İstanbul... Sadece bir şehir değil; zamanın göğsüne işlenmiş bir mühür, medeniyetin ruhuna vurulmuş altın bir imzadır. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği bu kadim şehir, yalnızca surları yıkılmış bir yerleşim yeri değildi; aynı zamanda skolastik düşüncenin karanlık dehlizlerinden kurtulmak isteyen bilginlerin, sanatçıların, farklı inanç mensuplarının ve düşünen beyinlerin sığındığı bir limandı.
İstanbul, fetihten sonra yalnızca Osmanlı’nın değil, tüm insanlığın ortak mirası olacak şekilde yükseldi. Fatih Sultan Mehmed, sadece bir kumandan değil; bir medeniyet inşa edicisi, bir düşünce adamı ve farklılıkları yaşatma becerisiyle çağının çok ötesinde bir liderdi. Onun döneminde İstanbul, fikirlerin özgürce konuşulduğu, bilimsel buluşların desteklendiği, farklı inançların barış içinde yaşadığı bir hoşgörü medeniyetinin kalbi hâline geldi. Batının skolastik karanlığından bunalan birçok bilgin, düşünür ve sanatçı, Fatih’in açtığı bu yeni dünyaya akın etti.
Ancak aradan geçen asırlar, bu büyük mirasın taşıyıcılığını bir onur vesilesi değil, bir slogan hâline getirdi. Bugün, Fatih’in torunu olduğunu iddia eden birçok kişi, onun getirdiği o büyük medeniyet vizyonunu anlamaktan uzak, sadece geçmişin gölgesinde birer hamaset tüccarına dönüşmüştür.
Fatih, bir medeniyet kurucusuydu. Onun kurduğu medeniyetin temel taşları; ilim, adalet, özgürlük ve farklılıklara saygıydı. Ancak bugün, bu değerlerin yerini tahakküm, ötekileştirme, bilgiye karşı düşmanlık ve tek sesliliğin zorbalığı almışsa, bu durumun sorumlusu geçmiş değil, bugünün uygulayıcılarıdır.
Düşüncenin susturulduğu, farklı inançlara tahammülün azaldığı, bilimsel çabanın alaya alındığı bir ortamda Fatih’in ismi, onun ruhuna hakarettir. Eğer bugün bilim insanları, sanatçılar, farklı inanç mensupları bu topraklardan huzur ve güven içinde yaşamak yerine kaçış yolları arıyorsa, bu topraklara değil, o toprakları yöneten zihniyete bakmak gerekir.
1453’te İstanbul’un fethiyle başlayan aydınlık dönem, ilmin ve hikmetin egemen olduğu bir çağın işaret fişeğiydi. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesinde bile bir yıkım değil, bir dönüşüm, bir barış dili vardı. Fatih, patrikhaneyi korumuş, diğer inançları güvence altına almıştı. Bugünse "farklı" olanı tehdit gibi gören anlayış, ne Fatih’in anlayışına ne de İslam’ın özüne yakışır.
Fatih, Yunanca bilen, Batı felsefesini okuyarak yetişmiş, Doğu ve Batı'nın ilmini bir araya getirebilen bir dehaydı. Onun medreseleri sadece dini ilimleri değil, matematik, astronomi, tıp gibi pozitif bilimleri de barındırıyordu. Bugün bu bilim dallarına mesafeli duranlar, hatta onları itibarsızlaştıranlar, neyin torunu olabilir?
Fatih’in mirası bir şiir mısrasına, bir marş sloganına sığdırılamaz. Onun mirası; adalettir, şefkattir, bilgidir, düşüncedir, özgürlüktür. Bugün bu değerlere sahip çıkmayanlar, sadece Fatih’in torunu olmadıklarını değil, aynı zamanda bir medeniyeti anlayamadıklarını da ilan etmiş olurlar.
Gerçek bir medeniyetin temeli, bireyin varlığına ve iradesine saygıdır. Düşünen insan, sorgulayan insan, inanan insan... Bu üç özellik, Fatih’in kurmak istediği toplumun ruhunu yansıtır. Ancak günümüzde, düşünce kontrol altına alınmakta, sorgulama yasaklanmakta, inanç ise şekilciliğe hapsedilmektedir. Bu durum, sadece bireyin değil, toplumun da çöküşüdür.
Fatih’in kurduğu medeniyete sahip çıkmak, ona sahip çıkıyormuş gibi yapmakla olmaz. Bunun yolu, bireyi özgürleştirmekten, adaleti hâkim kılmaktan, farklı seslere alan açmaktan geçer. Bir medeniyet, sadece cami minarelerinden ezan okunmasıyla değil, o ezanın ruhunu toplumun her yerine işlemesiyle inşa edilir.
Bugün İstanbul, hâlâ büyük bir şehir. Ama Fatih’in İstanbul’u olmak için, onun ruhunu yeniden anlamaya ihtiyacı var. Bu ruh; ilimde, sanatta, fikirde ve inançta adaletli olmaktır. Kendi halkına güvenmeyen, halkının düşüncesini baskılayan bir yönetim, ne kadar bayrak sallarsa sallasın, o bayrağın gölgesi özgürlük değil korku üretir.
Fatih’in torunu olmak; geçmişi hamasetle anmak değil, onun bugünkü anlamını yaşatmaktır. Bu da ancak insanı merkeze alan, Rabbine kulluk bilincini hayatının pusulası yapan, adaleti elden bırakmayan ve her şeyin bir emanet olduğu bilinciyle hareket eden bir yönetim anlayışıyla mümkündür.
Fatih’in medeniyetine sahip çıkmak, göklere bayrak dikmekle değil; yere düşen hakikati yerden kaldırmakla olur. Bu hakikat, bireyin onuru, düşüncenin özgürlüğü, inancın samimiyeti ve ilmin rehberliğidir.
Sonuç olarak, bugün “Fatih’in torunuyuz” diyerek gurur duyanlar, gerçekten onun torunu olmak istiyorsa, önce o büyük ceddin ahlakına, anlayışına, adaletine ve özgürlükçü ruhuna sarılmalı. Çünkü medeniyetler, şiirlerle değil; samimiyetle, sadakatle ve adaletle yaşatılır.
Ve en önemlisi: Bir medeniyete sahip çıkmak, onun tarihini ezberlemek değil, O tarihten ders alarak, bugünü inşa etmektir.
Erol Kekeç/23.04.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder