Başlangıçta Tartı Vardı
Adaletsizlik, insanlığın kadim kamburudur. İster çorak Arabistan’da, ister uçsuz bucaksız bozkırlarda, isterse bugün gökdelenli şehirlerin dar sokaklarında olsun, hak ile batıl aynı meydanda soluklanır. Allah’ın “Mizan” dediği o ilâhî teraziyi eğip bükmeye kalkışan her güç, kendisini Firavun ’un tahtında bulur; nihayetinde aynı ıslak kumlara gömülür.
Hz. Ömer (ra), devlet hazinesinden bir kumaş paylaştırıldığında payına düşen parçayla kendine cübbe biçemediği için minbere çıkıp konuşmak dahi istemez; oğlu Abdullah’ın parçasını da ekleyip tek bir elbise diktirdiğini açıkça beyan etmek zorunda kalır. O gün adalet, hilâlin ince kıvrımı kadar hassastır. Gün gelir, Muaviye ile Ali’nin safları Sıffîn’de çatışır; kılıçlar çekilmişken kâğıt parçaları kılıçtan üstün kılınır. Hileli hakemlikle hilâfet yüzüğü, Amr b. Âs’ın marifetiyle Muaviye'nin parmağına takılır. O gün terazi eğilir, kefeye kolay kolay doğrulamayacak bir dengesizlik düşer.
Bugün de adaletin kantarı, siyasi rüzgârlarla boşluğa savruluyor. Mahkeme kürsüsünde oturanın elindeki tokmak ağır, fakat göğsündeki vicdan hafifse, Yusuf zindanda çürürken zalim sarayında horoz ötüyor demektir.
Aynı Hikâye, Yeni Aktörler
Bu paragraflar, yakın tarihten bir insanın iç muhasebesini ve memleketin ruh hâlini tek nefeste özetliyor. Kendini “imtihanı bitmiş” ilan eden herkes, aslında nihayetsiz bir imtihanın en kritik sorusunu kaçırıyor: Haddi bilmek.
İtaatsiz Şahlar, Yalana Tapınanlar
Ebu’l-Hasan Şirazi anlatır: “Şah Mahmud, sarayının avlusunda otururken bir dilenci ayağının dibine düşer. Şah buyurur: ‘Dilencinin gömleği kir içinde, derisi yara bere. Bunu çıkarın saraydan, gözüm görmesin!’ Veziri yaklaşır: ‘Hünkârım, dilenciyi atarız ama gölgesini ne yapacağız?’”
Tarih bize durmadan gölgeyi hatırlatır. Gölge, hâkimin vicdanıdır; gölgede yamukluk varsa, güneş tepedeyken bile hakikati eğri görürüz. Bugün rüşvetin gölgesi bakanlık koridorlarında gezinirken, yandaşın gölgesi adliye kapısında sırayı es geçerken, garibanın gölgesi kamu bankasında ipotek altında titrerken aynı soruyu tekrar duyar gibiyiz: “Bu gölgeyi nereye saklayacaksınız?”
Ceket Giydirilmiş Putlar
Yüz yılı aşkın parlamento pratiği, göğsünü kabartarak “meclis iradesi” derken, milletin gözleri önünde hızla kireçlenen bir hakikat var: Bağımsız yargı, bağımsızdan öte yalnızdır. Savcı iddianameyi kaleme alırken tavan arasında tozlu bir dosya açılır: sanığın kim olduğuna değil, kimin adamı olduğuna bakılır. Mahkeme heyeti karar verirken kütüphanesindeki kanun külliyatından önce kulaklıkla “merkez ”den gelen fısıltıyı duyar. Medya başlık atar: “Bağımsız yargımızdan tarihi karar!”; hâlbuki karar, tarihin çöplüğünde defalarca okunan bir diktedir.
Böyle bir iklimde, “adalet sarayı” denen devasa beton yapılara bakıp da büyülenmeyin. O binalar, karıncayı ezmeye niyet etmiş fillerin cüssesine benzer; adalet, fildişi kabartmaların değil, alt katta bekleyen mazlumun gözyaşında saklıdır.
Sultan II. Mehmet, 1477’de bir Rum mimarı bizzat huzuruna çağırıp hakkındaki şikâyeti dinler; elini kılıcına değil, mahkemenin kapısına götürür. Sıradan bir zımmî, padişahı kadıya şikâyet edebilir; çünkü Allah’ın hükmü karşısında kulun rütbesi yoktur.
Bugün ise vatandaş, mahallesindeki yıkık kaldırımdan belediyeyi mahkemeye veremez; zira önce harç yatıracak parası, sonra lehine hüküm verecek hakimi bulması gerekir. Adaletin dili, sahifede Türkiye Türkçesi, fiiliyatta kısık bir bürokratik Aramice ’ye dönüşmüştür.
Kibriyenin Maskesi-“Ben Milletin İmtihanıyım”
İktidar koltuğuna oturan kimileri, tıpkı o eski tanıdığın cümlesi gibi, “Benim imtihanım bitti; milletin imtihanıyım” diyerek kendini sorgunun karşısına değil, üstüne koyar. Lakin insan, sorguyu bırakıp ilan-ı zafer ettiğinde azgınlık başlar. Kur’an, “müstağni” tavrını, insanın en tehlikeli kırağısı olarak tanımlar: “Gerçekten insan, kendini müstağni gördüğünde azabilir.” (Alak/6-7)
Bugün müstağni devlet dili şöyle konuşuyor:
“Biz iyiliğin temsilcisiyiz; kötülük dış mihrakların işidir. Biz hata yapmayız; hata bize karşı yapılan eleştiridir. Biz konuşuruz; yargı onaylar. Biz veririz; medya kutsar.”
