirisidir: Toplumun vicdanı olması gereken yapı, ruhun celladına dönüşmüştür. Gücün merkezinde vicdan yoksa, orada insan yoktur.
Modern devletlerin lakaytlığı, yalnızca yolsuzluk ya da eşitsizlik değildir. Asıl lakaytlık, insanın ruhsal ihtiyaçlarını görmezden gelmektir. İnsan sadece güvenlik değil, anlam da ister; sadece iş değil, adalet de ister. Devlet, bu hakikati unuttuğunda, vatandaş değil, itaatkârlar üretir.
6. Ekonomi-Ruhun Tüketilmesi
Kapitalist çağda ekonomi, yalnızca malları değil, ruhları da pazarlamaktadır. İnsanlar artık ihtiyaçlarını değil, kimliklerini satın alır. Reklamlar, “var olmanın” yolunu sahip olmaktan geçirir. Ruh, tüketim nesnesine dönüşür.
Bir zamanlar insanlar çalışarak yaşardı; şimdi, yaşamak için çalıştıklarını bile unuttular. Ekonomik sistem, insanın emeğini, zamanını ve duygularını metalaştırmıştır. Ruh, rakamlara sıkıştırılmıştır.
Toplumsal lakaytlık burada da kendini gösterir: Yoksulların açlığı, zenginlerin vicdanında yankı bulmaz. Tüketim toplumu, merhameti lüks, paylaşmayı zayıflık olarak görür. Oysa ruh, en çok paylaşırken büyür.
7. Medya ve Kültür-Algının Zindanı
Medya, çağımızın yeni Tanrısıdır. Gerçeği değil, görüntüyü kutsar. İnsanlar artık “olmak” yerine “görünmek” ister. Ruh, imajın gölgesinde yok olur.
Haberler, eğlenceye; fikirler, slogana; insanlar, tıklanmaya dönüşür. Gerçeğin yerini gösteri alır. Medyanın lakaytlığı, yalan söylemesinden değil, gerçeği umursamamasından kaynaklanır.
Kültür endüstrisi, insanın ruhsal açlığını fast-food misali doyurur: hızlı, yüzeysel, anlamsız. Derin düşünce yerine “trend”, içsel farkındalık yerine “popülerlik” gelir. Böylece toplum, kendi ruhsuzluğuna alkış tutar.
8. Bilim ve Teknoloji-Ruhsuz Akıl
Bilim, insanın doğayı anlama çabasıdır. Ancak bilim, etik temelden koparsa, ruhsuz bir güç hâline gelir. Teknoloji, insanı özgürleştirmek yerine bağımlılaştırır. Bilgi artar, bilgelik azalır.
Toplumsal lakaytlık burada da kendini gösterir: İnsan, doğayı fethetmekle övünür ama ruhunu yitirir. Her şey ölçülür, hesaplanır, optimize edilir — ama insanın içsel acısı, hiçbir algoritmada yer bulmaz.
Bilimin amacı yaşamı kolaylaştırmak değil, anlamlı kılmak olmalıdır. Ruhun sesi duyulmadıkça, bilgi yalnızca bir araç olur; hatta bir silah. Gorki’nin dediği gibi, “bir takım silahlar çıkarıyorlar, sonra bunu yapanlara devlet diyorlar.” Bugün o silahlar artık sadece mermilerden değil, verilerden, medyadan, hatta dilden yapılmaktadır.
9. Ruhun Ölümünün Sonuçları-Anlamsızlık Çağı
Ruhun öldüğü bir toplumda üç şey kaybolur: vicdan, umut, empati. İnsanlar birbirini duymadan konuşur, görmeden bakar, sevmeden dokunur. Toplumsal lakaytlık, bu körleşmenin kolektif hâlidir.
İnsanlar artık kötülüğe değil, ilgisizliğe yenilmektedir. Bir çocuk sokakta üşür, ama kimse bakmaz. Bir kadın haksızlığa uğrar, ama kimse duymak istemez. Çünkü ruhu ölen bir toplum, sadece kendi konforuna odaklanır.
Gorki’nin 1906’da yazdığı bu sözler, aslında bir uyarıdır: “Ruh öldüğünde, insan artık bir araçtır.” Bugün de bu uyarı hâlâ geçerlidir. İnsanların gözlerindeki boşluk, bu çağın en acı kanıtıdır.
10. Direnişin Adı-Ruhun Yeniden Doğuşu
Ama ruh ölse de, külleri altında bir kıvılcım kalır. İnsan, anlamı aramaktan vazgeçtiğinde bile, içten içe bir ses “daha fazlası olmalı” der. İşte o ses, ruhun son direnişidir.
Bu direniş, büyük ideolojilerle değil, küçük farkındalıklarla başlar. Bir çocuğa şefkatle yaklaşmak, bir adaletsizliğe “hayır” diyebilmek, bir kitabı samimiyetle okumak — bunların her biri ruhun yeniden doğuşudur.
Toplumsal kurumların lakaytlığına karşı, bireyin vicdanı son kaledir. Ruhun ölmediği tek yer, insanın kendi içindeki sessiz sorgulamadır. Eğer o sorgu sürerse, umut da sürer.
Ruhun öldürülmesi, insanın kendi varoluşuna ihanetidir. Ama bu ihanet, farkındalıkla aşılabilir. Toplumsal kurumlar —aile, eğitim, din, devlet, ekonomi, medya, bilim— yeniden insan merkezli olmadıkça, toplumun ruhu canlanmayacaktır.
Asıl devrim, silahlarla değil, vicdanlarla yapılır. Asıl adalet, mahkemelerde değil, insanın kendi iç dengesinde başlar. Asıl direniş, ruhun sessiz çığlığını duymaktır.
Gorki’nin “ruhun ölümü” diye haykırdığı o cinayet, hâlâ sürüyor. Ama her uyanmış insan, bir mezarın kapağını aralıyor. Çünkü yaşamın özü, ruhun yeniden hatırlanmasıdır.
Erol Kekeç/20.10.2025/Namazgah-Çamlıca/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder