Bu Blogda Ara

12 Eylül 2025 Cuma

Toplumsal İradenin Bastırılması ve Kaosun Diyalektiği

Toplumsal yaşamın en hassas ve kırılgan noktalarından biri, bireylerin ortak iradesinin siyasete ve yönetime yansıma biçimidir. İnsanlar, kendi tercihlerini temsil etmesi için belirli kişilere veya kurumlara yetki verirler. Bu, demokrasinin ya da daha genel anlamda siyasal meşruiyetin temelidir. Ancak sorun tam da burada başlar: Seçilenlerin, seçenlerden aldığı iradeyi bir süre sonra görmezden gelmesi, kendi varlığını gücün gölgesinde korumaya çalışması ve halkın iradesini ikinci plana atması. Bu an, aslında toplumsal çürümenin ilk işaret fişeğidir. Çünkü bir toplumun varlığını sürdüren en büyük yapıştırıcı, güven duygusudur. Güvenin erozyona uğraması, toplum ile yönetim arasındaki bağı koparır.

Güvenin Çözülüşü

Bir toplum, iradesinin dikkate alınmadığını fark ettiğinde, refleksif bir hareketle kendi iradesine sahip çıkmaya yönelir. Bu, sosyolojik bir zorunluluktur. İnsanın doğasında yer alan öz savunma mekanizmasının kolektif boyuta taşınmış halidir. Ancak burada karşımıza çıkan paradoks, tam da bu sahiplenişin daha büyük kaoslara yol açabilmesidir. Çünkü kitleler, bireysel aklın sınırlarını aşarak farklı bir varlık kazanır. Kitle, tek tek bireylerin toplamından öte bir ruha, bir psikolojiye sahiptir. Ve bu psikoloji, çoğu zaman yönetimlerin en az anladığı, en çok çekindiği şeydir.

Toplum, kendi iradesinin hiçe sayıldığını gördüğünde önce sessiz bir tepki verir. Bu tepki, kayıtsızlık veya geri çekilme olarak okunabilir. Ancak bu kayıtsızlık, gerçekte biriken enerjinin işaretidir. Sessizlik, bir fırtınanın habercisi olabilir. Ardından güvenin kırıldığı noktada bireyler, kendi çarelerini üretmeye başlarlar. Bu noktadan itibaren toplumsal düzenin kılcal damarlarında çatlaklar oluşur. Devletin veya yönetimin sunduğu normatif düzenin karşısına, kitlelerin kendiliğinden doğurduğu alternatif düzenler çıkar.

Bastırma İradesi

Yönetimlerin sıklıkla yaptığı hata, bu kolektif hareketlenmeyi organize suç örgütleriyle karıştırmasıdır. Çünkü iktidar aklı, kendisine yönelen her tür itirazı kriminalize ederek kontrol etmeye eğilimlidir. Bu refleks, modern devletlerin genetik kodlarına işlemiştir. Ancak burada gözden kaçırılan kritik gerçek, kitle hareketlerinin doğrudan bir örgütlenme ürünü değil, ortak uyaranlara verilen benzer tepkiler olduğudur. Yani insanlar, aynı nedenlerle aynı tepkileri gösterirler. Bunu organize eden bir el aramak, yalnızca sorunun özünü kavrayamamanın göstergesidir.

Bastırma girişimi, görünürde düzeni koruma amacını taşısa da gerçekte daha büyük kaosların kapısını aralar. Çünkü güç kullanıldığında, toplumun refleksi yalnızca artmakla kalmaz, aynı zamanda daha sert bir forma dönüşür. Kitle psikolojisinin özelliği, karşıt güce karşı katlanarak cevap verme eğilimidir. Gücün şiddeti arttıkça, kitlelerin öfkesi de büyür. Bu noktada artık sorun yalnızca politik bir mesele olmaktan çıkar, sosyolojik bir yangına dönüşür.

Diyalektik Gerilim-İrade – Güç – Kaos

Diyalektik bakış açısıyla meseleye yaklaşacak olursak, karşımızda üç temel moment vardır: toplumsal irade, iktidar gücü ve ortaya çıkan kaos.

  1. Toplumsal İrade: İnsanların ortak çıkarları, adalet beklentisi ve güven talebi üzerine inşa edilir. Bu irade, siyasal yapının en güçlü meşruiyet kaynağıdır.

  2. İktidar Gücü: Seçilenlerin, seçenlerden koparak varlığını sürdürme çabasıdır. Gücü elinde bulundurdukça, halkın taleplerini daha az önemser. Bu, gücün yozlaştırıcı etkisinin bir sonucudur.

  3. Kaos: İrade ve güç arasındaki çelişkinin patlama noktasıdır. Halkın kendi iradesine sahip çıkma refleksiyle iktidarın bastırma arzusu çarpıştığında kaos kaçınılmaz olur.

Bu üçlü arasında sürekli bir gerilim vardır. İktidar, gücünü sürdürmek için baskıyı artırır; toplum, iradesini korumak için direnir. Her iki tarafın hareketi, diğerini daha da sertleştirir. Bu kısır döngü, sonunda tüm düzeni tehdit eden büyük toplumsal patlamalara yol açar.

Kitlelerin Doğası

Kitlelerin doğasını anlamadan, bu süreçleri çözmek mümkün değildir. Kitle, belli bir liderlik olmaksızın da hareket edebilir. Çünkü kitleyi harekete geçiren şey, çoğu zaman ortak bir adaletsizlik hissidir. Bu his, bireyleri birbirine bağlayan görünmez bir ağ gibidir. Örneğin, bir ekonomik kriz, bir adaletsiz yargı kararı ya da bir yolsuzluk olayı, farklı bireylerin aynı duyguda birleşmesini sağlar. Burada “örgütlenme” yoktur, ama güçlü bir ortak bilinç vardır.

Kitle eylemlerinin en önemli özelliği, zaman ve mekân tanımamasıdır. Uyaran ne zaman ortaya çıkarsa, kıvılcım orada yanar. Bu nedenle iktidarların “kontrol etme” çabaları genellikle sonuçsuz kalır. Çünkü kontrol edilmeye çalışılan şey, aslında toplumun kendisidir. Bir yönetimin kendi halkını sürekli bir tehdit unsuru olarak görmesi, uzun vadede kendi meşruiyetini yok eder.

Tarihten ve Günlük Hayattan Yansımalar

Toplumların tarihine bakıldığında, bu diyalektiğin sayısız örneği görülebilir. Adaletsizliklerin, yoksullukların ve hak gasplarının biriktiği dönemlerde, kitleler her zaman bir çıkış yolu aramışlardır. Bu çıkış yolu bazen barışçıl eylemler, bazen de sert çatışmalar şeklinde ortaya çıkmıştır.

Günlük hayatta da benzer küçük örnekler bulunur. Bir iş yerinde işçilerin haklarının sürekli görmezden gelindiği bir ortam düşünelim. Önce bireysel şikâyetler olur. Sonra işçiler arasında sessiz bir dayanışma başlar. Yönetim bu şikâyetleri bastırmaya çalıştığında ise topluca iş bırakma, greve gitme veya farklı direnme biçimleri ortaya çıkar. Burada görülen şey, mikro ölçekte de olsa toplumsal refleksin aynısıdır. İnsan, haksızlığa karşı kendi iradesini savunma eğilimindedir.

Güçle Bastırmanın Yıkıcı Sonuçları

Bir yönetim, bu tür kitle hareketlerini yalnızca güvenlik meselesi olarak gördüğünde, kendi eliyle daha büyük bir güvenlik açığı yaratır. Çünkü kolluk güçleriyle bastırmaya çalıştığı her eylem, toplumun gözünde meşruiyetini biraz daha yitirir. Meşruiyetini yitiren bir yönetim ise daha çok güç kullanmak zorunda kalır. Bu kısır döngü, en sonunda ya devletin çöküşüne ya da toplumsal düzenin geri dönülmez şekilde parçalanmasına yol açar.

Buradaki en büyük hata, toplumsal iradenin doğasını anlayamamaktır. İrade, baskıyla yok edilemez; yalnızca daha da güçlenir. Bir ateşi suyla söndürmek mümkündür ama aynı ateşi rüzgârla bastırmaya çalışmak onu daha da büyütür. Toplumsal hareketler de böyledir: bastırıldıkça yayılır, küçümsendikçe güçlenir.

Burada sorulması gereken temel sorular şunlardır:

  • Neden yönetimler, halkın iradesini bastırmayı tercih eder de onu anlamayı ve dikkate almayı seçmezler?

  • Güç, gerçekten bir yönetimin güvenliğini sağlar mı, yoksa yalnızca çöküşünü hızlandıran bir yanılsama mıdır?

  • Toplumsal reflekslerin kriminalize edilmesi, toplumla iktidar arasındaki bağı nasıl koparır?

Diyalektik açıdan bakıldığında, bastırma ile direnme arasındaki gerilim kaçınılmazdır. Ancak bu gerilimin nereye evrileceği, yönetimlerin seçtiği yöntemlere bağlıdır. Halkın iradesini dikkate almak, güveni yeniden tesis etmek ve toplumsal enerjiyi yapıcı bir zemine kanalize etmek mümkündür. Aksi takdirde, güçle bastırılan her hareket, daha büyük bir patlamanın habercisi olmaktan öteye geçmez. Üsten basınç ne kadar fazla olursa alttan o kadar tazyikli akar...

Erol Kekeç/10.09.2025/Sancaktepe/İST

Sadakatin Fırtınaları

 

Bir toplumda hiyerarşik yönetim sisteminin tüm hücreleri güce sadakat üzerine kurulmuşsa, öyle bir ortamda hiç kimsenin hayatı güvende olmaz. Çünkü sadakatin ölçüsünün kriteri, her rüzgârın esiş yönüne göre yeniden biçimlenir. Bir fırtınanın sizi ne zaman nerede kuşatacağını asla kestiremezsiniz. Bir bakarsınız güneşli, çok sıcak bir günde ansızın bulunduğunuz ortam anlık bir fırtınayla sizi savurabilir.

Bu açıklamamın içinde aslında bütün bir toplumsal trajedinin özeti vardır. Güce dayalı sadakat, güveni yok eden bir dinamiktir. İnsan, yaşamını öngörülebilirlik üzerine kurmak ister. Bir çocuk annesinin sevgisine, bir işçi emeğinin karşılığına, bir yurttaş yasaların adaletine güvenmek ister. Bu güven kaybolduğunda, insan ruhu köksüz bir ağaca dönüşür. Rüzgâr hangi yönden eserse, kökleri olmayan ağaç oraya sürüklenir. Sadakatin rüzgârları da işte böyledir: Ne zaman hangi yönden eseceği belli olmaz, ama her seferinde ardında yıkım bırakır.

1. Sadakat, Erdem mi, Tehdit mi?

Sadakat, ilk bakışta yüksek bir değer gibi görünür. Bir dosta sadakat, ideallere bağlılık, bir sevdaya sadakat… Bunlar insanı yücelten, hayatı anlamlı kılan bağlılıklardır. Ancak sadakatin değeri, kime ya da neye yöneldiğiyle belirlenir. Hakikate sadakat erdemdir; güce sadakat ise tehlike. Çünkü güç kendi doğası gereği değişkendir. Güce sadık olan, hakikati unutur; hakikati unutan da en sonunda kendine bile yabancılaşır.

Güce sadakat üzerine kurulu toplumlarda insanlar, kendi vicdanlarının sesini susturur. Onların yerine güçlü olanın sesini duyar ve tekrar ederler. Böylece yavaş yavaş düşünce donuklaşır, sorgulama körelir, yaratıcılık biter. Bir kişinin ya da bir grubun keyfine göre yön değiştirilen sadakat, aslında sürekli bir korku rejimidir. İnsanlar övgüde yarışır, çünkü övgü güven sağlar. Ama bu güven, ince buz tabakası üzerinde yürümeye benzer. Bir adım sonra kırılabilir.

2. Tarihten Gelen Rüzgârlar

Sadakatin güce bağlı olduğu düzenler yalnızca modern çağın sorunu değildir. Tarih, bu fırtınaların izleriyle doludur. Roma İmparatorluğu’nda imparatora sadakat yeminleri, sadakatsizlikle suçlanan senatörlerin kılıçtan geçirilmesiyle sonuçlanırdı. Osmanlı sarayında bir vezirin ömrü, padişahın güvenini ne kadar sürdürebildiğine bağlıydı; sabah övgüyle yükseltilen vezir, akşam idam fermanıyla boğdurulabilirdi.

Modern tarihte de benzer tablolar vardır. 20. yüzyılın totaliter rejimleri, güce sadakati en yüksek erdem gibi sundu. Stalin döneminde bir gün kahraman ilan edilen bir komutan, ertesi gün hain ilan edilip yok edilebilirdi. Sadakatin ölçüsü hakikat değil, gücün keyfiydi. Nazi Almanya'sında da benzer bir durum vardı: Führer’in sözleri mutlak ölçüydü. Ona sadakat göstermeyen en yakın yol arkadaşları bile bir gecede “düşman” ilan edilebilirdi.

Tarih bize şunu gösteriyor: Güce sadakatin hüküm sürdüğü hiçbir toplum uzun vadede ayakta kalamamıştır. Çünkü hakikatin yerine korkuyu koyan düzenler, eninde sonunda kendi çelişkileriyle çöker.

3. Psikolojinin Kırılgan Aynası

Bireyin iç dünyasına baktığımızda, güce sadakatin yarattığı yıkım çok daha derindir. İnsan doğası, aidiyet arar. Bir yere ait olmak, bir toplulukla güven ilişkisi kurmak, insanın varoluşsal ihtiyacıdır. Ancak sadakatin ölçüsü güç olduğunda, bireyin ruhu sürekli bir tedirginlik içinde yaşar.

Kendinizi düşünün: Güce sadık görünmek zorundasınız. Çünkü sadık görünmediğinizde hayatınız, işiniz, hatta sevdikleriniz tehlikeye girebilir. Ama aynı zamanda biliyorsunuz ki sadakatin ölçüsü kalıcı değildir. Bugün gösterdiğiniz bağlılık yarın yetersiz bulunabilir. Böylece siz, sürekli rol yapmak zorunda kalırsınız. Bir maske takarsınız, sonra o maskeyi bir başkasıyla değiştirirsiniz. En sonunda yüzünüzü unutur, kim olduğunuzu hatırlamaz hale gelirsiniz.

Bu ruhsal yabancılaşma, bireyi çifte yaşamaya zorlar. Dışarıda sürekli öven, boyun eğen, biat eden bir yüz; içeride ise susmuş, korkuya hapsedilmiş, nefes alamayan bir iç ses. Böyle bir yaşamda özgürlük hissi kaybolur, insan kendine bile yabancı olur.

4. Sadakat ve Etik, Hakikate Bağlılık

Asıl mesele şudur: Sadakat kime ya da neye yönelmelidir? Hakikat mi, yoksa güç mü?

Erdemli bir toplumun temelinde hakikate sadakat vardır. Hakikat, güçlü olanın çıkarına göre değişmez. Güneş her sabah doğar; bu, kimin iktidarda olduğuna göre değişmez. Adaletin ölçüsü de böyledir; hakkın hakkı teslim edilmelidir. Ama güce sadakat üzerine kurulu düzenlerde bu ölçü bozulur. Dün suç olan bugün meşru kılınır; dün meşru olan bugün hainlik sayılır.

Etik felsefe bize şunu söyler: Sadakat, ancak hakikate yöneldiğinde erdemdir. Kant’ın ifadesiyle, ahlaklı eylemin ölçüsü dışarıdan gelen buyruklar değil, vicdanın evrensel yasasıdır. Güce sadakat, ahlakı öldürür; çünkü insanı, evrensel yasadan koparıp keyfiyete mahkûm eder.

5. Toplumsal Güvenin Çöküşü

Bir toplumda herkes güce sadakat gösteriyorsa, toplumsal güven dokusu çözülmeye başlar. Çünkü kimse kimseye içtenlikle güvenmez. Dostluk, kardeşlik, komşuluk bile şüpheyle yoğrulur. Bugün size tebessüm eden, yarın gücün işaretine göre sizi ihbar edebilir.

Bu, toplumu görünmez bir hapishaneye çevirir. İnsanlar zincirlerle değil, birbirlerine duydukları güvensizlikle prangalanır. Bu güvensizlik, toplumu sessizleştirir. Herkes konuşmaktan korkar, çünkü sözün bedeli ağır olabilir. Böylece hakikat unutulur, yalan sıradanlaşır. Ve toplum, yalan üzerine inşa edilmiş kırılgan bir yapıya dönüşür.

6. Fırtınaların Ardında, Umut ve Hakikat

Bütün bu karanlık tabloya rağmen, insanlık tarihinin bize verdiği bir umut da vardır: Güce dayalı sadakat hiçbir zaman sonsuza kadar sürmemiştir. Roma çökmüştür, totaliter rejimler yıkılmıştır, korku imparatorlukları eninde sonunda dağılmıştır. Çünkü hakikat, eninde sonunda kendini hatırlatır.

Fırtınalar geçici, güneş kalıcıdır. Güce sadakatin yarattığı yıkımlar, insan ruhunda büyük yaralar bıraksa da, hakikate sadakat er ya da geç yeniden filizlenir. İnsan vicdanı, her türlü baskıya rağmen hakikati aramaktan vazgeçmez. Bu yüzden geleceğin toplumunu kurarken, güce değil, hakikate sadakati temel almak zorundayız.

Hakikate Sadakatin İnşası

Eğer bir toplum güce sadakat üzerine kurulmuşsa, o toplumun geleceği sürekli fırtınalara teslimdir. Hiç kimsenin hayatı güvende değildir; çünkü sadakatin ölçüsü keyfiyettir, rüzgâr gibidir. Ancak hakikate sadakat üzerine kurulan bir düzen, insanlara güven ve huzur sağlar.

Hakikate sadakat, adaletin temeli, özgürlüğün güvencesi, insan onurunun koruyucusudur. Güç değişir, ama hakikat kalır. İşte bu yüzden asıl erdem, güce değil, hakikate sadık kalmaktır.

Erol Kekeç/11.09.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!