Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi” diyordu.
Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz nokta, sanırım tam da o şarkının işaret ettiği uçurumun kenarına yerleşti. Artık ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz, ne kadar dağılırsak o kadar güçlü olduğumuza inanıyoruz.
Gençlik ıslak bir elden kayarcasına dibe çekiliyor,
ama biz “ne kadar iyi yüzdüğümüzü” anlatıyoruz.
Bir kişi çalışarak üç aileye bakabilirdi; şimdi üç kişi bir evi geçindiremiyor,
ama “ekonomimiz şahlanıyor!” manşetleri atıyoruz.
Aile yılındayız; ama aileler dağılmış,
evlerde sevgi yerini sessizliğe,
paylaşım yerini telefon ekranlarına bırakmış,
yine de “aile yapımız dimdik ayakta” diyebiliyoruz.
Rüşvet, torpil, adam kayırma, liyakatsizlik…
Hepsi günlük hayatın normalleşmiş kelimeleri hâline gelmiş;
ama “her şey kontrol altında, her işe en güvenilir sistemlerle alım yapılıyor” diyorlar.
Nasıl bir çağda yaşıyoruz ki, yalan gerçeğin yerini almış,
doğruyu söyleyen aykırı, sessiz kalan makbul olmuş!
Tersine dönmüş bir ülke tablosu
Aileyi yıkan diziler, aynı dizilerle aileyi kurtarıyor.
Çocuklarımızın masumiyetini çalan ekranlar, onlara değerler eğitimi veriyor.
Her gün birbirine benzeyen tartışma programlarında,
vicdan yerine reyting,
ahlak yerine alkış,
adalet yerine algı konuşuluyor.
Ama ekranlarda “milli birlik” destanları yazılıyor.
Gerçekle yalan, iyilikle kötülük, başarıyla hezimet öylesine iç içe geçmiş ki,
hangi yüzün gerçek, hangisinin maskeden ibaret olduğunu ayırt etmek artık mümkün değil.
Bir ülke düşünün:
Talanın, yalanın, yoksulluğun üstüne kurulan sahte bir huzur perdesi…
Bir yanı açlıkla, bir yanı alkışla besleniyor.
Bir yanda emeğiyle direnen insanlar,
diğer yanda vitrinde poz veren sahte kahramanlar…
Ve biz bu tabloya “istikrar” diyoruz!
Algı çağı- Yalanın hüküm sürdüğü krallık
Artık gerçeği görmek değil, görünmesini istediğimiz şeyi görmek istiyoruz.
Hakikatin yerini algı yönetimi almış durumda.
Bütün medya, sosyal ağlar, hatta eğitim sistemleri bile bu büyük illüzyonun bir parçası olmuş.
Ve bu kadar yalanla baş edebilmek için gerçekten “taştan adam” olmanız gerekiyor.
Hiçbir şeyi duymayacak, hiçbir şeyi hissetmeyecek kadar taşlaşmak…
Ama tam da burada acı bir ironi saklı:
Toplum taşlaştıkça, yönetenler daha rahat şekil veriyor o taşa.
İsyan duygusu, vicdan, sorgulama… hepsi törpüleniyor.
Halk, kendi aklını kiraya vermeye o kadar alışmış ki,
yalanın doğruyu kovmasına bile sessiz kalıyor.
Çünkü artık doğru, acıtıyor;
yalan ise rahatlatıyor.
Uçan bir ülkenin yere çakılmış gerçekliği
Televizyon karşısında kahramanlık dizileri izleyip “bizim atalarımız şöyleydi” diyoruz;
ama bir komşunun kapısını çalıp hâlini sormaya üşeniyoruz.
Dizilerdeki kahramanlar meydanlarda savaşıyor,
biz ise o sahneleri izlerken koltuğa yaslanmış hâlde
“vatan sağ olsun” diye tweet atıyoruz.
Böylece içimizi bir gurur sarıyor;
birkaç saniyeliğine “kahraman millet” olmanın huzurunu yaşıyoruz.
Oysa kahramanlık artık ekranda oynanan bir rol,
yaşanan bir değer değil.
Bir zamanlar “çalışmak ibadettir” denirdi.
Şimdi, üç kişi çalışıyor ama bir ev geçinemiyor.
Market arabasında artık her ürün değil, her gram hesap ediliyor.
Bir anne, çocuğuna süt alırken boğazında düğümlenen sessizliği kimse duymuyor.
Ama ekranlarda enflasyon “kontrol altındaymış.”
Ve biz, bu cümleyi ezbere tekrar ettikçe,
gerçek açlık sesi biraz daha bastırılıyor.
Gerçeği saklayan parlak ambalajlar
Her şey “milli” olmuş;
milli atılım, milli gurur, milli diriliş…
Ama milletin gerçeği, o kelimelerin arkasında sessizce kaybolmuş.
Yoksulun yüzündeki çizgiler,
gençlerin gözündeki boşluk,
işçinin sırtındaki yorgunluk…
Hepsi “istikrarın bedeli” denilerek süslü cümlelerle geçiştiriliyor.
Bugün her şeyin bir versiyonu var:
sanal sevgi, sanal başarı, sanal mutluluk.
Yalnızca gerçek olanın versiyonu yok;
çünkü gerçek, artık “tehlikeli” sayılıyor.
Birileri yalanı sistemleştirmiş,
birileri de o yalanı “yeni norm” diye benimsemiş.
Ve işte bu yüzden, ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz.
Paradoksal bir toplumun ruh hali
Bir tarafta gözleri parlayan “şahlanıyoruz” sloganları,
diğer tarafta susturulmuş bir toplumun sessiz haykırışı…
Her şeyin başı “algı”, sonu “unutmak.”
Çünkü unutmak, en kolay savunma biçimi haline geldi.
Her skandalın üstü bir yenisiyle örtülüyor,
her rezalet, birkaç gün sonra yeni bir gündemin gürültüsünde kayboluyor.
Böylece toplum, unutarak rahatlıyor, unutarak yaşlanıyor,
ama aynı zamanda unutarak çöküyor.
Bugün bir şeyler ters dönmüş durumda.
Gerçekler aşağıda, yalanlar yukarıda.
Ahlak konuşuluyor ama ahlaklı olmak cezalandırılıyor.
Liyakatsizlik övülüyor, dürüstlük küçümseniyor.
Ve biz, bu tabloya alıştık.
Artık “alışmak” bile başarı sayılıyor.
Yorgun bir ülkenin aynası
Biz öyle bir hale geldik ki,
duyarsızlığımızı bile “olgunluk” zannediyoruz.
Tepkisizliğimizi “sağduyu” diye süslüyoruz.
Halbuki sağduyu değil bu —
bu, ruhun uyuşmasıdır.
Ülke bir yangın yeri,
ama herkes yangının dumanında kendi aynasını parlatıyor.
Kiminin cebinde suskunluk, kiminin dilinde ezberlenmiş sloganlar…
Ve biz hâlâ “uçuyoruz.”
Evet, uçuyoruz belki;
ama nereye gittiğimizi kimse bilmiyor.
Yönsüz bir hız, kontrolsüz bir sevinç, yapay bir gurur…
Adeta gökyüzüne değil, uçurumun öte yanına uçuyoruz.
Gerçeği duymak hâlâ mümkün mü?
Artık neye inanacağımızı bilmiyoruz.
Her gün bir başka “başarı hikâyesi” anlatılıyor;
ama o hikâyelerin kahramanları,
ya ekranlarda, ya makamlarda,
gerçek hayatta değil.
Eğer bu kadar yalanın ortasında hâlâ hakikati arayan biri kaldıysa,
bilsin ki, en büyük direniş doğruyu unutmamaktır.
Çünkü bu çağda doğruyu hatırlamak bile bir cesaret,
susmamak ise bir devrimdir.
Ve belki de tek umudumuz,
bir gün “ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz” diyenlerin
gerçekten ne kadar düştüğünü fark etmesidir.
O gün, belki yeniden uçarız;
ama bu kez gerçeğe, bu kez hakikate doğru.
Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder