Kendi tanımını
yapamayanlar, başkalarının gölgesine sığınarak yaşamayı üstünlük zannederler.
Kendisi olmayı
başaramayan her birey ve her toplum, yüceliği taklit etmekte, kimliği ise
başkasının aynasından okumakta arar.
Oysa bu bir
meziyet değil; derin bir özgüvensizliğin ve varoluş utancının savunma
refleksidir.
Geçmişten
bugüne birçok çevrede görülen bu hâl, özellikle muhafazakâr ve dindar kesimin
kendi değer dünyasına yabancılaşarak, sol ve seküler entelektüel çevrelerin
diline öykünmesinde açıkça ortaya çıkar.
Kendisine ait
bir bilgi geleneği, estetik algı ve tarih bilinci olduğu hâlde, bunları sahneye
koymakta tereddüt edenlerin çoğu, kendi değerlerini bile sorgular hâle gelmiş,
hatta kimi zaman onları aşağılamayı aydınlanma belirtisi sanmıştır.
Bu durum
yalnızca bir psikolojik arıza değil;
toplumsal bir
kişilik kaybıdır.
Kendi
değerlerinden utanmak, kendi sesini duyamamak, kendisi gibi düşünmeye cesaret
edememek…
Bunlar bir
bireyin değil, bir medeniyetin çöküş işaretleridir.
Ve bugün bu
çöküş artık yerel değil; küresel boyutludur.
Başkalarının
Aynasında Kendini Arayanlar
Dün çevremizdeki
okumuş takımı, dinî ve kültürel referanslardan uzak bireylerdi;
onlar
tarafından kabul görmek, onların masalarına oturmak, onların diliyle konuşmak
bir “seviye” göstergesi sayılıyordu.
Bugün ise bu
durum yalnızca fikir alanında değil;
yaşam biçimi,
eğitim modeli, sanat, eğlence, toplumsal estetik, hatta sevincin ve öfkenin
ritmine kadar,
Bir toplum
kendi kimliğini saklayıp, başka bir kimliğin kılığına büründüğünde,
aslında yavaş
bir intihara başlamış olur.
Kendine yabancılaşan bir toplumun sonu bellidir:
Düşünmesi
taklittir,
Yaşaması
taklittir,
Hatta mutluluğu
bile ödünç alınmıştır.
Ve en acısı
şudur:
İnsan kendi
güneşini bırakıp başkasının gölgesinde üşür.
Eğitim Örneği:
Kendi Fıtratının Dışında Bir Elbise
Bugün eğitim
konuşulduğunda herkes Finlandiya örneğini ağzına alır;
Montessori
eğitim modeli bir vitrin süsü hâline gelmiştir.
Oysa kendi
kültüründe yaparak öğrenme, usta-çırak ilişkisi, hayatın içinden öğrenme,
yüzlerce yıllık organik birikim olarak zaten mevcuttu.
Ama biz ne
yaptık?
Çocuğu doğadan
kopardık,
Fıtratın duyu
kapılarını kapattık,
Onu dört
duvarın içine hapsedip kitap sayfalarını hafızaya yükledik.
Böylece zihni
işleyen değil, taşıyan bireyler yetiştirdik.
Ve sonunda
fıtratın hafızası dondu.
Bunun nedeni
açıktır:
Kendi değerini
bilmeyen, kendine ait olanı geliştiremez.
Geliştiremeyen
ise başkasının ürettiğini kutsamak zorunda kalır.
Kendini
Yitirenin Seçtiği Yol: Kaçış
Bir bireye
nereli olduğunu sorun; derhal cevap gelir.
Ama yaşamına
bakarsınız, o coğrafyanın ruhundan iz yoktur.
Kendi
kaderinden kaçar, kendi sesini kısmış, kendi rengini silmiştir.
Oysa en büyük
felaket başka biri olmaya çalışmaktır.
Çünkü insan
başka birinin gölgesinde durdukça:
Kendi kalbini
işitmez,
Kendi aklını
işletemez,
Kendi benliğini
inşa edemez.
Ve sonunda
kendini kaybeder.
Kendini
kaybeden, mutluluğu da kaybeder.
Omurga: Var
Olmanın Şartı
İnsan bir
omurga taşır.
Bu omurga
kişisel olduğu kadar toplumsaldır da.
Toplumsal
omurga inşa edilmediği sürece,
fertler
sürüngen bir hayatın sürünenleri olmaktan kurtulamaz.
Sürüngenler
kabuk değiştirir;
fakat insanın
yapması gereken kabuğu değil özü değiştirmektir.
Öz değişti mi:
Kültür kök
salar,
Kimlik
berraklaşır,
Kişilik
bütünleşir,
Toplum ayağa
kalkar.
Ve kompleks
kendiliğinden yok olur.
Kendine Dönüş
Çağrısı
Artık yeni bir
diriliş hamlesine ihtiyaç vardır.
Bu hamle
başkasına benzeme çabasıyla değil,
kendine dönme
cesaretiyle başlayacaktır.
Herkes kendisi
olsun.
Herkes kendi
güneşinin altında dursun.
Herkes kendi
sesini duysun.
Ve hep birlikte
haykıralım:
Ben, sen, o —
biziz.
Kendimize
döndüğümüzde yeniden doğacağız.
Gelin, omurgalı
bir yaşamın kapısını birlikte aralayalım.
Gelin,
aynalarda yeniden kendimizi görelim.
Gelin, kendi kaderimizi kendi ellerimizle yazalım...
04.02.2020
Erol KEKEÇ
