Bir zamanlar bir ülke vardı.
İnsanlar sabahları “vatan sağ olsun” diye uyanır, akşamları “Allah büyük” diyerek uyurdu.
Ama günün ortasında, harami çetesi onların cüzdanlarını, zihinlerini ve vicdanlarını aynı anda boşaltırdı.
Ne büyük bir mucizeydi bu!
Hem kutsal, hem milli, hem de yasal bir soygun…
Üstelik halk buna “iman tazelemek” diyordu.
Çetenin lideri, başında parlayan sahte bir nur halkasıyla kürsüye çıkar,
“Ey halkım!” derdi,
“Biz Allah için çalışıyoruz, biz vatan için yaşıyoruz, biz bayrağı indirttirmeyiz!”
Ve herkes ağlardı.
Çünkü duyguların sömürüsü, aklın ikna edilmesinden çok daha kolaydı.
Bir elinde din, diğer elinde bayrak;
Bir ceplerinde ihale listesi, diğer ceplerinde tapu senetleri…
“Bu da bizim nasibimiz,” derdi gülümseyerek.
Halk da “helal olsun” derdi.
Helaldi çünkü kutsal ambalajlıydı.
Her şeyin üzerine “Allah için” etiketi vuruldu mu, artık hiçbir şeyin hesabı sorulmazdı.
“Bizimkiler yaparsa vardır bir hikmeti,” diye düşünürdü insanlar.
Hikmet vardı elbette — ama hikmet değil, hile yazıyordu hikâyenin sonunda.
Okullar, camiler, meydanlar birer propaganda merkezi olmuştu.
Her kürsüden aynı cümle yankılanıyordu:
“Biz kurtarıcıyız! Biz gidersek bu millet çöker!”
Oysa millet çoktan çökmüştü —
Vicdanında, aklında, cesaretinde.
Ama kimse görmüyordu;
çünkü gözlerinin önünde dalgalanan bayrak,
bir örtü gibiydi artık:
Hakikatin üstünü kapatan,
suçun üzerini örten bir örtü.
Çete öyle ustaydı ki, her hırsızlığı bir ibadet, her yalanı bir vatan görevi,
her ihaneti bir kutsal strateji gibi gösteriyordu.
Ve insanlar inanıyordu, çünkü inanmak, düşünmekten daha kolaydı.
Bir gün biri çıktı, “Yahu biz neden bu kadar yoksuluz?” diye sordu.
Hemen “hain” ilan edildi.
“Sen bayrağı mı sevmiyorsun?” dediler.
“Sen dine mi karşısın?” dediler.
“Sen dış güçlerin adamı mısın?” dediler.
O da sustu.
Çünkü bu topraklarda gerçeği söylemek, artık en tehlikeli suçtu.
Harami çetesi büyüdükçe büyüdü.
Köprüler yaptılar — ama halkın üstünden geçmek için.
Camiler yaptılar — ama kendi günahlarını örtmek için.
Okullar açtılar — ama düşünmeyi yasaklamak için.
Gazeteler kurdular — ama tek cümle söyletmemek için.
Ve her şeyin sonunda bir “kurtuluş günü” ilan ettiler.
Bayraklar sallandı, dualar okundu, alkışlar patladı.
Oysa o gün, halkın iradesi gömülmüştü — alkış sesleri arasında.
Harami çetesi artık tarihe geçmişti.
Adları “kurtarıcılar” diye yazıldı ders kitaplarına,
“iman erleri” diye anıldılar törenlerde.
Ama toprak, hâlâ onların ayak izlerinden kan sızdırıyordu.
Bir çocuk sordu bir gün dedesine:
“Dede, bu kadar bayrak, bu kadar dua, bu kadar konuşma…
Neden hâlâ bu kadar acı var?”
Dede sustu.
Uzun bir sessizlikten sonra sadece şunu fısıldadı:
“Evladım, onlar Allah’ı, kitabı, bayrağı değil —
bizi kullandılar.”
Ve çocuğun gözlerinden bir damla yaş düştü toprağa.
O toprak, bir gün yeniden filiz verir belki.
Ama o güne kadar,
Harami’nin cenneti hüküm sürmeye devam edecek.
Çünkü bu çağda en güçlü sihir,
“vatan, millet, Allah” diyerek yapılan hırsızlıktır.
Ve bu sihri bozacak tek dua,
aklını kullanmaktır.
Bu Ülke şu an yaşamıyor, Tarihin derinliklerinde kaldığı için tarihçiler o kuyulardan bilgiye ulaşamadılar ben de cinlerden sordum onlar söylediler....
Bahadır Hataylı/15.08.2024/Namazgah -İst.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder