Bir ülkenin nükleer silah üretmesi, gökyüzünü delip geçen füzeleri, radar ağlarıyla örülmüş hava savunma sistemlerine sahip olması, o ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bunlar, sadece teknolojik kabiliyetin ve maddi yatırımların sonucudur. Ancak insanlığın gelişmişliği ne kadar füze attığıyla değil, ne kadar yetim doyurduğuyla, ne kadar adil davrandığıyla, ne kadar merhamet taşıdığıyla ölçülür.
Bakın Kuzey Kore’ye... Hindistan’a... Pakistan’a... Hepsinde nükleer başlık var. Ama sokakta insanlar açlıktan ölüyor. Çocuklar yalınayak dolaşıyor. Eğitim bir lüks, sağlık bir mucize gibi görünüyor. Nükleer silaha sahip olmak, gökyüzünü delmek için değil, önce yeryüzünü adam etmek içindir. Eğer insan açsa, hukuksuzsa, geleceksizse, füzelerin gölgesinde büyüyen bir toplumda ne huzur olur ne de medeniyet.
Seçim öncesi dönemlerde yaşadığımız tiyatrolar artık kabak tadı vermeye başladı. Aynı maskeler, aynı senaryolar, aynı vaatler... Fakirlik zirvede. Yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşiyor. İnsanlar artık sabah değil, karanlıkla uyanıyor; akşam değil, çaresizlikle uyuyor. Mutsuzluk artıyor, toplumsal çözülme derinleşiyor. Yeni nesil, pusulasız bir yolculuğa çıkmış. Rotası yok, hedefi yok, istikameti yok. Bir elinde telefon, diğer elinde boşluk... Eğitim sistemimiz? Tabiri caizse, tabanı deldi. Yani düştü. Hatta çökmedi, göçtü. Artık öğretmenler öğretmiyor, öğrenciler öğrenmiyor. Herkes ezberin kurbanı, herkes sınavın esiri...
Hukuk? Ah adalet... Kendi adaletinden utanır hale geldi. Mahkemeler adil değil, adaletsizlikten ağlıyor. Hâkimler karar değil, talimat yazıyor. Rüşvet bir kültür, adam kayırma bir liyakat sistemi haline gelmiş. Layık olmayan insanlar, lâyık olmadıkları makamlara tırmandırılıyor. Merhametin değil, bağlantının, torpilin, parti üyeliğinin ve “bizden misin” sorusunun belirlediği bir kariyer düzeni kurulmuş durumda. Bu bir sistem değil, bir çürümedir. Ve çürüme tepeden başlar, köke kadar iner.
Bunlar bahane değil, bahaneye sığınmadır. Sizi eleştirenin dedesi camiyi kapatmadı. Tüp kuyruğunda bekleyen sizin dedenizdi, benim dedemdi. Ve onların sabrı, bugünün sorumlularına bahane olamaz. Hadi tüm geçmişin yükünü bir kenara bırakalım: Şimdi ne var? Adalet mi var? Refah mı var? Eğitimde başarı mı var? Güven duygusu mu var? Yok... Olmadığı gibi, her şey biraz daha geri gidiyor. Üretim yok, paylaşım yok, ama propaganda çok.
“İlla saman mı lazım?” diyenlerin boşboğazlıklarını işittiğimde, içimde tarif edemediğim bir rahatsızlık doğuyor. Çünkü mesele saman değil; mesele halkın karnı, çocuğun eğitimi, gencin umudu, yaşlının güvenliği... Mesele sadece füze değil, füzeyle beraber düşen insanlık…
Ama zamanla anladım. İnsan hak ederse, Allah ona verir. Hak etmeyen toplumlara verilmiş görünen her nimet, aslında bir imtihandır, bir istidracdır. Dışı altın, içi çürümüş bir paket... Parlayan teknolojiye bakarken içeride çürüyen vicdanları görmeyenler için göz değil, basiret gerek. Çünkü...
Tıpkı bizim gibi...
Köprü yapmak bir medeniyet göstergesidir, doğru. Ama o köprü insanların gönlünü birbirine yaklaştırıyorsa… Eğer o köprü geçildikten sonra insan stres oluyorsa, o köprü lanetle anılıyorsa, bu bir medeniyet değil, bir felaket inşasıdır. Medeniyet, sadece taşla değil; gönülle, merhametle, adaletle kurulur.
Bu satırları yazarken karanlık bir odadayım. Gece sessiz ama içim gürültülü. Bu yazıyı yazmak “iş olsun” diye değil. Kimse beni bir şey sansın diye değil. Bilinsin ki, ben bu satırları idrak, basiret ve izan adına yazıyorum. Çünkü kelimeler yetmiyor artık içimi anlatmaya. Çünkü bir yerden sonra susmak da yetmiyor.
Toplum olarak öyle bir hale geldik ki; duygusuzlaştık, duyarsızlaştık. Mutluluk içimizde değil, ekranlarda. Değerler evin içinden değil, sosyal medya beğenilerinden belirleniyor. İnsan artık insanla değil, algoritmalarla konuşuyor. Çocuklar sevinmeyi öğrenemeden büyüyor. Gençler hayal kurmadan yaşlanıyor. Aileler birlikte ama birbirine yabancı. Komşular bir duvar kadar uzak, bir zil kadar sessiz.
Diyoruz ki; insan olmak, mümin olmak bizi bu noktaya getirmemeliydi. Ama nefsimiz bize başka şeyler fısıldıyor. Kibir, hırs, gösteriş... İçimizdeki Firavun büyüyor ama biz hâlâ “ben Musa’yım” demeye utanmıyoruz. Toplum her geçen gün yalnızlaşıyor, birey her geçen gün kendine yabancılaşıyor.
Bugün gökyüzüne füzeler fırlatan bir ülke olabiliriz. Ama adalet yere düşmüşse, bu başarı değil bir trajedidir. Çünkü gökyüzünü fethetsen ne yazar, yüreğini kaybetmişsen? Çünkü ne kadar uzaya çıkarsan çık, içinde insanlık yoksa, gideceğin yer karanlıktır.
Ve ne acıdır ki, biz zaten dönüşüyoruz.
Bahadır Hataylı/20.06.2025/Sancaktepe/İST