Bu Blogda Ara

27 Ekim 2025 Pazartesi

Kutsal Maskeli Soygunlar Çağı

 


Bir zamanlar bir ülke vardı.

İnsanlar sabahları “vatan sağ olsun” diye uyanır, akşamları “Allah büyük” diyerek uyurdu.
Ama günün ortasında, harami çetesi onların cüzdanlarını, zihinlerini ve vicdanlarını aynı anda boşaltırdı.
Ne büyük bir mucizeydi bu!
Hem kutsal, hem milli, hem de yasal bir soygun…
Üstelik halk buna “iman tazelemek” diyordu.

Çetenin lideri, başında parlayan sahte bir nur halkasıyla kürsüye çıkar,
“Ey halkım!” derdi,
“Biz Allah için çalışıyoruz, biz vatan için yaşıyoruz, biz bayrağı indirttirmeyiz!”
Ve herkes ağlardı.
Çünkü duyguların sömürüsü, aklın ikna edilmesinden çok daha kolaydı.

Bir elinde din, diğer elinde bayrak;
Bir ceplerinde ihale listesi, diğer ceplerinde tapu senetleri…
“Bu da bizim nasibimiz,” derdi gülümseyerek.
Halk da “helal olsun” derdi.
Helaldi çünkü kutsal ambalajlıydı.
Her şeyin üzerine “Allah için” etiketi vuruldu mu, artık hiçbir şeyin hesabı sorulmazdı.

“Bizimkiler yaparsa vardır bir hikmeti,” diye düşünürdü insanlar.
Hikmet vardı elbette — ama hikmet değil, hile yazıyordu hikâyenin sonunda.

Okullar, camiler, meydanlar birer propaganda merkezi olmuştu.
Her kürsüden aynı cümle yankılanıyordu:

“Biz kurtarıcıyız! Biz gidersek bu millet çöker!”

Oysa millet çoktan çökmüştü —
Vicdanında, aklında, cesaretinde.
Ama kimse görmüyordu;
çünkü gözlerinin önünde dalgalanan bayrak,
bir örtü gibiydi artık:
Hakikatin üstünü kapatan,
suçun üzerini örten bir örtü.

Çete öyle ustaydı ki, her hırsızlığı bir ibadet, her yalanı bir vatan görevi,
her ihaneti bir kutsal strateji gibi gösteriyordu.
Ve insanlar inanıyordu, çünkü inanmak, düşünmekten daha kolaydı.

Bir gün biri çıktı, “Yahu biz neden bu kadar yoksuluz?” diye sordu.
Hemen “hain” ilan edildi.
“Sen bayrağı mı sevmiyorsun?” dediler.
“Sen dine mi karşısın?” dediler.
“Sen dış güçlerin adamı mısın?” dediler.

O da sustu.
Çünkü bu topraklarda gerçeği söylemek, artık en tehlikeli suçtu.

Harami çetesi büyüdükçe büyüdü.
Köprüler yaptılar — ama halkın üstünden geçmek için.
Camiler yaptılar — ama kendi günahlarını örtmek için.
Okullar açtılar — ama düşünmeyi yasaklamak için.
Gazeteler kurdular — ama tek cümle söyletmemek için.

Ve her şeyin sonunda bir “kurtuluş günü” ilan ettiler.
Bayraklar sallandı, dualar okundu, alkışlar patladı.
Oysa o gün, halkın iradesi gömülmüştü — alkış sesleri arasında.

Harami çetesi artık tarihe geçmişti.
Adları “kurtarıcılar” diye yazıldı ders kitaplarına,
“iman erleri” diye anıldılar törenlerde.
Ama toprak, hâlâ onların ayak izlerinden kan sızdırıyordu.

Bir çocuk sordu bir gün dedesine:

“Dede, bu kadar bayrak, bu kadar dua, bu kadar konuşma…
Neden hâlâ bu kadar acı var?”

Dede sustu.
Uzun bir sessizlikten sonra sadece şunu fısıldadı:

“Evladım, onlar Allah’ı, kitabı, bayrağı değil —
bizi kullandılar.”

Ve çocuğun gözlerinden bir damla yaş düştü toprağa.
O toprak, bir gün yeniden filiz verir belki.
Ama o güne kadar,
Harami’nin cenneti hüküm sürmeye devam edecek.

Çünkü bu çağda en güçlü sihir,
“vatan, millet, Allah” diyerek yapılan hırsızlıktır.
Ve bu sihri bozacak tek dua,
aklını kullanmaktır.

Bu Ülke şu an yaşamıyor, Tarihin derinliklerinde kaldığı için tarihçiler o kuyulardan bilgiye ulaşamadılar ben de cinlerden sordum onlar söylediler....

Bahadır Hataylı/15.08.2024/Namazgah -İst.

Vicdanın Sessizliği – İç Hesaplaşmanın Yokluğu

Bir çağ düşün; her şeyin sesi var ama hiçbir şeyin yankısı yok. İnsan konuşuyor, tartışıyor, gösteriyor ama duymuyor. Gürültü her yeri kaplamış, fakat içsel bir sessizlik hüküm sürüyor — öyle bir sessizlik ki, artık kimse kendi yüreğinin sesini bile duyamıyor. İşte tam da bu sessizlik, vicdanın susuşudur. Ve bu susuş, çağımızın en derin trajedisidir.

 

Bir zamanlar vicdan, insanın en gizli sığınağıydı. Karanlıkta kalan bir yanlışın bile ışığa çıkmasına sebep olurdu. “Kimse görmedi ama ben biliyorum,” derdi insan, çünkü içinde bir terazisi vardı. Şimdi o terazi pas tuttu. İnsan artık içsel doğruluğunu değil, toplumsal onayını tartıyor. “Doğru mu?” yerine “Beğenilir mi?” sorusunu soruyor. Ve böylece yavaş yavaş, her birey kendi sessiz ihanetini inşa ediyor.

 

Artık vicdan sızlamıyor, çünkü sızlamayı unuttuk. Vicdan sızlaması, bir zamanlar insanın hâlâ insan kaldığının kanıtıydı. Şimdi ise o sızı, yerini “benlik huzuru” denilen suni bir uyuşmaya bıraktı. İnsan, kendi hatalarını fark etmeyerek değil, onları duygusal olarak meşrulaştırarak rahatlıyor. “Ben de mağdurum,” diyor. “Koşullar beni buna itti,” diyor. Ve kendi vicdanını ikna etmeyi, gerçeği kabullenmeye tercih ediyor.

 

Bu çağda en tehlikeli suskunluk, suçluların değil, seyircilerin sessizliğidir. Haksızlıkların en büyüğü, bazen bir kelimeyle değil, bir sessizlikle büyür. İnsanlar birinin ezilişini izlerken gözlerini kaçırır; “benim başıma gelmesin yeter,” der. İşte o an, vicdan ölmez belki ama susturulur. Çünkü korku, konfor ve çıkar, vicdanın en güçlü susturucularıdır.

 

Toplumun kolektif sessizliği, bireyin iç sessizliğini büyütür. Artık kimse “neden sustum?” diye sormaz. Çünkü sessiz kalmak, çoğunluğun arasında görünmez olmanın en güvenli yoludur. Ve insan, görünmezliği bir korunma biçimine dönüştürmüştür. Oysa vicdan, tam aksine, görünmez olana ses verir. Birinin görmediğini görmeyi, duymadığını duymayı öğretir.

 

Bugün “ahlak” bir reklam unsuru haline geldi; “erdem” bir marka imajı. İnsanlar vicdanlarını değil, itibarlarını temize çekmekle meşgul. Sosyal medya paylaşımları, yardım kampanyaları, vicdan performanslarına dönüştü. Duygular bile estetikleştirildi: acı bile filtrelenmiş bir formda sunuluyor. Gerçek vicdan, bu sahnede yer bulamıyor, çünkü sessizdir — oysa çağ, gürültü istiyor.

 

O sessizlik bazen gece yarısı uykusuzluğa dönüşür. İnsan yatakta döner durur, içinden bir ses kıpırdanır. O ses, “yanlış yaptın” der. Ama o an, hemen telefonu alır eline, birkaç video izler, birkaç mesaj yazar — vicdanı susturmanın modern yolları bunlardır. Artık düşünmemek, bir savunma refleksi haline geldi. Çünkü düşünmek, acıtır. Vicdanın konuştuğu her an, insan kendi kırıklıklarını duyar. Ve bu kırıklıklar, hızla yaşanan hayata ayak bağıdır.

 

Eskiden suç, dışsal bir eylemdi; şimdi ise ruhsal bir ihmale dönüştü. Birini incitmek değil, incittiğini fark etmemek en büyük suç haline geldi. İnsan, başkasının acısını hissetmediği sürece kendini masum sanıyor. Oysa en derin suçlar, hissedilmeden işlenir. Vicdansızlık, bir anda değil, yavaş yavaş büyür — küçük suskunluklarla, küçük görmezden gelişlerle, küçük bahanelerle.

 

Bir öğretmen bir çocuğu haksız yere azarlıyor, diğerleri izliyor; kimse bir şey demiyor. Bir iş yerinde biri emeğinin karşılığını alamıyor, herkes sessiz. Bir kadın sokakta aşağılanıyor, telefonlar açılıyor ama adımlar atılmıyor. Bu anlarda toplum bir bütün olarak iç hesaplaşmayı terk ediyor. Vicdan, seyirci kalmanın gölgesinde kayboluyor.

 

Peki, neden susuyoruz? Belki de en korkutucu cevap şu: Çünkü konuşursak kendimizi duyarız. Ve o sesle yaşamak kolay değildir. Vicdan, insanın kendine karşı savaşını başlatır. “Sen de pay sahibisin,” der. “Sen de sustun.” Bu yüzden birçok insan konuşmaz; çünkü konuşmak, kendini suç ortağı ilan etmektir.

 

Ama suskunluk da bir eylemdir. Her sustuğumuzda, her görmezden geldiğimizde, bir yanlışın sürmesine izin veririz. Sessizlik, artık tarafsızlık değil; suçun ortağıdır. İşte bu yüzden vicdanın sessizliği, yalnızca bireysel bir kayıp değil, toplumsal bir felakettir.

 

Vicdanın sustuğu yerde hukuk yozlaşır, çünkü adaletin ilk tohumu vicdandır. Eğitim anlamsızlaşır, çünkü bilginin değerini anlamlandıran şey vicdandır. Din bile içini kaybeder, çünkü inancın özü korku değil, vicdanla gelen sorumluluktur. Her şey dışsal hale gelir; insanlar kurallarını yaşar, ama anlamını kaybeder.

 

Ve bu suskunluk, sadece kötülüğün büyümesine değil, iyiliğin utangaçlaşmasına da neden olur. Artık iyi insanlar bile sessiz kalmayı erdem sanıyor. “Karışma, senin işin değil,” diyen bir toplumda cesaret, delilikle karıştırılıyor. Oysa vicdan, tam da bu noktada konuşmalıdır. Çünkü vicdan, çoğunluğun değil, hakikatin sesidir.

 

Belki de vicdanın yeniden uyanışı, büyük bir gürültüyle değil, küçük bir fısıltıyla başlayacak. Belki bir çocuk, “bu adil değil” diyecek. Belki bir yetişkin, “artık susmak istemiyorum.” diyecek. Ve o ses, başka bir yüreğe dokunacak. Sessizlik zincirinin ilk halkası kırılacak.

 

Vicdanın sesi, modern dünyanın en sessiz melodisidir. Onu duymak için kulak değil, yürek gerekir. Ve belki, tüm bu kalabalığın ortasında yeniden insan olmanın yolu, o sesi dinlemekten geçiyordur.

 

Çünkü sonunda, insanın kendinden saklayabileceği hiçbir şey yoktur. Vicdan, bekler. Zaman geçer, dünya değişir, ama o beklemeye devam eder. Ta ki insan yeniden cesaret edip aynaya bakana kadar.


Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST

23 Ekim 2025 Perşembe

Ne Kadar Batarsak O Kadar Uçuyoruz

Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi” diyordu.
Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz nokta, sanırım tam da o şarkının işaret ettiği uçurumun kenarına yerleşti. Artık ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz, ne kadar dağılırsak o kadar güçlü olduğumuza inanıyoruz.

Gençlik ıslak bir elden kayarcasına dibe çekiliyor,
ama biz “ne kadar iyi yüzdüğümüzü” anlatıyoruz.
Bir kişi çalışarak üç aileye bakabilirdi; şimdi üç kişi bir evi geçindiremiyor,
ama “ekonomimiz şahlanıyor!” manşetleri atıyoruz.
Aile yılındayız; ama aileler dağılmış,
evlerde sevgi yerini sessizliğe,
paylaşım yerini telefon ekranlarına bırakmış,
yine de “aile yapımız dimdik ayakta” diyebiliyoruz.

Rüşvet, torpil, adam kayırma, liyakatsizlik…
Hepsi günlük hayatın normalleşmiş kelimeleri hâline gelmiş;
ama “her şey kontrol altında, her işe en güvenilir sistemlerle alım yapılıyor” diyorlar.
Nasıl bir çağda yaşıyoruz ki, yalan gerçeğin yerini almış,
doğruyu söyleyen aykırı, sessiz kalan makbul olmuş!

Tersine dönmüş bir ülke tablosu

Aileyi yıkan diziler, aynı dizilerle aileyi kurtarıyor.
Çocuklarımızın masumiyetini çalan ekranlar, onlara değerler eğitimi veriyor.
Her gün birbirine benzeyen tartışma programlarında,
vicdan yerine reyting,
ahlak yerine alkış,
adalet yerine algı konuşuluyor.
Ama ekranlarda “milli birlik” destanları yazılıyor.

Gerçekle yalan, iyilikle kötülük, başarıyla hezimet öylesine iç içe geçmiş ki,
hangi yüzün gerçek, hangisinin maskeden ibaret olduğunu ayırt etmek artık mümkün değil.
Bir ülke düşünün:
Talanın, yalanın, yoksulluğun üstüne kurulan sahte bir huzur perdesi…
Bir yanı açlıkla, bir yanı alkışla besleniyor.
Bir yanda emeğiyle direnen insanlar,
diğer yanda vitrinde poz veren sahte kahramanlar…
Ve biz bu tabloya “istikrar” diyoruz!

Algı çağı- Yalanın hüküm sürdüğü krallık

Artık gerçeği görmek değil, görünmesini istediğimiz şeyi görmek istiyoruz.
Hakikatin yerini algı yönetimi almış durumda.
Bütün medya, sosyal ağlar, hatta eğitim sistemleri bile bu büyük illüzyonun bir parçası olmuş.
Ve bu kadar yalanla baş edebilmek için gerçekten “taştan adam” olmanız gerekiyor.
Hiçbir şeyi duymayacak, hiçbir şeyi hissetmeyecek kadar taşlaşmak…

Ama tam da burada acı bir ironi saklı:
Toplum taşlaştıkça, yönetenler daha rahat şekil veriyor o taşa.
İsyan duygusu, vicdan, sorgulama… hepsi törpüleniyor.
Halk, kendi aklını kiraya vermeye o kadar alışmış ki,
yalanın doğruyu kovmasına bile sessiz kalıyor.
Çünkü artık doğru, acıtıyor;
yalan ise rahatlatıyor.

Uçan bir ülkenin yere çakılmış gerçekliği

Televizyon karşısında kahramanlık dizileri izleyip “bizim atalarımız şöyleydi” diyoruz;
ama bir komşunun kapısını çalıp hâlini sormaya üşeniyoruz.
Dizilerdeki kahramanlar meydanlarda savaşıyor,
biz ise o sahneleri izlerken koltuğa yaslanmış hâlde
“vatan sağ olsun” diye tweet atıyoruz.
Böylece içimizi bir gurur sarıyor;
birkaç saniyeliğine “kahraman millet” olmanın huzurunu yaşıyoruz.
Oysa kahramanlık artık ekranda oynanan bir rol,
yaşanan bir değer değil.

Bir zamanlar “çalışmak ibadettir” denirdi.
Şimdi, üç kişi çalışıyor ama bir ev geçinemiyor.
Market arabasında artık her ürün değil, her gram hesap ediliyor.
Bir anne, çocuğuna süt alırken boğazında düğümlenen sessizliği kimse duymuyor.
Ama ekranlarda enflasyon “kontrol altındaymış.”
Ve biz, bu cümleyi ezbere tekrar ettikçe,
gerçek açlık sesi biraz daha bastırılıyor.

Gerçeği saklayan parlak ambalajlar

Her şey “milli” olmuş;
milli atılım, milli gurur, milli diriliş…
Ama milletin gerçeği, o kelimelerin arkasında sessizce kaybolmuş.
Yoksulun yüzündeki çizgiler,
gençlerin gözündeki boşluk,
işçinin sırtındaki yorgunluk…
Hepsi “istikrarın bedeli” denilerek süslü cümlelerle geçiştiriliyor.

Bugün her şeyin bir versiyonu var:
sanal sevgi, sanal başarı, sanal mutluluk.
Yalnızca gerçek olanın versiyonu yok;
çünkü gerçek, artık “tehlikeli” sayılıyor.
Birileri yalanı sistemleştirmiş,
birileri de o yalanı “yeni norm” diye benimsemiş.
Ve işte bu yüzden, ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz.

Paradoksal bir toplumun ruh hali

Bir tarafta gözleri parlayan “şahlanıyoruz” sloganları,
diğer tarafta susturulmuş bir toplumun sessiz haykırışı…
Her şeyin başı “algı”, sonu “unutmak.”
Çünkü unutmak, en kolay savunma biçimi haline geldi.
Her skandalın üstü bir yenisiyle örtülüyor,
her rezalet, birkaç gün sonra yeni bir gündemin gürültüsünde kayboluyor.
Böylece toplum, unutarak rahatlıyor, unutarak yaşlanıyor,
ama aynı zamanda unutarak çöküyor.

Bugün bir şeyler ters dönmüş durumda.
Gerçekler aşağıda, yalanlar yukarıda.
Ahlak konuşuluyor ama ahlaklı olmak cezalandırılıyor.
Liyakatsizlik övülüyor, dürüstlük küçümseniyor.
Ve biz, bu tabloya alıştık.
Artık “alışmak” bile başarı sayılıyor.

Yorgun bir ülkenin aynası

Biz öyle bir hale geldik ki,
duyarsızlığımızı bile “olgunluk” zannediyoruz.
Tepkisizliğimizi “sağduyu” diye süslüyoruz.
Halbuki sağduyu değil bu —
bu, ruhun uyuşmasıdır.

Ülke bir yangın yeri,
ama herkes yangının dumanında kendi aynasını parlatıyor.
Kiminin cebinde suskunluk, kiminin dilinde ezberlenmiş sloganlar…
Ve biz hâlâ “uçuyoruz.”
Evet, uçuyoruz belki;
ama nereye gittiğimizi kimse bilmiyor.
Yönsüz bir hız, kontrolsüz bir sevinç, yapay bir gurur…
Adeta gökyüzüne değil, uçurumun öte yanına uçuyoruz.

 Gerçeği duymak hâlâ mümkün mü?

Artık neye inanacağımızı bilmiyoruz.
Her gün bir başka “başarı hikâyesi” anlatılıyor;
ama o hikâyelerin kahramanları,
ya ekranlarda, ya makamlarda,
gerçek hayatta değil.

Eğer bu kadar yalanın ortasında hâlâ hakikati arayan biri kaldıysa,
bilsin ki, en büyük direniş doğruyu unutmamaktır.
Çünkü bu çağda doğruyu hatırlamak bile bir cesaret,
susmamak ise bir devrimdir.

Ve belki de tek umudumuz,
bir gün “ne kadar batarsak o kadar uçuyoruz” diyenlerin
gerçekten ne kadar düştüğünü fark etmesidir.
O gün, belki yeniden uçarız;
ama bu kez gerçeğe, bu kez hakikate doğru.

Erol Kekeç/23.10.2025/Sancaktepe/İST

20 Ekim 2025 Pazartesi

Ruhun Ölümü Toplumsal Lakaytlığın Sessiz Cinayeti

 


“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.”

— Maksim Gorki, Ana (1906)

Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz habercisidir. Cesetler değil, ruhlar gömülmeye başladığında bir ülke karanlığa gömülür. Gorki’nin sözleri, yalnızca 20. yüzyılın başındaki Rusya’ya değil, bugün hâlâ soluksuz kalan bütün toplumlara hitap eder. Çünkü modern çağ, insan bedenini değil, ruhunu öldürmenin sanatını öğrenmiştir. Bu öldürme, kurşunla değil; sistemlerle, kurumlarla, ideolojilerle, statülerle yapılır. Ve en tehlikelisi: bu cinayetin failleri, kendilerini “devlet”, “toplum düzeni”, “ahlak”, “ilerleme” ya da “vatan sevgisi” gibi yüce kavramların ardına gizlerler.

1. Yaşamın Ruhsal Boyutu-İnsan Olmanın Anlamı

Yaşam, biyolojik bir süreç değildir sadece; bir bilinç yolculuğudur. İnsan, doğduğu andan itibaren sadece yaşamakla kalmaz, anlam arar. Çünkü ruh, anlamla beslenir. Anlamın yokluğunda, insan ne kadar yaşarsa yaşasın, var olamaz. Gorki’nin “ruhun öldürülmesi” dediği şey, tam da bu anlam kaybıdır. İnsan, çalışır ama nedenini bilmez; sever ama hissedemez; inanır ama anlamaz; yaşar ama fark etmez.

Modern toplumlar, bu ruhsuzluk hâlini normalleştirmiştir. İnsanların gözlerinde ışıltı yerine yorgunluk, seslerinde umut yerine şikâyet vardır. Çünkü sistem, insanı “yaşayan varlık” olmaktan çıkarıp “işlevsel birey”e indirgemiştir. Artık insanlar anlam üretmez, görev yapar. Ruh bu düzende nefes alamaz; çünkü ruhun dili sorgulamadır, sistemin dili itaat.

2. Aile-Sevginin Kurumlaşmış Biçimi mi, Ruhun İlk Zinciri mi?

Aile, insanın dünyaya gözünü açtığı ilk kurumdur. Ruh, ilk defa burada şekillenir. Ancak modern aile, artık sevginin değil, beklentinin kurumu olmuştur. Çocuk, bir birey olarak değil, toplumun beklentilerini taşıyacak bir “proje” olarak görülür. Ebeveynler, sevgiyi koşullu verirler: “İyi not alırsan seni severim.” “Bizi utandırmazsan seninle gurur duyarız.”

Oysa bu sevgi değil, manipülasyondur. Ruh, koşulsuz sevgide gelişir; koşullu sevgide körelir. Aile, bireye özgürlük alanı sunmak yerine onu biçimlendirmeye, kontrol etmeye çalıştığında; orada sevgi değil, korku büyür.

Toplumsal lakaytlık burada başlar: Çocuğun ruhu kırılır ama kimse bunu fark etmez. Çünkü dışarıdan bakıldığında her şey “normaldir.” Bu “normallik”, ruhsal cinayetlerin en sinsi biçimidir. Gorki’nin dediği gibi, insanlar ölmüyor, ama ruhları öldürülüyor.

3. Eğitim- Zihni Doldurmak, Ruhun Boşalması

Eğitim, bir toplumun vicdanıdır. Fakat bugün, eğitimin amacı ruhu beslemek değil, sistemi sürdürmektir. Okullar, çocuklara düşünmeyi değil, itaat etmeyi öğretir. Sorular sormak yerine, doğru cevapları ezberlemeleri istenir. Oysa yaşamın özü, soruda saklıdır; cevabın tekrarı, ruhun ölümüdür.

Eğitimdeki lakaytlık, yalnızca müfredatın yetersizliği değil; ruhun yok sayılmasıdır. Sanat dersleri azaltılır, felsefe değersizleştirilir, edebiyat “gereksiz” görülür. Çünkü sistem, duygusal ve düşünen insanlardan değil, işlevsel işçilerden yanadır.

Bir toplumun ruhunu öldürmek istiyorsan, onun çocuklarının merak duygusunu sustur. Çünkü merak, insanın Allah'tan aldığı en kutsal kıvılcımdır. Bu kıvılcım söndüğünde, toplum karanlığa gömülür.

4. Din-İnançtan İtaate, Ahlaktan Görünüme

Din, ruhun yön bulma çabasıdır. Ama din kurumsallaştıkça, anlamdan çok biçime, ahlaktan çok gösteriye dönüşür. İnsanı özgürleştirmesi gereken inanç, korkunun aracı olur. İnsan, Allah'a yaklaşmak yerine, Allah adına konuşanlara teslim olur.

Ruhun ölümü burada, en sinsi hâlini alır. Çünkü insanlar bu ölümü “iman” sanır. Dinin özü, vicdan ve merhamettir; ancak birçok toplumsal kurum, dini itaatin kılıfı hâline getirir. Böylece ruh, özgürlüğünü kaybeder.

Dini lakaytlık, kutsalın ticarete, ibadetin statüye, inancın politik araca dönüşmesidir. Ruhun ölümü, dua eden ellerde değil; vicdanını susturan kalplerde gerçekleşir.

5. Devlet-Gücün Ruhsuzlaşması

Devlet, insan ruhunun kolektif biçimidir. Onun görevi, bireylerin onurunu korumaktır. Ancak devlet, gücü bir amaç hâline getirdiğinde, ruhsuz bir makineye dönüşür. Adalet terazisi şaştığında, insanın içindeki güven duygusu da ölür.

Gorki’nin “devlet diyorlar” ifadesi, bir sistem eleştirisidir: Toplumun vicdanı olması gereken yapı, ruhun celladına dönüşmüştür. Gücün merkezinde vicdan yoksa, orada insan yoktur.

Modern devletlerin lakaytlığı, yalnızca yolsuzluk ya da eşitsizlik değildir. Asıl lakaytlık, insanın ruhsal ihtiyaçlarını görmezden gelmektir. İnsan sadece güvenlik değil, anlam da ister; sadece iş değil, adalet de ister. Devlet, bu hakikati unuttuğunda, vatandaş değil, itaatkârlar üretir.

6. Ekonomi-Ruhun Tüketilmesi

Kapitalist çağda ekonomi, yalnızca malları değil, ruhları da pazarlamaktadır. İnsanlar artık ihtiyaçlarını değil, kimliklerini satın alır. Reklamlar, “var olmanın” yolunu sahip olmaktan geçirir. Ruh, tüketim nesnesine dönüşür.

Bir zamanlar insanlar çalışarak yaşardı; şimdi, yaşamak için çalıştıklarını bile unuttular. Ekonomik sistem, insanın emeğini, zamanını ve duygularını metalaştırmıştır. Ruh, rakamlara sıkıştırılmıştır.

Toplumsal lakaytlık burada da kendini gösterir: Yoksulların açlığı, zenginlerin vicdanında yankı bulmaz. Tüketim toplumu, merhameti lüks, paylaşmayı zayıflık olarak görür. Oysa ruh, en çok paylaşırken büyür.

7. Medya ve Kültür-Algının Zindanı

Medya, çağımızın yeni Tanrısıdır. Gerçeği değil, görüntüyü kutsar. İnsanlar artık “olmak” yerine “görünmek” ister. Ruh, imajın gölgesinde yok olur.

Haberler, eğlenceye; fikirler, slogana; insanlar, tıklanmaya dönüşür. Gerçeğin yerini gösteri alır. Medyanın lakaytlığı, yalan söylemesinden değil, gerçeği umursamamasından kaynaklanır.

Kültür endüstrisi, insanın ruhsal açlığını fast-food misali doyurur: hızlı, yüzeysel, anlamsız. Derin düşünce yerine “trend”, içsel farkındalık yerine “popülerlik” gelir. Böylece toplum, kendi ruhsuzluğuna alkış tutar.

8. Bilim ve Teknoloji-Ruhsuz Akıl

Bilim, insanın doğayı anlama çabasıdır. Ancak bilim, etik temelden koparsa, ruhsuz bir güç hâline gelir. Teknoloji, insanı özgürleştirmek yerine bağımlılaştırır. Bilgi artar, bilgelik azalır.

Toplumsal lakaytlık burada da kendini gösterir: İnsan, doğayı fethetmekle övünür ama ruhunu yitirir. Her şey ölçülür, hesaplanır, optimize edilir — ama insanın içsel acısı, hiçbir algoritmada yer bulmaz.

Bilimin amacı yaşamı kolaylaştırmak değil, anlamlı kılmak olmalıdır. Ruhun sesi duyulmadıkça, bilgi yalnızca bir araç olur; hatta bir silah. Gorki’nin dediği gibi, “bir takım silahlar çıkarıyorlar, sonra bunu yapanlara devlet diyorlar.” Bugün o silahlar artık sadece mermilerden değil, verilerden, medyadan, hatta dilden yapılmaktadır.

9. Ruhun Ölümünün Sonuçları-Anlamsızlık Çağı

Ruhun öldüğü bir toplumda üç şey kaybolur: vicdan, umut, empati. İnsanlar birbirini duymadan konuşur, görmeden bakar, sevmeden dokunur. Toplumsal lakaytlık, bu körleşmenin kolektif hâlidir.

İnsanlar artık kötülüğe değil, ilgisizliğe yenilmektedir. Bir çocuk sokakta üşür, ama kimse bakmaz. Bir kadın haksızlığa uğrar, ama kimse duymak istemez. Çünkü ruhu ölen bir toplum, sadece kendi konforuna odaklanır.

Gorki’nin 1906’da yazdığı bu sözler, aslında bir uyarıdır: “Ruh öldüğünde, insan artık bir araçtır.” Bugün de bu uyarı hâlâ geçerlidir. İnsanların gözlerindeki boşluk, bu çağın en acı kanıtıdır.

10. Direnişin Adı-Ruhun Yeniden Doğuşu

Ama ruh ölse de, külleri altında bir kıvılcım kalır. İnsan, anlamı aramaktan vazgeçtiğinde bile, içten içe bir ses “daha fazlası olmalı” der. İşte o ses, ruhun son direnişidir.

Bu direniş, büyük ideolojilerle değil, küçük farkındalıklarla başlar. Bir çocuğa şefkatle yaklaşmak, bir adaletsizliğe “hayır” diyebilmek, bir kitabı samimiyetle okumak — bunların her biri ruhun yeniden doğuşudur.

Toplumsal kurumların lakaytlığına karşı, bireyin vicdanı son kaledir. Ruhun ölmediği tek yer, insanın kendi içindeki sessiz sorgulamadır. Eğer o sorgu sürerse, umut da sürer.

Ruhun öldürülmesi, insanın kendi varoluşuna ihanetidir. Ama bu ihanet, farkındalıkla aşılabilir. Toplumsal kurumlar —aile, eğitim, din, devlet, ekonomi, medya, bilim— yeniden insan merkezli olmadıkça, toplumun ruhu canlanmayacaktır.

Asıl devrim, silahlarla değil, vicdanlarla yapılır. Asıl adalet, mahkemelerde değil, insanın kendi iç dengesinde başlar. Asıl direniş, ruhun sessiz çığlığını duymaktır.

Gorki’nin “ruhun ölümü” diye haykırdığı o cinayet, hâlâ sürüyor. Ama her uyanmış insan, bir mezarın kapağını aralıyor. Çünkü yaşamın özü, ruhun yeniden hatırlanmasıdır.

Erol Kekeç/20.10.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

Demokrasinin Hücreleri dökülürken

Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi takdirde, kendi içinden bir demagogu, ardından da bir diktatörü doğurur.” Bu söz, yalnızca bir felsefi ihtar değil; zamanın koridorlarında yankılanan bir gerçeğin çıplak sesidir. Çünkü her toplum, kaderini kendi elleriyle yazar — ya bilinçli bir tercihle ya da yanılsamalarla dolu bir körlük içinde…

Bir ülkenin meydanlarını düşünelim… Seçim dönemlerinde süslenen sokakları, her köşeye asılmış parlak afişleri, kalabalıklara gökyüzünü vadeden sesleri… Halk, bir yanda ekmeğinin derdindedir, bir yanda onurunun… Fakat gürültünün ortasında, aklın sesi bazen kısılır. Kalabalık, en yüksek perdeden konuşanı daha çok duyar; en fazla alkışı koparanı “güçlü” zanneder. İşte Platon tam da bu anı tarif eder: “Demagoglar alkışların gölgesinde büyür.” Çünkü halk övgüye açsa, övgüyü en güzel söyleyen tahtı alır.

Bir zaman gelir; meydanlarda verilen sözlerin, evlerin mutfaklarına uğramadığı anlaşılır. Fakat iş işten geçmiştir. Çünkü demokrasi, halkın iradesiyle doğar ama aynı halkın yanılgısıyla felce uğrar. Eğitimli bir zihin, söylenene değil, söylenmeyene bakar. Eleştirel bir bakış, sesin yüksekliğini değil, sözün ağırlığını tartar. Ama eğer bir toplum bu bilinci geliştirememişse, kitleleri yönlendirmek bir sanat değil, bir oyun haline gelir. Ve bu oyunu en iyi oynayanlar sahneyi ele geçirir.

Bugün sokaklarda konuşan insanlara kulak verin. Dert çoktur, öfke büyüktür, umut kırılgandır. İnsanlar çözüm değil, umut arar; gerçek değil, huzur ister. Oysa gerçek bazen serttir, huzur ise yanılsamanın sıcak kucağında büyüyebilir. İşte tam burada Platon’un korktuğu olur: Kitleler kendi kendini avutmaya başlar. Gerçekleri söyleyenler değil, hoş masallar anlatanlar kazanır. Çünkü masallar, yaralı bir toplumun ruhunu en kolay teskin eden afyondur.

Bir ülkenin geleceği, oy pusulasında değil, vicdanın pusulasında çizilir. Eğer bir halk, eğitimle donanmış, sorgulama yetisini güçlendirmişse; ne demagog sesler ne de boş vaatler bu pusulayı saptırabilir. Ama eğer bu halk, uzun yıllar boyunca eleştirel düşünmeden uzak kalmışsa; kalabalıklar hakikatin değil, duyguların peşinden gider. Ve demokrasinin sarsılmaz gibi görünen direkleri, içten içe çürümeye başlar.

Platon’un sözlerini yalnızca bir felsefe dersi olarak değil, bir hayat uyarısı olarak okumak gerekir. Çünkü bu uyarı, bugünün Türkiye’sinde —ve aslında her toplumda— yankısını bulur. Eğitimsizliğin ya da bilinç eksikliğinin doğurduğu siyasal körlük, sadece yönetenleri değil, yönetilenleri de esir eder. Bir toplum düşünün ki bilgiden çok sloganla yönetilsin; düşünceden çok alkışa kıymet versin. İşte o toplum, Platon’un çizdiği çizgide demokrasiden otokrasiye giden taşlı yolu döşer.

Gerçek demokrasi, yalnızca “oy vermek” değildir. Bir bireyin düşünmesi, sorgulaması, eleştirmesi ve kendi vicdanına sahip çıkmasıdır. Basın özgür değilse, yargı bağımsız değilse, düşünce korkuyla kuşatılmışsa; orada halkın iradesinden değil, demagogların senaryosundan söz edilir. Halk kendi geleceğini yazmaz; başkalarının yazdığı bir oyunun figüranı olur.

Bu tabloyu bir sahne gibi düşünün: Meydanda bir aktör —yani demagog— mikrofonu eline alır, kelimeleri bal gibi döker ağzından. Halk coşar, alkışlar göğe yükselir. Oysa aynı meydanda hakikat fısıltı gibidir; kimse dönüp bakmaz ona. Çünkü hakikat çoğu zaman soğuktur, vaat etmez; ama demagoji sıcaktır, masal anlatır. İnsan duyguları masallara meyleder; akıl ise sorgulamaya… Ve tarih boyunca kalabalıklar çoğu zaman  duyguların peşinden gitmiştir.

Bir gün, o alkışlarla yükselen sesin rüzgârı diner. Sözlerin şeker kaplaması dökülür, geriye acı bir çekirdek kalır. O zaman halk anlamaya başlar: Gerçek güç, alkışta değil; sorgulamada, bilgide, bilinçteymiş… Ama bu fark ediliş çoğu zaman geç gelir. Çünkü Platon’un dediği gibi: “Demagoglardan tiranlar doğar.” Ve tiranlık, halkın kendi elinin emeğiyle filizlenir.

Eğitimli bir toplum, kendi yöneticisini seçerken “ne söylüyor”a değil, “ne saklıyor”a bakar. Duyguya değil, akla sarılır. Korkuya değil, özgürlüğe inanır. Ama eğer halk susarsa, eğer düşünmezse, eğer masallara sığınırsa; işte o zaman özgürlük, altın bir kafese dönüşür. Kafesin içi ne kadar süslü olursa olsun, bir kafes olarak kalır.

Platon’un demokrasiyi sorgulayan sesi bugün bize şunu fısıldar: “Demokrasi, sorumluluktur.” Halkın bilinçsizliği bir hükümet sorunu değil, bir gelecek meselesidir. Eğitim eksikse, hukuk zayıfsa, medya susturulmuşsa; demokrasi bir tabelaya dönüşür, içerik boşalır. Halkın iradesi bir vitrin süsü olur, kararlar başka ellerde şekillenir.

Ve en acı gerçek şudur ki: Bir toplum kendi kaderine sahip çıkmazsa, bir başkası mutlaka onun kaderini yazar. O kaderin mürekkebi de genellikle alkışların gölgesinde, sessizce akar…

Demokrasi, yalnızca bir rejim biçimi değildir. O, bir karakterdir. Bir toplumun vicdanı kadar güçlü, aklı kadar berrak, bilgisi kadar dirençlidir. Eğer biz bu vicdanı diri tutamazsak, aklı besleyemezsek, bilgiyi çoğaltamazsak; demokrasiyi yalnızca bir sandık ritüeline indirgeriz. Ve o sandık, bir gün Platon’un korktuğu o otoritenin meşruiyet mührüne dönüşebilir.

Bu nedenle Platon’un sözünü bir kehanet olarak değil, bir uyarı olarak okumak gerekir. Çünkü demokrasi ne gökten iner, ne de kendiliğinden ayakta kalır. Onu yaşatacak olan halkın bilincidir. Bu bilinç ne kadar güçlü olursa, demagogların sesi o kadar zayıf çıkar. Ama bu bilinç körelirse… Alkışın sesi hakikati bastırır.

Ve tarih, hep aynı dersi fısıldar:
“Bir millet kendini eğitmezse, onu başkaları yönetir.
Bir millet düşünmezse, onun yerine başkaları düşünür.
Bir millet hakikati aramazsa, demagoglar onun ruhunu esir alır.”

İşte Platon’un binlerce yıl öteden bugüne uzanan sesi budur:
“Demokrasi, bilinçli bir halkın eseridir; cahil bir kalabalığın oyuncağı değil.”

Erol Kekeç/18.10.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

Benim dünya görüşüm içinde Demokrasi olanlar içinde hakikate en yakın olanı olduğu için onu sorgulama gereği duydum...Bir yönetim anlayışını kutsal kılan Hak -Hukuk merhamet ve Adalettir.

17 Ekim 2025 Cuma

Yüceliğin Maskesi Altında Çöküş-Kahramanlık Söylemleriyle Yalancı Cennetler Kuran Toplumlar

Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme

Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir.
Çöküş, kendini asla doğrudan ilan etmez; önce marş olur, sonra destan, ardından bir kahramanlık mitine dönüşür. Geriye dönüp baktığımızda, Roma’nın çöküş günlerinde “imparatorluk ebedîdir” sloganlarının duvarları süslediğini, Osmanlı’nın son dönemlerinde her köşe başında “devlet-i ebed müddet” nidalarının yankılandığını, bugün Ortadoğu’daki otoriter rejimlerdeyse televizyon ekranlarının “zafer”, “diriliş”, “beka” ve “büyük medeniyet yürüyüşü” kelimeleriyle dolup taştığını görürüz.

Ancak ne acıdır ki bu kelimeler, artık gerçeği temsil etmez.
Aksine, çürümeyi gizlemek için kullanılan birer “yaldızlı perdeye” dönüşür.
Bu yüzden, ne kadar çok kahramanlık anlatısı duyuyorsak, o kadar çok korku, güvensizlik ve yıkım içindeyizdir.
Yönetimler bunu bilir — ve halkın zihinsel direncini kırmak için kahramanlık söylemini bir narkotik gibi kullanırlar.

Böylesi toplumlarda gerçek, tehlikelidir; çünkü hakikati gören insan, yönetilemez hale gelir.
Bu yüzden, hakikatin yerine “kahramanlık illüzyonu” geçirilir.
Ve bu illüzyon, en etkili biçimde medya aracılığıyla pompalanır.

Kahramanlık Sanrısı ve Medya İllüzyonu

Otoriter rejimlerin medya dili, genellikle üç temel öğe üzerine inşa edilir:

  1. Kahramanlaştırma: Lider, devlet ya da ordu kutsallaştırılır.

  2. Düşmanlaştırma: Eleştiriler “hainlikle eşdeğer kılınır.

  3. Kurbanlaştırma: Halkın çektiği her acı “dava uğruna fedakârlık” olarak yeniden çerçevelenir.

Böylece toplum, kolektif bir psikomanyak döngüye sokulur.
Bu döngüde halk hem kahraman hem kurban hem de seyircidir.
Kendisine zulmeden güce, “kurtarıcı” gözüyle bakar.
Kendini ezen eli öper; çünkü o elin kendisini koruduğuna inandırılmıştır.

Televizyon ekranlarında gösterişli törenler, coşkulu marşlar, açılışlar, “yerli ve millî” projeler, dış güçlere karşı verilen “destansı mücadeleler” boy gösterir.
Ama arka planda; gençlerin umudu göç eder, zihinler susar, emeğin karşılığı erir, ahlak yozlaşır, doğa talan edilir.

Bu durumun psikolojik adı “kognitif disonans”, yani bilişsel çelişkidir.
İnsan bir yandan sefalet içinde yaşarken diğer yandan kendini “büyük bir ülkenin ferdi” olarak hissetmek ister.
Bu çelişki dayanılmaz hale geldiğinde birey, mantığını değil inancını seçer.
Ve inanç, artık bir hakikat aracı değil, bir savunma mekanizması olur.

Çöküşün Savunma Mekanizması-Yücelik Kompleksi

Bireylerde görülen narsistik savunma mekanizmaları, toplumlara da yansır.
Toplumlar da tıpkı insanlar gibi, özsaygılarını korumak için gerçeği çarpıtırlar.
Kendi yoksulluğunu, geri kalmışlığını ya da adaletsizliğini inkâr etmek için “büyük geçmiş”, “şanlı gelecek”, “kutlu dava” gibi soyut kavramlara sarılırlar.

Bir Arap diktatörünün bir zamanlar sarf ettiği şu cümle, bu psikolojiyi mükemmel özetler:

“Biz en yoksul halkız ama en gururlu milletiz!

Oysa gurur, aç karnı doyurmaz.
Ama bu cümle, toplumsal bir morfin etkisi yapar.
Çünkü “gurur”, yoksulluğun acısını dindirir; “onur”, adaletsizliği unutturur.
Böylece insanlar, adalet yerine aidiyete, refah yerine kimliğe, özgürlük yerine bağlılığa yatırım yapmaya başlar.

Sonuçta ortaya çıkan tablo şudur:
Bir yanda saraylarda ihtişam, diğer yanda çürüyen mahalleler.
Bir yanda kahramanlık nutukları, diğer yanda işsizlik, yoksulluk, göç.
Bir yanda “milletin bekası”, diğer yanda bireyin tükenişi.

Bu, sadece bir siyasi düzen değil; bir ruhsal bozulma biçimidir.

Psikomanyak Toplumun Anatomisi

Psikomanyak toplum, dışarıdan gururlu ve coşkuludur; içten ise korkak, yorgun ve çaresiz.
Çünkü “kahramanlık” söylemiyle yaşamak, sürekli bir gerginlik hâli yaratır.
Her an bir düşman, bir kriz, bir “beka meselesi” gerekir.
Çünkü bu krizler olmazsa, halk sorgulamaya başlar:
“Gerçekten güçlü müyüz?”
“Gerçekten adaletli miyiz?”
“Gerçekten özgür müyüz?”

Bu sorular, rejimlerin en büyük kabusudur.
Bu yüzden “sürekli savaş” atmosferi yaratılır — bazen gerçek, bazen sembolik.
Bir gün dış güçler, ertesi gün iç hainler, ertesi gün medya, ertesi gün muhalefet...
Toplum, sürekli bir tehdit algısıyla yaşar.

Bu durumun psikolojik karşılığı “toplumsal "paranoyadır."
Ve bu paranoya, zamanla kitlelerin davranışlarını şekillendirir.
İnsanlar birbirine güvenmez.
Komşu komşudan şüphe eder, akraba akrabayı ihbar eder, medya vatandaşı, vatandaş muhalifi, muhalif gazeteciyi hedef gösterir.
Bir ülke, tek bir beden gibi hareket etmeye başlar ama artık aklıyla değil refleksiyle yaşar.
Tıpkı travma geçirmiş bir insan gibi…

Ortadoğu’nun Aynası-Güç Maskesi Altında Kırılganlık

Ortadoğu coğrafyasında hemen her ülkenin hikâyesi bu döngüye benzer.
Her biri, “kahramanlık” üzerinden kimlik inşa eder.
Ama bu kimlik, içten içe korkuya dayanır.
Korkunun adı bazen “emperyalizm”, bazen “terör”, bazen “Batı komplosu” olur.
Ama özünde hep aynı şey gizlidir: iktidarın kırılganlığı.

Irak, Saddam döneminde “yüce Arap medeniyetinin lideri” olarak gösterilirdi.
Televizyonlarda destanlar, marşlar, gösteriler…
Oysa ülke halkı açlıkla, korkuyla ve yalanla yaşardı.
Libya’da Kaddafi, “Afrika’nın kurtarıcısı” olarak lanse edildi.
Ama o kurtarıcı mitinin altında milyonlarca insanın suskunluğu, sansürü, işkencesi ve sürgünü gizliydi.
Mısır, “Nil’in çocuklarının onuru” söylemiyle yıllarca demir yumrukla yönetildi; sonuç, bastırılmış bir halk, çökmüş bir ekonomi ve korku kültürüne dönüşmüş bir toplum.

Ve bugün…
Körfez ülkelerinde ışıltılı gökdelenlerin, ultra lüks arabaların ve şaşaalı törenlerin ardında da aynı boşluk var.
İçsel bir çöküş, ruhsal bir tükeniş.
Tüketimle doyurulmaya çalışılan bir varoluş açlığı.
“Güçlü görünmek” adına kaybedilmiş bir insanlık.

Manipülasyonun Mekanizması-Göz Kamaştırarak Kör Etmek

Bu yönetimlerin kullandığı en etkili strateji, gözü kamaştırarak kör etmektir.
Yani halkın dikkatini sürekli parlayan şeylere yöneltmek.
Bir “milli uzay projesi” açıklanır, bir “dev proje” duyurulur, bir “yeni dönem müjdesi” verilir…
Ama o sırada ekmek fiyatı artar, özgürlük azalır, eğitim çürür.
Toplumun duygusal enerjisi hep “umut”a bağlanır ama hiçbir umut gerçekleşmez.
Çünkü umut, artık bir hedef değil, bir oyalama aracıdır.

Bu oyalama stratejisi, psikanalizde “ödül erteleme illüzyonu” olarak bilinir.
Kişiye sürekli, “biraz daha sabret, yakında büyük şeyler olacak” denir.
Toplum da bu söyleme bağlanır; gerçeği değil, beklentiyi yaşar.
Tıpkı kumar masasında “bir sonraki el kazanacağım” diyen bağımlı gibi.
Ve her kaybediş, bir sonraki vaadi daha da güçlü kılar.

Sonunda, gerçek ile sahte arasındaki sınır tamamen kaybolur.
Kitle, kendi sömürücüsüne hayran olur, kendi yoksulluğunu onur sayar, kendi suskunluğunu sadakat olarak yorumlar.

Ruhsal Yıkımın Toplumsal Yansımaları

Böylesi toplumlarda bireyler, yavaş yavaş içsel çöküntü yaşar.
Psikolojik sorunlar, artık sadece bireysel değil, toplumsal hale gelir.
Depresyon, umutsuzluk, yabancılaşma, öfke patlamaları ve inançsızlık yayılır.
Ama medya hâlâ “mutlu, güçlü, bir ve diri” bir toplum resmi çizer.
Bu da halkın ruhsal dengesini daha da bozar.

Sonuçta toplum ikiye bölünür:

  • Gösteri toplumu: Kameralara gülümseyen, marş söyleyen, gururla selam duran yüz.

  • Gerçek toplum: Sessizce ağlayan, borç içinde ezilen, işsiz, çaresiz, karanlıkta kalan yüz.

İşte bu ikilik, psikomanyak bir yaşam formu yaratır.
Bir yanda delice bir yücelik hissi, diğer yanda derin bir aşağılık kompleksi.
Bir yanda aşırı özgüven, diğer yanda korkunç bir çaresizlik.
Bu iki zıt duygunun bir arada yaşanması, hem bireyi hem toplumu hasta eder.

Kahramanlık Kültü ve Çocukların Bilinci

Bir toplumun çöküşünü en acı şekilde görmek istiyorsanız, çocuklarına nasıl hikâyeler anlattığına bakın.
Otoriter rejimlerde çocuklara öğretilen kahramanlık masalları, genellikle itaat ve fedakârlık üzerine kurulur.
Sorgulamak, “hainlik”; sormak, “fitne”; düşünmek, “tehdit” sayılır.
Çocuk, büyüdüğünde bir birey değil, bir “sadakat askerine” dönüşür.
Sanat yerine slogan, düşünce yerine hamaset, ahlak yerine sadakat öğretildiği için toplumun yaratıcılığı da ölür.

Oysa gerçek kahramanlık, sorgulamayı bilenlerin işidir.
Gerçek güç, alkışla değil, adaletle ölçülür.
Ama otoriter rejimler, kahramanlık kavramını bile kirletir.
Kahraman, artık adaletin değil iktidarın hizmetkârıdır.

Çözülüşün Belirtileri-Sessiz İsyanlar 

Bir toplumun çöküşü, önce sesini kaybetmesiyle başlar.
Sonra vicdanını.
Sonra utancını.
Ve en son, aklını…
Ama tüm bunlar olurken, yüzeyde hâlâ zafer naraları duyulur.
Tıpkı batmakta olan geminin güvertesinde hâlâ dans eden yolcular gibi.

Bugün Ortadoğu’da, Güney Asya’da, hatta kimi Batı ülkelerinde bile, “yücelik” söylemiyle örtülen bu çöküşün benzer izlerini görüyoruz.
İnsanlar artık yaşamıyor; rol yapıyor.
Sahte mutluluklar, zoraki inançlar, kolektif yalanlar arasında sıkışmış bir insanlık…
Ve bu yalanlar, öylesine içselleşmiş ki, artık gerçeğe değil, yalana inanmak daha kolay geliyor.

Gerçek Yüceliğin Sessizliği

Bir toplumun yeniden dirilişi, marşlarla değil; sessiz yüzleşmelerle başlar.
Kahramanlık marşları çalarken, hakikat susar.
Ama bir gün o sessizlik dayanılmaz hale gelir.
Bir işçi, bir anne, bir genç — biri çıkar ve “yeter” der.
İşte o an, tüm illüzyonlar çatlar.

Gerçek yücelik, çöküşünü inkâr eden değil, onunla yüzleşen toplumların işidir.
Çünkü inkâr, çürümeyi hızlandırır; yüzleşme ise yeniden doğuşun kapısını aralar.
Bugün bu coğrafyanın ihtiyacı olan şey yeni bir “kahraman” değil; hakikati dile getirecek cesur bir vicdan toplumudur.

Çöküşten Dirilişe

Kahramanlık marşlarıyla büyüyen toplumlar, eğer o marşların anlamını yeniden düşünmezlerse, aynı marşlarla yıkılırlar.
Bugün iktidarlarını öven, israfı gösterişe dönüştüren, eleştiriyi düşmanlıkla eş tutan her rejim, aslında kendi mezar taşını dikmektedir.
Çünkü hakikat, er ya da geç, yaldızlı kelimelerin altından sızar.

Toplumların ruh sağlığı, iktidarın kudretinden değil, adaletin varlığından beslenir.
Adalet yoksa, ahlak çürür; ahlak çürürse, inanç da, vatan da, millet de anlamını yitirir.
Geriye sadece psikolojik enkaz kalır — gösterişli ama boş bir hayat.

Ve o zaman, en yüksek sesle “yaşasın!” diye bağıran toplumlar bile aslında ölmekte olduklarını fark etmezler.

“Bir ülkenin en gürültülü anı, bazen en sessiz çöküşüdür.
Kahramanlık marşları ne kadar artıyorsa, orada hakikat o kadar derine gömülmüştür.
Gerçek diriliş, sessiz bir vicdanın fısıltısıyla başlar — çünkü hakikatin sesi, hiçbir zaman marşlarla duyulmaz.”

 Erol Kekeç’in Kaleminden,16.10.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

13 Ekim 2025 Pazartesi

Kayseri’nin 1935’te Yakılan Işığı-Elektriğini Kendisi Üreten Fabrikanın Sessiz İnkılabı

Cumhuriyet tarihinin büyük hamleleri üzerine düşündüğümüzde, çoğu zaman dev projeleri, büyük meydan konuşmalarını, siyasi kırılmaları hatırlarız. Oysa bazen bir milletin kaderini değiştiren şey, bozkırda sessizce yükselen bir fabrikanın bacasından çıkan ince dumandır. Çünkü o duman, yalnızca yanmış kömürün işareti değildir; o bir ülkenin kendi kendine yetme azminin, kendi gücünü keşfetme iradesinin de sembolüdür.

1935 Kayseri Sümer Bez Fabrikası işte böyle bir semboldür.

Bir fabrikanın “açılması” değil, bir zihniyetin inşa edilmesidir.
Ve o zihniyet, o yılların Türkiye’sinde bir devrim niteliğindedir:
Elektriği bile olmayan bir şehirde, kendi elektriğini üreten bir fabrika kurmak.

Bir Cumhuriyet Rüyası: “Sanayiyi şehirlerin beklemesine bırakmayacağız”

1930’ların başı…
Ankara’da yeni bir devlet büyük kanatlarını açmaya çalışıyor.
Ekonomik olarak genç, altyapı olarak yetersiz, fakat ideal olarak devasa bir ülke.

Ulaşım zayıf, demiryolları yeni yeni serpiliyor.
Elektrik altyapısı ise yalnızca bazı vilayet merkezlerinde mevcut ve o da pek istikrarlı değil.

Tam da bu dönemde, hükümet bir karar alıyor:
“Sanayiyi, altyapı gelsin diye bekletmeyeceğiz. Gerekirse her fabrikayı kendi enerjisiyle, kendi yaşamıyla, kendi gücüyle kuracağız.”

Türkiye’nin ilk büyük sanayi planı olan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1934–1938) işte bu anlayışla hazırlıyor.
Planın en stratejik tesislerinden biri ise Kayseri’ye kurulacak modern bir tekstil üretim merkezi,
Kayseri Sümer Bez Fabrikası.

Neden Kayseri? Neden Kayseri’de elektrik yokken dev fabrika?

Kayseri, Anadolu’nun tam ortasında, ticaret yollarının tarihsel kesişiminde yer alıyor.
Ayrıca pamuk üretim bölgeleriyle bağlantısı kolay; hammadde ulaşımı ekonomik.

Bir başka önemli neden ise çok daha stratejik:
Sanayi yalnızca İstanbul veya İzmir’e sıkışıp kalmasın, Anadolu’nun ortasında da bir üretim omurgası kurulsun.

Kayseri seçiliyor.
Ama bir problem var:
Elektrik yok. Şehirde modern sanayiyi kaldıracak bir enerji altyapısı yok.

Bugün belki tuhaf görünebilir, ama 1930’larda Türkiye’de birçok şehirde elektrik gece belirli saatlerde yanıyor, bazı yerlerde ise tamamen yok.
Kayseri de bu şehirlerden biri.

Peki o zaman ne yapmak lazım?
Cevap dönemin vizyonunda saklı:

“O halde fabrikanın elektriğini de biz üretelim.”

Sovyet-Türk işbirliğinin mühendislik mucizesi

Fabrika, 1934’te Sovyet mühendislerinin projelendirmesiyle planlanıyor.
16,5 ay gibi bugün bile etkileyici sayılacak bir sürede inşaat tamamlanıyor.

Bu işbirliği, Türkiye’nin o dönemki dış politikada ekonomik bağımsızlığını güçlendirmek için kurduğu dengeli ilişkilerin bir meyvesi.
Sovyetler,

  • Sanayi planlaması

  • Mühendislik kadroları

  • Proje çizimleri

  • Makine donanımının büyük kısmı

konusunda teknik destek sağlıyor.

Türk mühendis ve işçileri ise projeyi uyguluyor.
Bu ortaklık, Anadolu’da bir mucize yaratıyor:

Elektriği olmayan bir bölgeye, kendi elektriğini üreten bir sanayi kenti kurmak.

Fabrikanın kalbi: 4.500 kW gücünde dev elektrik santrali

Kayseri Sümer Bez Fabrikası, yalnızca üretim makineleriyle değil, içindeki santral ile de dönemin ilerisinde bir yapıydı.

Santral şu düzen üzerine kuruldu,

  • Her biri 1.500 kW gücünde üç buhar türbini

  • İki türbin sürekli çalışır, üçüncü türbin yedek olarak bekletilirdi

  • Yüksek basınçlı buhar kazanları

  • Yerleşke içinde elektrik dağıtım şebekesi

Toplam kurulu güç: 4.5 MW

Bu rakam 1935 yılı için çok yüksek bir değerdir.
Türkiye’de pek çok şehir o tarihte 4.5 MW elektriğe sahip bile değildir.

Tesis, yalnızca makineleri değil,

  • Lojmanları

  • Atölyeleri

  • Yönetim binalarını

  • Hamamı

  • Sinemayı

  • Kreşi

  • Yolları

  • Pompa istasyonlarını

  • Depoları

aydınlatıyordu.

Yani fabrikanın içinde bir mikro şehir bulunuyordu ve bu şehir tamamen kendi elektriğiyle yaşıyordu.

Sümerbank Kayseri yerleşkesi, o yıllarda Türkiye’de modern anlamda planlı kentleşmenin ve enerji bağımsızlığının en başarılı örneklerinden biriydi.

Bir sosyal yaşam laboratuvarı

Bugün birçok modern kampüste bile bulunmayan düzen, 1935’te Kayseri’de vardı,

  • Modern lojmanlar

  • Spor tesisleri

  • Hamam

  • 700 kişilik sinema

  • Kreş ve ilkokul

  • Yeşil alanlar

  • Mesleki eğitim atölyeleri

  • Sağlık birimleri

Bu yapılaşma, Cumhuriyet’in “yalnızca üretim değil, insan yetiştirme hedefinin somutlaşmış hâliydi.

Kayseri’de binlerce kişi için fabrika yalnızca bir işyeri değil, bir yaşam alanıydı.

Kayseri’nin dönüşümü: Fabrikanın şehirleşmeye etkisi

Fabrika açıldığında Kayseri’nin nüfusu yaklaşık 50–60 bin civarındaydı.
Sümerbank kompleksi, şehre,

  • Ekonomik canlılık

  • Göç

  • Eğitimli işgücü

  • Altyapı gelişimi

  • Kent kültürü

getirdi.

Bugün Kayseri’nin modernleşmesinin kalbinde bu fabrikanın katkısı inkâr edilemez.
O dönem halkının anlattıklarına göre,

“Şehrin ışıkları ilk kez fabrikadan taşarak evlere kadar ulaştı.”

Bu cümle sadece bir mecaz değildir; çünkü o yıllarda şehirde elektrik bulunmadığı için bölgedeki ilk sürekli elektrik kaynağı gerçekten fabrikanın santralidir.

Günümüzde sessiz bir anıt- AGÜ Kampüsü

Zaman geçti, Türkiye büyüdü, sanayi politikaları değişti.
Sümerbank fabrikaları birer birer kapandı veya dönüştürüldü.
Kayseri Bez Fabrikası’nın üretim faaliyeti sona erse de binaları yıkılmadı.

Bugün o tarihi fabrika,

Abdullah Gül Üniversitesi’nin kampüsü olarak yaşamaya devam ediyor.

Binalar restore edildi, korundu ve yeniden işlevlendirildi.
O duvarların arasında çalışan makinelerin sesi artık yok; ama o duvarlar hâlâ bir şey fısıldıyor:

“Bağımsızlık, kendi gücünü üretmekle başlar.”

Kayseri Sümer Bez Fabrikası’nın bize bugünkü mesajı

Türkiye’nin enerjide ve teknolojide bağımsızlık arayışı sürüyor.
Yenilenebilir enerji, yerli sanayi, üretimde özerklik gibi hedefler her gün konuşuluyor.

Ama belki de bu hedeflerin en yalın ifadesi, 1935’te Kayseri bozkırına kurulan o fabrikanın vizyonunda saklı,

  • Elektrik yoksa şikâyet etmeyeceksin.

  • Makine yoksa dışarı bakmayacaksın.

  • Fabrika yoksa “kurulmaz” demeyeceksin.

Gerekirse elektriği de, makineyi de, fabrikanın kendisini de “kendin kuracaksın.”

Sümer Bez Fabrikası’nın en büyük mirası işte bu zihniyettir.
Bugün dahi Türkiye’nin kalkınmasında yol gösterici olabilecek bir zihniyet:

Bağımlı değil, üretici; bekleyen değil, kuran; boşluk arayan değil, çözüm üreten Türkiye.

1935 Kayseri’sinden bugüne gelen o ışık, hâlâ yolumuzu aydınlatıyor.

Kaynakça

  1. Atatürk Ansiklopedisi, “Kayseri Sümerbank Mensucat (Dokuma) Fabrikası” – Elektrik santrali ve türbin bilgileri.

  2. Arkitera Mimarlık Arşivi, “Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası” – Açılış tarihi, inşaat süresi, yerleşke alanı.

  3. Mimarlık Dergisi, “Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası ve Lojmanları” – Sovyet proje desteği ve sosyal alanlar.

  4. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1934) – Sümerbank tekstil tesisleri planlaması.

  5. Abdullah Gül Üniversitesi – Tarihi fabrika yapılarının dönüşümü ve koruma notları.

  Erol Kekeç/5.10.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!