Oysa gerçek şu: İyilik, şahısların tekelinde değil; kötülük, muhaliflerin sırtına yüklenemez. Allah’ın terazisinde herkesin dosyası ayrı, tartısı adildir. İster saray sofrasında kuş lokması yesin, ister gecekondu mutfağında kuru ekmeği bölüşsün; kimse “imtihanım bitti” diye diploma alıp kenara çekilemez.
Hesap Gününe Dair Unutulan Gerçek
İbnü’l-Cevzî “Telbîsü’l-İblîs”te şeytanın en büyük hilesinin, kulun kalbine “Sen artık kurtuldun, fazîlet makamındasın” vesvesesini sokmak olduğunu söyler. Bu vesvese sızdığı anda kalp, cismin daracık göğsüne bile sığmaz; taşar. Sonra hangi makamdan hava alırsa alsın, balonun patlayacağı an bellidir.
Mansur’un saray duvarlarına şöyle yazılır: “Hesap çok çabuktur.” Bu ayet, gece nöbetçilerinin meşalelerini titretir. Hesap, mahşer koridorunda yavaş çekim bir film değildir; göz açıp kapayıncaya dek muntazam bir ışıktır, şaşıran yanar.
Bugünün güç odakları, geçmişin “mutlak dirlik” hayali kuranları gibi ölümü unutarak “ebedî yetki” vehmediyor. Gidip de dönmeyenlerin çokluğu, kalanların ibret formlarını doldurmaya yetmeli. Lakin göz kör, kulak sağır ise kalp kitlenir; işte o kilidi açacak anahtar ancak adaletin sesidir.
Adalet Yoksa Susmak da Fayda Vermez
Bir toplumda mahkeme kapısında sıralar uzar, içeriden “kopyala-yapıştır” kararlar fışkırır, bakan iyice semirir, gazeteci tüm bunları haberleştirince vatan haini ilan edilirse artık konuşulacak tek kelime kalır: Zulmün gölgesini uzatmayın!
Adaletin olmadığı bir yerde, ekonomi rakamlara, eğitim sınav puanlarına, sağlık raporlara, spor skor tablolarına, sanat gişe sayısına indirgenir; “insan” ise istatistiğe dönüşür. Zulüm istatistikten ibaret kalmayacak kadar canlıdır: yetim öksüzlüğünü, mahkûm duvarı, işçi paydosu, kadın şiddeti, çevre tahribatı, hayvan zulmü… Hepsi mahkeme kale kapısı önünde dosya biriktirirken yargıç kılıcının kını bile kıpırdamaz.
Hz. Ali’nin meşhur kırk bakır zırh davası, yanlış ellere düşse “zaman aşımından” düşerdi; hilâfet yüzüğünün takıldığı gün adaletin mührü sökülünce nice kanlı sayfa açıldı. Bugün “zaman aşımı” maskesi, katran gibi yasaların yüzüne sürülüyor; millet “ne yapalım, prosedür” diye avutuluyor.
Mizânı Yükseltmek
Peki umut yok mu? Elbette var. Haddi aşanın ipini kesen yine adalet olacaktır. Mevlana der:
“Adalet, bir şeyi yerli yerine koymak; zulüm, onu yerinden oynatmak.”
Yerinden oynayan bu düzen, yerli yerine konacağı günü bekliyor. Mizânı yükseltmek, devasa yapılar inşa etmekten değil, küçük insanların küçük haklarını teslim etmekten geçer. Bir işçinin gasp edilen tazminatını ödemek, yüz katlı adliye inşaatından daha kutsidir. Bir kadının, şiddet uygulayan eşe karşı korunması, dev ekranlı yargı tanıtımlarından daha hakikîdir. Bir gazetecinin dosyasını “derhal beraat” diye mühürlemek, “yüksek yargı yılı” açılış töreninden daha şereflidir.
Rahman'ın Kulu Olmak
Ben Rahman'ın kuluyum diyen, kendini “imtihanı bitmiş” mertebesine değil, sürekli imtihan meydanına bırakır. O meydanda kötüye karşı susmak, zulme ortak olmaktır. Adalet sancağı yere düşerken maddî imkân, ideolojik yandaşlık, makam koridorları, partizan heyecanlar kurtuluş getirmez. Kurtuluş, Musa’nın asasındaki hakikat kadar yalın: “Haddi bil, hakka teslim ol.”
Sonsöz yerine, Hz. Peygamber’in şu ikazıyla mühürleyelim:
“Nice insanlar vardır ki, Allah’ın rahmetiyle değil, kendi amelinin büyüklüğüyle cenneti hak ettiğini sanır. Allah onları amellerinin büyüklüğüyle değil, kalplerinde büyüttükleri kibirle hesaba çeker.”
Dostumun kibirli tespitiyle, devrin kibirli yönetim anlayışı aynı kefede. İkisi de “imtihan benim elimde” diyerek gölgesini beton kalıba döktü. Allah, o gölgeleri tek bir nefeste siler. Yeter ki biz, hak terazisinin ibresine parmak basmayalım.
Adaletle nefes almayanın akıbeti, Firavun ’un atları kadar ibret vericidir: dalga gelir, tuzlu çakıl tanesi bile kalmaz. Tarih seli bununla dolu; bizi de aynı vadide bekliyorlar.
Adalet varsa söz var; adalet bittiğinde, geriye sadece suskun bir mahşer kalır.
Erol Kekeç/05.07.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder