Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi takdirde, kendi içinden bir demagogu, ardından da bir diktatörü doğurur.” Bu söz, yalnızca bir felsefi ihtar değil; zamanın koridorlarında yankılanan bir gerçeğin çıplak sesidir. Çünkü her toplum, kaderini kendi elleriyle yazar — ya bilinçli bir tercihle ya da yanılsamalarla dolu bir körlük içinde…
Bir ülkenin meydanlarını düşünelim… Seçim dönemlerinde süslenen sokakları, her köşeye asılmış parlak afişleri, kalabalıklara gökyüzünü vadeden sesleri… Halk, bir yanda ekmeğinin derdindedir, bir yanda onurunun… Fakat gürültünün ortasında, aklın sesi bazen kısılır. Kalabalık, en yüksek perdeden konuşanı daha çok duyar; en fazla alkışı koparanı “güçlü” zanneder. İşte Platon tam da bu anı tarif eder: “Demagoglar alkışların gölgesinde büyür.” Çünkü halk övgüye açsa, övgüyü en güzel söyleyen tahtı alır.
Bir zaman gelir; meydanlarda verilen sözlerin, evlerin mutfaklarına uğramadığı anlaşılır. Fakat iş işten geçmiştir. Çünkü demokrasi, halkın iradesiyle doğar ama aynı halkın yanılgısıyla felce uğrar. Eğitimli bir zihin, söylenene değil, söylenmeyene bakar. Eleştirel bir bakış, sesin yüksekliğini değil, sözün ağırlığını tartar. Ama eğer bir toplum bu bilinci geliştirememişse, kitleleri yönlendirmek bir sanat değil, bir oyun haline gelir. Ve bu oyunu en iyi oynayanlar sahneyi ele geçirir.
Bugün sokaklarda konuşan insanlara kulak verin. Dert çoktur, öfke büyüktür, umut kırılgandır. İnsanlar çözüm değil, umut arar; gerçek değil, huzur ister. Oysa gerçek bazen serttir, huzur ise yanılsamanın sıcak kucağında büyüyebilir. İşte tam burada Platon’un korktuğu olur: Kitleler kendi kendini avutmaya başlar. Gerçekleri söyleyenler değil, hoş masallar anlatanlar kazanır. Çünkü masallar, yaralı bir toplumun ruhunu en kolay teskin eden afyondur.
Bir ülkenin geleceği, oy pusulasında değil, vicdanın pusulasında çizilir. Eğer bir halk, eğitimle donanmış, sorgulama yetisini güçlendirmişse; ne demagog sesler ne de boş vaatler bu pusulayı saptırabilir. Ama eğer bu halk, uzun yıllar boyunca eleştirel düşünmeden uzak kalmışsa; kalabalıklar hakikatin değil, duyguların peşinden gider. Ve demokrasinin sarsılmaz gibi görünen direkleri, içten içe çürümeye başlar.
Platon’un sözlerini yalnızca bir felsefe dersi olarak değil, bir hayat uyarısı olarak okumak gerekir. Çünkü bu uyarı, bugünün Türkiye’sinde —ve aslında her toplumda— yankısını bulur. Eğitimsizliğin ya da bilinç eksikliğinin doğurduğu siyasal körlük, sadece yönetenleri değil, yönetilenleri de esir eder. Bir toplum düşünün ki bilgiden çok sloganla yönetilsin; düşünceden çok alkışa kıymet versin. İşte o toplum, Platon’un çizdiği çizgide demokrasiden otokrasiye giden taşlı yolu döşer.
Gerçek demokrasi, yalnızca “oy vermek” değildir. Bir bireyin düşünmesi, sorgulaması, eleştirmesi ve kendi vicdanına sahip çıkmasıdır. Basın özgür değilse, yargı bağımsız değilse, düşünce korkuyla kuşatılmışsa; orada halkın iradesinden değil, demagogların senaryosundan söz edilir. Halk kendi geleceğini yazmaz; başkalarının yazdığı bir oyunun figüranı olur.
Bu tabloyu bir sahne gibi düşünün: Meydanda bir aktör —yani demagog— mikrofonu eline alır, kelimeleri bal gibi döker ağzından. Halk coşar, alkışlar göğe yükselir. Oysa aynı meydanda hakikat fısıltı gibidir; kimse dönüp bakmaz ona. Çünkü hakikat çoğu zaman soğuktur, vaat etmez; ama demagoji sıcaktır, masal anlatır. İnsan duyguları masallara meyleder; akıl ise sorgulamaya… Ve tarih boyunca kalabalıklar çoğu zaman duyguların peşinden gitmiştir.
Bir gün, o alkışlarla yükselen sesin rüzgârı diner. Sözlerin şeker kaplaması dökülür, geriye acı bir çekirdek kalır. O zaman halk anlamaya başlar: Gerçek güç, alkışta değil; sorgulamada, bilgide, bilinçteymiş… Ama bu fark ediliş çoğu zaman geç gelir. Çünkü Platon’un dediği gibi: “Demagoglardan tiranlar doğar.” Ve tiranlık, halkın kendi elinin emeğiyle filizlenir.
Eğitimli bir toplum, kendi yöneticisini seçerken “ne söylüyor”a değil, “ne saklıyor”a bakar. Duyguya değil, akla sarılır. Korkuya değil, özgürlüğe inanır. Ama eğer halk susarsa, eğer düşünmezse, eğer masallara sığınırsa; işte o zaman özgürlük, altın bir kafese dönüşür. Kafesin içi ne kadar süslü olursa olsun, bir kafes olarak kalır.
Platon’un demokrasiyi sorgulayan sesi bugün bize şunu fısıldar: “Demokrasi, sorumluluktur.” Halkın bilinçsizliği bir hükümet sorunu değil, bir gelecek meselesidir. Eğitim eksikse, hukuk zayıfsa, medya susturulmuşsa; demokrasi bir tabelaya dönüşür, içerik boşalır. Halkın iradesi bir vitrin süsü olur, kararlar başka ellerde şekillenir.
Ve en acı gerçek şudur ki: Bir toplum kendi kaderine sahip çıkmazsa, bir başkası mutlaka onun kaderini yazar. O kaderin mürekkebi de genellikle alkışların gölgesinde, sessizce akar…
Demokrasi, yalnızca bir rejim biçimi değildir. O, bir karakterdir. Bir toplumun vicdanı kadar güçlü, aklı kadar berrak, bilgisi kadar dirençlidir. Eğer biz bu vicdanı diri tutamazsak, aklı besleyemezsek, bilgiyi çoğaltamazsak; demokrasiyi yalnızca bir sandık ritüeline indirgeriz. Ve o sandık, bir gün Platon’un korktuğu o otoritenin meşruiyet mührüne dönüşebilir.
Bu nedenle Platon’un sözünü bir kehanet olarak değil, bir uyarı olarak okumak gerekir. Çünkü demokrasi ne gökten iner, ne de kendiliğinden ayakta kalır. Onu yaşatacak olan halkın bilincidir. Bu bilinç ne kadar güçlü olursa, demagogların sesi o kadar zayıf çıkar. Ama bu bilinç körelirse… Alkışın sesi hakikati bastırır.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder