Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman bir günde yaşanmaz. Çöküş; sabah akşam fark edemediğin ama her geçen gün içinde biraz daha ağırlaştığın, sırtına görünmeyen yükler binen, gözlerinden ışığın yavaşça çekildiği, kalbine inceden bir sızı olarak yerleşen uzun soluklu bir çürümeyle başlar. En trajik olanıysa; çöküşün, toplumun büyük kısmı tarafından bir yükseliş zannedilmesidir.
Türkiye’nin son yıllardaki toplumsal ve siyasal panoramasına baktığımızda, ekranlardan pompalanan tarihi dizilerle inşa edilen yapay bir özgüvenin, sahte bir kimlik duygusunun ve altı boş bir “yüzyıl hayalinin içerisine hapsedilmiş bir halk gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Payitaht Abdülhamid” gibi diziler; tarihi doğru anlamak yerine onu efsaneleştirerek, halkı hakikatle değil, hayalle baş başa bırakmıştır. Bu diziler, halkın kendi gerçekliğini unutup, hayali bir kahramanlık hikâyesi içinde yaşamasına sebep olan birer modern masaldır. Oysa ki gerçek, dizilerde gösterildiği gibi kahramanlık nidaları ve destansı savaşlarla değil; ekonomik darboğazla, genç işsizlikle, artan intiharlarla, ahlaki çözülmeyle, tarımın ve sanayinin çöküşüyle, eğitimdeki kalite kaybıyla yazılır.
Bugün bu diziler sayesinde hipnoz edilen bir halk var. Elinde kılıç, at üstünde dünyayı fetheden bir milletin torunları olduklarına inandırılmış milyonlar. Gerçekte ne yerli üretim kaldı, ne de bilimde, teknolojide bir atılım. Ama ekranlar başka bir şey söylüyor. Bir yanda “savunma sanayisinde dünya devi olduk” deniyor, öte yandan kendi askeri üstlerimize düşen bombalar karşısında sessizlik hâkim. İsrail’in Suriye’de kurduğumuz üsleri bombaladığı, askerlerimizin şehit düştüğü iddiaları var ama alabildiğimiz bir bilgi yok. Üstelik en yetkili ağızdan “Suriye kendi sorunlarını İsrail’le kendisi çözsün” denerek üstü kapalı bir geri çekilme dile getiriliyor. Ama halk hâlâ Tel Aviv’in 72 saatte yok edileceğini anlatan ekran şarlatanlarını dinliyor.
İşte tam da bu noktada gerçekle yüzleşmek imkânsız hale geliyor. Çünkü halk, hayalle hipnoz edilmiştir. Hayal dünyasında yaşarken, “nereden nereye geldik” nidaları atılıyor ama aslında uçurumun kenarındayız. Uçağın hızla inişe geçtiğini söyleyenler “hain, “düşmanlar” olarak yaftalamıyor. Oysa uçak hızla alçalıyor ve iniş takımları yok. Pilot ise hâlâ kulaklığı takmış, “gökyüzündeyiz, hedefe ilerliyoruz” anonsları yapıyor.
Ekonomiye bakın: Enflasyon yüzde yüzlere dayanmış, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. İş bulamayan gençler evlenemiyor, ailesine bakamıyor. Ama dizilerde hala Osman Bey’in obası büyüyor, Abdülhamid Han entrikalara karşı direniyor. Halk, sabah işsizliğe uyanıyor; ama akşam Ertuğrul’un kılıcıyla yeniden ayağa kalktığını sanıyor. İşte bu bir toplumsal illüzyondur. Bu uyanıkken görülen bir rüyadır.
Bu illüzyonun sebebi sadece diziler değildir. Medya, siyaset, eğitim ve dini kurumların büyük bir kısmı bu hipnozun inşasında rol almıştır. Sorgulayan, düşünen, hakikati arayan bir toplum yerine; kolay inanan, duygusallıkla yönlendirilen, gerçeklerle değil duygularla hareket eden bir halk yaratıldı. Bugün, acılar kemiğe dayanmış ama kimse “yeter” diyemiyor. Çünkü hipnoz o kadar güçlü ki, acı bile fark edilmiyor.
Ekranlarda halkı avutmakla görevli yorumcular, siyonizme meydan okuyor gibi görünse de perde arkasında sessizce uzlaşmalar yapılıyor. Halk ise “biz büyüyoruz”, “bizi herkes kıskanıyor” gibi içi boş cümlelerle avunuyor. Oysa ki gerçekte bırakın büyümeyi, ayakta durmaya bile mecali kalmamış bir toplum var. Üretim yok, eğitim çökük, adalet güven vermiyor, ahlak sarsılmış. Aile yapısı çöküyor, gençler kimlik bunalımında, inanç ise sadece şekli ritüellere indirgenmiş. İçsel boşluk, teknoloji ve gösterişle doldurulmaya çalışılıyor.
Tüm bu tabloya rağmen, hâlâ bir şeyler söylemeye çalışan insanlar, “milletin moralini bozuyor” gerekçesiyle susturuluyor. Gerçekleri dile getiren herkes, potansiyel hain olarak görülüyor. Çünkü bu toplumun büyük bir kısmı, gerçekle yüzleşmeyi değil; hayale tutunmayı tercih ediyor. Uyandırmaya çalışan el, düşman eli olarak algılanıyor.
Peki ne olacak?
Bu düzen böyle sürmez. Gerçek, ne kadar bastırılsa da bir gün mutlaka ortaya çıkar. Ama bu ortaya çıkış, ne yazık ki çoğu zaman ağır bedellerle olur. Bir millet, gerçekle ancak duvara tosladığında yüzleşir. Bir gün ekonomik çöküş, siyasi iflas, toplumsal patlama geldiğinde, insanlar o dizilerde gördüklerinin hayatla ne kadar ilgisiz olduğunu anlayacak. Ama o zaman da çok geç olacak.
Bugün, bu hipnozdan uyanmak isteyen herkesin çok daha yüksek sesle konuşması, çok daha cesur olması, hakikatin yanında dimdik durması gerekiyor. Gerçeği söylemek bazen linç getirse de, asıl ihaneti susanlar yapar. Ve bugün, bu millete yapılan en büyük ihanet; ona gerçekleri söylemekten korkmaktır.
Evet, millet yorgun. Evet, millet hayalle ayakta duruyor. Ama yine de umut tükenmez. Bir kıvılcım yeter. Yeter ki o kıvılcım, korkmadan “uçuyoruz sandığınız bu uçak düşüyor” diyebilsin.
Tilhabeşlifilozof/21.04.2025/Namazgah/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder