Bu Blogda Ara

27 Ekim 2025 Pazartesi

Kutsal Maskeli Soygunlar Çağı

 


Bir zamanlar bir ülke vardı.

İnsanlar sabahları “vatan sağ olsun” diye uyanır, akşamları “Allah büyük” diyerek uyurdu.
Ama günün ortasında, harami çetesi onların cüzdanlarını, zihinlerini ve vicdanlarını aynı anda boşaltırdı.
Ne büyük bir mucizeydi bu!
Hem kutsal, hem milli, hem de yasal bir soygun…
Üstelik halk buna “iman tazelemek” diyordu.

Çetenin lideri, başında parlayan sahte bir nur halkasıyla kürsüye çıkar,
“Ey halkım!” derdi,
“Biz Allah için çalışıyoruz, biz vatan için yaşıyoruz, biz bayrağı indirttirmeyiz!”
Ve herkes ağlardı.
Çünkü duyguların sömürüsü, aklın ikna edilmesinden çok daha kolaydı.

Bir elinde din, diğer elinde bayrak;
Bir ceplerinde ihale listesi, diğer ceplerinde tapu senetleri…
“Bu da bizim nasibimiz,” derdi gülümseyerek.
Halk da “helal olsun” derdi.
Helaldi çünkü kutsal ambalajlıydı.
Her şeyin üzerine “Allah için” etiketi vuruldu mu, artık hiçbir şeyin hesabı sorulmazdı.

“Bizimkiler yaparsa vardır bir hikmeti,” diye düşünürdü insanlar.
Hikmet vardı elbette — ama hikmet değil, hile yazıyordu hikâyenin sonunda.

Okullar, camiler, meydanlar birer propaganda merkezi olmuştu.
Her kürsüden aynı cümle yankılanıyordu:

“Biz kurtarıcıyız! Biz gidersek bu millet çöker!”

Oysa millet çoktan çökmüştü —
Vicdanında, aklında, cesaretinde.
Ama kimse görmüyordu;
çünkü gözlerinin önünde dalgalanan bayrak,
bir örtü gibiydi artık:
Hakikatin üstünü kapatan,
suçun üzerini örten bir örtü.

Çete öyle ustaydı ki, her hırsızlığı bir ibadet, her yalanı bir vatan görevi,
her ihaneti bir kutsal strateji gibi gösteriyordu.
Ve insanlar inanıyordu, çünkü inanmak, düşünmekten daha kolaydı.

Bir gün biri çıktı, “Yahu biz neden bu kadar yoksuluz?” diye sordu.
Hemen “hain” ilan edildi.
“Sen bayrağı mı sevmiyorsun?” dediler.
“Sen dine mi karşısın?” dediler.
“Sen dış güçlerin adamı mısın?” dediler.

O da sustu.
Çünkü bu topraklarda gerçeği söylemek, artık en tehlikeli suçtu.

Harami çetesi büyüdükçe büyüdü.
Köprüler yaptılar — ama halkın üstünden geçmek için.
Camiler yaptılar — ama kendi günahlarını örtmek için.
Okullar açtılar — ama düşünmeyi yasaklamak için.
Gazeteler kurdular — ama tek cümle söyletmemek için.

Ve her şeyin sonunda bir “kurtuluş günü” ilan ettiler.
Bayraklar sallandı, dualar okundu, alkışlar patladı.
Oysa o gün, halkın iradesi gömülmüştü — alkış sesleri arasında.

Harami çetesi artık tarihe geçmişti.
Adları “kurtarıcılar” diye yazıldı ders kitaplarına,
“iman erleri” diye anıldılar törenlerde.
Ama toprak, hâlâ onların ayak izlerinden kan sızdırıyordu.

Bir çocuk sordu bir gün dedesine:

“Dede, bu kadar bayrak, bu kadar dua, bu kadar konuşma…
Neden hâlâ bu kadar acı var?”

Dede sustu.
Uzun bir sessizlikten sonra sadece şunu fısıldadı:

“Evladım, onlar Allah’ı, kitabı, bayrağı değil —
bizi kullandılar.”

Ve çocuğun gözlerinden bir damla yaş düştü toprağa.
O toprak, bir gün yeniden filiz verir belki.
Ama o güne kadar,
Harami’nin cenneti hüküm sürmeye devam edecek.

Çünkü bu çağda en güçlü sihir,
“vatan, millet, Allah” diyerek yapılan hırsızlıktır.
Ve bu sihri bozacak tek dua,
aklını kullanmaktır.

Bu Ülke şu an yaşamıyor, Tarihin derinliklerinde kaldığı için tarihçiler o kuyulardan bilgiye ulaşamadılar ben de cinlerden sordum onlar söylediler....

Bahadır Hataylı/15.08.2024/Namazgah -İst.

Vicdanın Sessizliği – İç Hesaplaşmanın Yokluğu

Bir çağ düşün; her şeyin sesi var ama hiçbir şeyin yankısı yok. İnsan konuşuyor, tartışıyor, gösteriyor ama duymuyor. Gürültü her yeri kaplamış, fakat içsel bir sessizlik hüküm sürüyor — öyle bir sessizlik ki, artık kimse kendi yüreğinin sesini bile duyamıyor. İşte tam da bu sessizlik, vicdanın susuşudur. Ve bu susuş, çağımızın en derin trajedisidir.

 

Bir zamanlar vicdan, insanın en gizli sığınağıydı. Karanlıkta kalan bir yanlışın bile ışığa çıkmasına sebep olurdu. “Kimse görmedi ama ben biliyorum,” derdi insan, çünkü içinde bir terazisi vardı. Şimdi o terazi pas tuttu. İnsan artık içsel doğruluğunu değil, toplumsal onayını tartıyor. “Doğru mu?” yerine “Beğenilir mi?” sorusunu soruyor. Ve böylece yavaş yavaş, her birey kendi sessiz ihanetini inşa ediyor.

 

Artık vicdan sızlamıyor, çünkü sızlamayı unuttuk. Vicdan sızlaması, bir zamanlar insanın hâlâ insan kaldığının kanıtıydı. Şimdi ise o sızı, yerini “benlik huzuru” denilen suni bir uyuşmaya bıraktı. İnsan, kendi hatalarını fark etmeyerek değil, onları duygusal olarak meşrulaştırarak rahatlıyor. “Ben de mağdurum,” diyor. “Koşullar beni buna itti,” diyor. Ve kendi vicdanını ikna etmeyi, gerçeği kabullenmeye tercih ediyor.

 

Bu çağda en tehlikeli suskunluk, suçluların değil, seyircilerin sessizliğidir. Haksızlıkların en büyüğü, bazen bir kelimeyle değil, bir sessizlikle büyür. İnsanlar birinin ezilişini izlerken gözlerini kaçırır; “benim başıma gelmesin yeter,” der. İşte o an, vicdan ölmez belki ama susturulur. Çünkü korku, konfor ve çıkar, vicdanın en güçlü susturucularıdır.

 

Toplumun kolektif sessizliği, bireyin iç sessizliğini büyütür. Artık kimse “neden sustum?” diye sormaz. Çünkü sessiz kalmak, çoğunluğun arasında görünmez olmanın en güvenli yoludur. Ve insan, görünmezliği bir korunma biçimine dönüştürmüştür. Oysa vicdan, tam aksine, görünmez olana ses verir. Birinin görmediğini görmeyi, duymadığını duymayı öğretir.

 

Bugün “ahlak” bir reklam unsuru haline geldi; “erdem” bir marka imajı. İnsanlar vicdanlarını değil, itibarlarını temize çekmekle meşgul. Sosyal medya paylaşımları, yardım kampanyaları, vicdan performanslarına dönüştü. Duygular bile estetikleştirildi: acı bile filtrelenmiş bir formda sunuluyor. Gerçek vicdan, bu sahnede yer bulamıyor, çünkü sessizdir — oysa çağ, gürültü istiyor.

 

O sessizlik bazen gece yarısı uykusuzluğa dönüşür. İnsan yatakta döner durur, içinden bir ses kıpırdanır. O ses, “yanlış yaptın” der. Ama o an, hemen telefonu alır eline, birkaç video izler, birkaç mesaj yazar — vicdanı susturmanın modern yolları bunlardır. Artık düşünmemek, bir savunma refleksi haline geldi. Çünkü düşünmek, acıtır. Vicdanın konuştuğu her an, insan kendi kırıklıklarını duyar. Ve bu kırıklıklar, hızla yaşanan hayata ayak bağıdır.

 

Eskiden suç, dışsal bir eylemdi; şimdi ise ruhsal bir ihmale dönüştü. Birini incitmek değil, incittiğini fark etmemek en büyük suç haline geldi. İnsan, başkasının acısını hissetmediği sürece kendini masum sanıyor. Oysa en derin suçlar, hissedilmeden işlenir. Vicdansızlık, bir anda değil, yavaş yavaş büyür — küçük suskunluklarla, küçük görmezden gelişlerle, küçük bahanelerle.

 

Bir öğretmen bir çocuğu haksız yere azarlıyor, diğerleri izliyor; kimse bir şey demiyor. Bir iş yerinde biri emeğinin karşılığını alamıyor, herkes sessiz. Bir kadın sokakta aşağılanıyor, telefonlar açılıyor ama adımlar atılmıyor. Bu anlarda toplum bir bütün olarak iç hesaplaşmayı terk ediyor. Vicdan, seyirci kalmanın gölgesinde kayboluyor.

 

Peki, neden susuyoruz? Belki de en korkutucu cevap şu: Çünkü konuşursak kendimizi duyarız. Ve o sesle yaşamak kolay değildir. Vicdan, insanın kendine karşı savaşını başlatır. “Sen de pay sahibisin,” der. “Sen de sustun.” Bu yüzden birçok insan konuşmaz; çünkü konuşmak, kendini suç ortağı ilan etmektir.

 

Ama suskunluk da bir eylemdir. Her sustuğumuzda, her görmezden geldiğimizde, bir yanlışın sürmesine izin veririz. Sessizlik, artık tarafsızlık değil; suçun ortağıdır. İşte bu yüzden vicdanın sessizliği, yalnızca bireysel bir kayıp değil, toplumsal bir felakettir.

 

Vicdanın sustuğu yerde hukuk yozlaşır, çünkü adaletin ilk tohumu vicdandır. Eğitim anlamsızlaşır, çünkü bilginin değerini anlamlandıran şey vicdandır. Din bile içini kaybeder, çünkü inancın özü korku değil, vicdanla gelen sorumluluktur. Her şey dışsal hale gelir; insanlar kurallarını yaşar, ama anlamını kaybeder.

 

Ve bu suskunluk, sadece kötülüğün büyümesine değil, iyiliğin utangaçlaşmasına da neden olur. Artık iyi insanlar bile sessiz kalmayı erdem sanıyor. “Karışma, senin işin değil,” diyen bir toplumda cesaret, delilikle karıştırılıyor. Oysa vicdan, tam da bu noktada konuşmalıdır. Çünkü vicdan, çoğunluğun değil, hakikatin sesidir.

 

Belki de vicdanın yeniden uyanışı, büyük bir gürültüyle değil, küçük bir fısıltıyla başlayacak. Belki bir çocuk, “bu adil değil” diyecek. Belki bir yetişkin, “artık susmak istemiyorum.” diyecek. Ve o ses, başka bir yüreğe dokunacak. Sessizlik zincirinin ilk halkası kırılacak.

 

Vicdanın sesi, modern dünyanın en sessiz melodisidir. Onu duymak için kulak değil, yürek gerekir. Ve belki, tüm bu kalabalığın ortasında yeniden insan olmanın yolu, o sesi dinlemekten geçiyordur.

 

Çünkü sonunda, insanın kendinden saklayabileceği hiçbir şey yoktur. Vicdan, bekler. Zaman geçer, dünya değişir, ama o beklemeye devam eder. Ta ki insan yeniden cesaret edip aynaya bakana kadar.


Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!