İnsanoğlu yeryüzünde yürümeye başladığı günden bu yana aynı ikilemle karşı karşıya kaldı: Bir yanda kalbinin derinliklerinde yankılanan fısıltılar —merhamet, vicdan, hakikat ve adalet çağrısı— öte yanda egosunun karanlık vadilerinden yükselen ihtiras, sahip olma arzusu, güç tutkusu. Tarih dediğimiz uzun yol, aslında bu iki tarafın çarpışmasının kaydından başka bir şey değildir.
Bugün modern çağın parlak ışıkları, insanlığın karanlık yönünü gizlemek yerine daha görünür hâle getirmiştir. Teknoloji, bilgi, ilerleme diye adlandırdığımız tüm bu araçlar, çoğu zaman insanı daha özgür kılmak yerine daha bağımlı, daha parçalanmış, daha yönsüz hâle sürüklemiştir. Felsefi açıdan bakıldığında, insanlığın en büyük trajedisi hakikatin unutuluşudur. Toplumsal açıdan ise, bireyin sahte değerlerle kuşatılıp sürüleşmesidir.
İnsanlar kalabalıklar içinde yalnızlaştı. Sosyal bağlar parçalandı, aile kavramı zayıflatıldı, topluluk ruhu yerini bireysel hazların tatminine bıraktı. Modern insan, tüketim zincirinin bir halkası hâline gelirken; kendi iradesini, kendi öz sesini, kendi fıtratını kaybetti. Artık "var olmak" yerine "sahip olmak"la ölçülüyor değerler.
Oysa felsefe bize şunu hatırlatır: Varlığın özü, nesnelerin, etiketlerin, malların ötesindedir. İnsan, sahip olduklarıyla değil, anlam dünyasıyla var olur. Hakikat karşısında küçülen, nefsin köleliğine razı olan insan, toplumsal düzenin de yozlaşmasına kapı aralar. Çünkü bireyin kaybı, toplumun kaybıdır.
Toplumlar da bireyler gibidir: Vicdanı varsa yaşar, vicdanı körleşmişse çöker. Bugün etrafımıza baktığımızda, yeryüzünde yükselen binalar, gökdelenler, teknolojik mucizeler birer aldatmacadan ibarettir. Bu görkemli kabuğun altında çürümüş bir öz saklıdır: Adaletsizlik, zulüm, savaş, çıkarcılık, riyakârlık.
Modern toplum, aslında büyük bir tiyatro sahnesidir. İnsanlar rollerini oynamakta, maskeler takmakta, hakikati unutmaktadır. Ne var ki her tiyatronun bir sonu vardır. İnsanlık bu gidişle kendi son perdesine yaklaşmaktadır. Çünkü insanın özüyle olan bağı kopmuştur. Hakikat olmadan felsefe bir boş laf, ahlak olmadan toplum bir kalabalık, vicdan olmadan insan bir enkazdır.
O hâlde bugün bize düşen, bu çürümüş düzeni teşhir etmek, felsefi bakışla derin yaraları ortaya koymak ve toplumsal yaşamın yeniden inşası için vicdanı, hakikati ve adaleti merkeze alan bir çağrıda bulunmaktır. İnsanlığın kayıp ufku, yeniden bulunmalıdır.
Erol Kekeç/27.03.2025/Namazgah/İST