Bu Blogda Ara

17 Ekim 2025 Cuma

Yüceliğin Maskesi Altında Çöküş-Kahramanlık Söylemleriyle Yalancı Cennetler Kuran Toplumlar

Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme

Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir.
Çöküş, kendini asla doğrudan ilan etmez; önce marş olur, sonra destan, ardından bir kahramanlık mitine dönüşür. Geriye dönüp baktığımızda, Roma’nın çöküş günlerinde “imparatorluk ebedîdir” sloganlarının duvarları süslediğini, Osmanlı’nın son dönemlerinde her köşe başında “devlet-i ebed müddet” nidalarının yankılandığını, bugün Ortadoğu’daki otoriter rejimlerdeyse televizyon ekranlarının “zafer”, “diriliş”, “beka” ve “büyük medeniyet yürüyüşü” kelimeleriyle dolup taştığını görürüz.

Ancak ne acıdır ki bu kelimeler, artık gerçeği temsil etmez.
Aksine, çürümeyi gizlemek için kullanılan birer “yaldızlı perdeye” dönüşür.
Bu yüzden, ne kadar çok kahramanlık anlatısı duyuyorsak, o kadar çok korku, güvensizlik ve yıkım içindeyizdir.
Yönetimler bunu bilir — ve halkın zihinsel direncini kırmak için kahramanlık söylemini bir narkotik gibi kullanırlar.

Böylesi toplumlarda gerçek, tehlikelidir; çünkü hakikati gören insan, yönetilemez hale gelir.
Bu yüzden, hakikatin yerine “kahramanlık illüzyonu” geçirilir.
Ve bu illüzyon, en etkili biçimde medya aracılığıyla pompalanır.

Kahramanlık Sanrısı ve Medya İllüzyonu

Otoriter rejimlerin medya dili, genellikle üç temel öğe üzerine inşa edilir:

  1. Kahramanlaştırma: Lider, devlet ya da ordu kutsallaştırılır.

  2. Düşmanlaştırma: Eleştiriler “hainlikle eşdeğer kılınır.

  3. Kurbanlaştırma: Halkın çektiği her acı “dava uğruna fedakârlık” olarak yeniden çerçevelenir.

Böylece toplum, kolektif bir psikomanyak döngüye sokulur.
Bu döngüde halk hem kahraman hem kurban hem de seyircidir.
Kendisine zulmeden güce, “kurtarıcı” gözüyle bakar.
Kendini ezen eli öper; çünkü o elin kendisini koruduğuna inandırılmıştır.

Televizyon ekranlarında gösterişli törenler, coşkulu marşlar, açılışlar, “yerli ve millî” projeler, dış güçlere karşı verilen “destansı mücadeleler” boy gösterir.
Ama arka planda; gençlerin umudu göç eder, zihinler susar, emeğin karşılığı erir, ahlak yozlaşır, doğa talan edilir.

Bu durumun psikolojik adı “kognitif disonans”, yani bilişsel çelişkidir.
İnsan bir yandan sefalet içinde yaşarken diğer yandan kendini “büyük bir ülkenin ferdi” olarak hissetmek ister.
Bu çelişki dayanılmaz hale geldiğinde birey, mantığını değil inancını seçer.
Ve inanç, artık bir hakikat aracı değil, bir savunma mekanizması olur.

Çöküşün Savunma Mekanizması-Yücelik Kompleksi

Bireylerde görülen narsistik savunma mekanizmaları, toplumlara da yansır.
Toplumlar da tıpkı insanlar gibi, özsaygılarını korumak için gerçeği çarpıtırlar.
Kendi yoksulluğunu, geri kalmışlığını ya da adaletsizliğini inkâr etmek için “büyük geçmiş”, “şanlı gelecek”, “kutlu dava” gibi soyut kavramlara sarılırlar.

Bir Arap diktatörünün bir zamanlar sarf ettiği şu cümle, bu psikolojiyi mükemmel özetler:

“Biz en yoksul halkız ama en gururlu milletiz!

Oysa gurur, aç karnı doyurmaz.
Ama bu cümle, toplumsal bir morfin etkisi yapar.
Çünkü “gurur”, yoksulluğun acısını dindirir; “onur”, adaletsizliği unutturur.
Böylece insanlar, adalet yerine aidiyete, refah yerine kimliğe, özgürlük yerine bağlılığa yatırım yapmaya başlar.

Sonuçta ortaya çıkan tablo şudur:
Bir yanda saraylarda ihtişam, diğer yanda çürüyen mahalleler.
Bir yanda kahramanlık nutukları, diğer yanda işsizlik, yoksulluk, göç.
Bir yanda “milletin bekası”, diğer yanda bireyin tükenişi.

Bu, sadece bir siyasi düzen değil; bir ruhsal bozulma biçimidir.

Psikomanyak Toplumun Anatomisi

Psikomanyak toplum, dışarıdan gururlu ve coşkuludur; içten ise korkak, yorgun ve çaresiz.
Çünkü “kahramanlık” söylemiyle yaşamak, sürekli bir gerginlik hâli yaratır.
Her an bir düşman, bir kriz, bir “beka meselesi” gerekir.
Çünkü bu krizler olmazsa, halk sorgulamaya başlar:
“Gerçekten güçlü müyüz?”
“Gerçekten adaletli miyiz?”
“Gerçekten özgür müyüz?”

Bu sorular, rejimlerin en büyük kabusudur.
Bu yüzden “sürekli savaş” atmosferi yaratılır — bazen gerçek, bazen sembolik.
Bir gün dış güçler, ertesi gün iç hainler, ertesi gün medya, ertesi gün muhalefet...
Toplum, sürekli bir tehdit algısıyla yaşar.

Bu durumun psikolojik karşılığı “toplumsal "paranoyadır."
Ve bu paranoya, zamanla kitlelerin davranışlarını şekillendirir.
İnsanlar birbirine güvenmez.
Komşu komşudan şüphe eder, akraba akrabayı ihbar eder, medya vatandaşı, vatandaş muhalifi, muhalif gazeteciyi hedef gösterir.
Bir ülke, tek bir beden gibi hareket etmeye başlar ama artık aklıyla değil refleksiyle yaşar.
Tıpkı travma geçirmiş bir insan gibi…

Ortadoğu’nun Aynası-Güç Maskesi Altında Kırılganlık

Ortadoğu coğrafyasında hemen her ülkenin hikâyesi bu döngüye benzer.
Her biri, “kahramanlık” üzerinden kimlik inşa eder.
Ama bu kimlik, içten içe korkuya dayanır.
Korkunun adı bazen “emperyalizm”, bazen “terör”, bazen “Batı komplosu” olur.
Ama özünde hep aynı şey gizlidir: iktidarın kırılganlığı.

Irak, Saddam döneminde “yüce Arap medeniyetinin lideri” olarak gösterilirdi.
Televizyonlarda destanlar, marşlar, gösteriler…
Oysa ülke halkı açlıkla, korkuyla ve yalanla yaşardı.
Libya’da Kaddafi, “Afrika’nın kurtarıcısı” olarak lanse edildi.
Ama o kurtarıcı mitinin altında milyonlarca insanın suskunluğu, sansürü, işkencesi ve sürgünü gizliydi.
Mısır, “Nil’in çocuklarının onuru” söylemiyle yıllarca demir yumrukla yönetildi; sonuç, bastırılmış bir halk, çökmüş bir ekonomi ve korku kültürüne dönüşmüş bir toplum.

Ve bugün…
Körfez ülkelerinde ışıltılı gökdelenlerin, ultra lüks arabaların ve şaşaalı törenlerin ardında da aynı boşluk var.
İçsel bir çöküş, ruhsal bir tükeniş.
Tüketimle doyurulmaya çalışılan bir varoluş açlığı.
“Güçlü görünmek” adına kaybedilmiş bir insanlık.

Manipülasyonun Mekanizması-Göz Kamaştırarak Kör Etmek

Bu yönetimlerin kullandığı en etkili strateji, gözü kamaştırarak kör etmektir.
Yani halkın dikkatini sürekli parlayan şeylere yöneltmek.
Bir “milli uzay projesi” açıklanır, bir “dev proje” duyurulur, bir “yeni dönem müjdesi” verilir…
Ama o sırada ekmek fiyatı artar, özgürlük azalır, eğitim çürür.
Toplumun duygusal enerjisi hep “umut”a bağlanır ama hiçbir umut gerçekleşmez.
Çünkü umut, artık bir hedef değil, bir oyalama aracıdır.

Bu oyalama stratejisi, psikanalizde “ödül erteleme illüzyonu” olarak bilinir.
Kişiye sürekli, “biraz daha sabret, yakında büyük şeyler olacak” denir.
Toplum da bu söyleme bağlanır; gerçeği değil, beklentiyi yaşar.
Tıpkı kumar masasında “bir sonraki el kazanacağım” diyen bağımlı gibi.
Ve her kaybediş, bir sonraki vaadi daha da güçlü kılar.

Sonunda, gerçek ile sahte arasındaki sınır tamamen kaybolur.
Kitle, kendi sömürücüsüne hayran olur, kendi yoksulluğunu onur sayar, kendi suskunluğunu sadakat olarak yorumlar.

Ruhsal Yıkımın Toplumsal Yansımaları

Böylesi toplumlarda bireyler, yavaş yavaş içsel çöküntü yaşar.
Psikolojik sorunlar, artık sadece bireysel değil, toplumsal hale gelir.
Depresyon, umutsuzluk, yabancılaşma, öfke patlamaları ve inançsızlık yayılır.
Ama medya hâlâ “mutlu, güçlü, bir ve diri” bir toplum resmi çizer.
Bu da halkın ruhsal dengesini daha da bozar.

Sonuçta toplum ikiye bölünür:

  • Gösteri toplumu: Kameralara gülümseyen, marş söyleyen, gururla selam duran yüz.

  • Gerçek toplum: Sessizce ağlayan, borç içinde ezilen, işsiz, çaresiz, karanlıkta kalan yüz.

İşte bu ikilik, psikomanyak bir yaşam formu yaratır.
Bir yanda delice bir yücelik hissi, diğer yanda derin bir aşağılık kompleksi.
Bir yanda aşırı özgüven, diğer yanda korkunç bir çaresizlik.
Bu iki zıt duygunun bir arada yaşanması, hem bireyi hem toplumu hasta eder.

Kahramanlık Kültü ve Çocukların Bilinci

Bir toplumun çöküşünü en acı şekilde görmek istiyorsanız, çocuklarına nasıl hikâyeler anlattığına bakın.
Otoriter rejimlerde çocuklara öğretilen kahramanlık masalları, genellikle itaat ve fedakârlık üzerine kurulur.
Sorgulamak, “hainlik”; sormak, “fitne”; düşünmek, “tehdit” sayılır.
Çocuk, büyüdüğünde bir birey değil, bir “sadakat askerine” dönüşür.
Sanat yerine slogan, düşünce yerine hamaset, ahlak yerine sadakat öğretildiği için toplumun yaratıcılığı da ölür.

Oysa gerçek kahramanlık, sorgulamayı bilenlerin işidir.
Gerçek güç, alkışla değil, adaletle ölçülür.
Ama otoriter rejimler, kahramanlık kavramını bile kirletir.
Kahraman, artık adaletin değil iktidarın hizmetkârıdır.

Çözülüşün Belirtileri-Sessiz İsyanlar 

Bir toplumun çöküşü, önce sesini kaybetmesiyle başlar.
Sonra vicdanını.
Sonra utancını.
Ve en son, aklını…
Ama tüm bunlar olurken, yüzeyde hâlâ zafer naraları duyulur.
Tıpkı batmakta olan geminin güvertesinde hâlâ dans eden yolcular gibi.

Bugün Ortadoğu’da, Güney Asya’da, hatta kimi Batı ülkelerinde bile, “yücelik” söylemiyle örtülen bu çöküşün benzer izlerini görüyoruz.
İnsanlar artık yaşamıyor; rol yapıyor.
Sahte mutluluklar, zoraki inançlar, kolektif yalanlar arasında sıkışmış bir insanlık…
Ve bu yalanlar, öylesine içselleşmiş ki, artık gerçeğe değil, yalana inanmak daha kolay geliyor.

Gerçek Yüceliğin Sessizliği

Bir toplumun yeniden dirilişi, marşlarla değil; sessiz yüzleşmelerle başlar.
Kahramanlık marşları çalarken, hakikat susar.
Ama bir gün o sessizlik dayanılmaz hale gelir.
Bir işçi, bir anne, bir genç — biri çıkar ve “yeter” der.
İşte o an, tüm illüzyonlar çatlar.

Gerçek yücelik, çöküşünü inkâr eden değil, onunla yüzleşen toplumların işidir.
Çünkü inkâr, çürümeyi hızlandırır; yüzleşme ise yeniden doğuşun kapısını aralar.
Bugün bu coğrafyanın ihtiyacı olan şey yeni bir “kahraman” değil; hakikati dile getirecek cesur bir vicdan toplumudur.

Çöküşten Dirilişe

Kahramanlık marşlarıyla büyüyen toplumlar, eğer o marşların anlamını yeniden düşünmezlerse, aynı marşlarla yıkılırlar.
Bugün iktidarlarını öven, israfı gösterişe dönüştüren, eleştiriyi düşmanlıkla eş tutan her rejim, aslında kendi mezar taşını dikmektedir.
Çünkü hakikat, er ya da geç, yaldızlı kelimelerin altından sızar.

Toplumların ruh sağlığı, iktidarın kudretinden değil, adaletin varlığından beslenir.
Adalet yoksa, ahlak çürür; ahlak çürürse, inanç da, vatan da, millet de anlamını yitirir.
Geriye sadece psikolojik enkaz kalır — gösterişli ama boş bir hayat.

Ve o zaman, en yüksek sesle “yaşasın!” diye bağıran toplumlar bile aslında ölmekte olduklarını fark etmezler.

“Bir ülkenin en gürültülü anı, bazen en sessiz çöküşüdür.
Kahramanlık marşları ne kadar artıyorsa, orada hakikat o kadar derine gömülmüştür.
Gerçek diriliş, sessiz bir vicdanın fısıltısıyla başlar — çünkü hakikatin sesi, hiçbir zaman marşlarla duyulmaz.”

 Erol Kekeç’in Kaleminden,16.10.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!