Bir çağ düşün; her şeyin sesi var ama hiçbir şeyin yankısı yok. İnsan konuşuyor, tartışıyor, gösteriyor ama duymuyor. Gürültü her yeri kaplamış, fakat içsel bir sessizlik hüküm sürüyor — öyle bir sessizlik ki, artık kimse kendi yüreğinin sesini bile duyamıyor. İşte tam da bu sessizlik, vicdanın susuşudur. Ve bu susuş, çağımızın en derin trajedisidir.
Bir zamanlar vicdan, insanın en gizli sığınağıydı. Karanlıkta
kalan bir yanlışın bile ışığa çıkmasına sebep olurdu. “Kimse görmedi ama ben
biliyorum,” derdi insan, çünkü içinde bir terazisi vardı. Şimdi o terazi pas
tuttu. İnsan artık içsel doğruluğunu değil, toplumsal onayını tartıyor. “Doğru
mu?” yerine “Beğenilir mi?” sorusunu soruyor. Ve böylece yavaş yavaş, her birey
kendi sessiz ihanetini inşa ediyor.
Artık vicdan sızlamıyor, çünkü sızlamayı unuttuk. Vicdan
sızlaması, bir zamanlar insanın hâlâ insan kaldığının kanıtıydı. Şimdi ise o
sızı, yerini “benlik huzuru” denilen suni bir uyuşmaya bıraktı. İnsan, kendi
hatalarını fark etmeyerek değil, onları duygusal olarak meşrulaştırarak
rahatlıyor. “Ben de mağdurum,” diyor. “Koşullar beni buna itti,” diyor. Ve
kendi vicdanını ikna etmeyi, gerçeği kabullenmeye tercih ediyor.
Bu çağda en tehlikeli suskunluk, suçluların değil, seyircilerin
sessizliğidir. Haksızlıkların en büyüğü, bazen bir kelimeyle değil, bir
sessizlikle büyür. İnsanlar birinin ezilişini izlerken gözlerini kaçırır;
“benim başıma gelmesin yeter,” der. İşte o an, vicdan ölmez belki ama
susturulur. Çünkü korku, konfor ve çıkar, vicdanın en güçlü susturucularıdır.
Toplumun kolektif sessizliği, bireyin iç sessizliğini büyütür.
Artık kimse “neden sustum?” diye sormaz. Çünkü sessiz kalmak, çoğunluğun
arasında görünmez olmanın en güvenli yoludur. Ve insan, görünmezliği bir
korunma biçimine dönüştürmüştür. Oysa vicdan, tam aksine, görünmez olana ses
verir. Birinin görmediğini görmeyi, duymadığını duymayı öğretir.
Bugün “ahlak” bir reklam unsuru haline geldi; “erdem” bir marka
imajı. İnsanlar vicdanlarını değil, itibarlarını temize çekmekle meşgul. Sosyal
medya paylaşımları, yardım kampanyaları, vicdan performanslarına dönüştü.
Duygular bile estetikleştirildi: acı bile filtrelenmiş bir formda sunuluyor.
Gerçek vicdan, bu sahnede yer bulamıyor, çünkü sessizdir — oysa çağ, gürültü
istiyor.
O sessizlik bazen gece yarısı uykusuzluğa dönüşür. İnsan yatakta
döner durur, içinden bir ses kıpırdanır. O ses, “yanlış yaptın” der. Ama o an,
hemen telefonu alır eline, birkaç video izler, birkaç mesaj yazar — vicdanı susturmanın
modern yolları bunlardır. Artık düşünmemek, bir savunma refleksi haline geldi.
Çünkü düşünmek, acıtır. Vicdanın konuştuğu her an, insan kendi kırıklıklarını
duyar. Ve bu kırıklıklar, hızla yaşanan hayata ayak bağıdır.
Eskiden suç, dışsal bir eylemdi; şimdi ise ruhsal bir ihmale
dönüştü. Birini incitmek değil, incittiğini fark etmemek en büyük suç haline
geldi. İnsan, başkasının acısını hissetmediği sürece kendini masum sanıyor.
Oysa en derin suçlar, hissedilmeden işlenir. Vicdansızlık, bir anda değil,
yavaş yavaş büyür — küçük suskunluklarla, küçük görmezden gelişlerle, küçük
bahanelerle.
Bir öğretmen bir çocuğu haksız yere azarlıyor, diğerleri izliyor;
kimse bir şey demiyor. Bir iş yerinde biri emeğinin karşılığını alamıyor,
herkes sessiz. Bir kadın sokakta aşağılanıyor, telefonlar açılıyor ama adımlar
atılmıyor. Bu anlarda toplum bir bütün olarak iç hesaplaşmayı terk ediyor.
Vicdan, seyirci kalmanın gölgesinde kayboluyor.
Peki, neden susuyoruz? Belki de en korkutucu cevap şu: Çünkü konuşursak
kendimizi duyarız. Ve o sesle yaşamak kolay değildir. Vicdan, insanın kendine
karşı savaşını başlatır. “Sen de pay sahibisin,” der. “Sen de sustun.” Bu
yüzden birçok insan konuşmaz; çünkü konuşmak, kendini suç ortağı ilan etmektir.
Ama suskunluk da bir eylemdir. Her sustuğumuzda, her görmezden
geldiğimizde, bir yanlışın sürmesine izin veririz. Sessizlik, artık tarafsızlık
değil; suçun ortağıdır. İşte bu yüzden vicdanın sessizliği, yalnızca bireysel
bir kayıp değil, toplumsal bir felakettir.
Vicdanın sustuğu yerde hukuk yozlaşır, çünkü adaletin ilk tohumu
vicdandır. Eğitim anlamsızlaşır, çünkü bilginin değerini anlamlandıran şey
vicdandır. Din bile içini kaybeder, çünkü inancın özü korku değil, vicdanla
gelen sorumluluktur. Her şey dışsal hale gelir; insanlar kurallarını yaşar, ama
anlamını kaybeder.
Ve bu suskunluk, sadece kötülüğün büyümesine değil, iyiliğin
utangaçlaşmasına da neden olur. Artık iyi insanlar bile sessiz kalmayı erdem
sanıyor. “Karışma, senin işin değil,” diyen bir toplumda cesaret, delilikle
karıştırılıyor. Oysa vicdan, tam da bu noktada konuşmalıdır. Çünkü vicdan,
çoğunluğun değil, hakikatin sesidir.
Belki de vicdanın yeniden uyanışı, büyük bir gürültüyle değil,
küçük bir fısıltıyla başlayacak. Belki bir çocuk, “bu adil değil” diyecek.
Belki bir yetişkin, “artık susmak istemiyorum.” diyecek. Ve o ses, başka bir
yüreğe dokunacak. Sessizlik zincirinin ilk halkası kırılacak.
Vicdanın sesi, modern dünyanın en sessiz melodisidir. Onu duymak
için kulak değil, yürek gerekir. Ve belki, tüm bu kalabalığın ortasında yeniden
insan olmanın yolu, o sesi dinlemekten geçiyordur.
Çünkü sonunda, insanın kendinden saklayabileceği hiçbir şey
yoktur. Vicdan, bekler. Zaman geçer, dünya değişir, ama o beklemeye devam eder.
Ta ki insan yeniden cesaret edip aynaya bakana kadar.
Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder