Bu Blogda Ara

26 Eylül 2025 Cuma

Dışarıdan İthal Meşruiyet

ABD Büyükelçisinin Sözleri, İktidarın Krizi ve Türkiye’nin Geleceği

Türkiye son yıllarda giderek daha derin bir meşruiyet tartışmasının içine sürüklenmiştir. Bu tartışmanın en çarpıcı yönlerinden biri, artık iktidarın kendi milletinden değil, dış güçlerden –özellikle de ABD’den– meşruiyet arayışına  yönelmesidir. Ankara’daki ABD büyükelçisinin sözleri, F-16 ve F-35 dosyası etrafında gelişen pazarlıklar ve Washington’da kurulan diplomatik kulisler, iktidarın içerideki toplumsal desteğini kaybettikçe dışarıya tutunma refleksini açıkça göstermektedir.

Bu makalede, ABD büyükelçisinin Erdoğan’a dair “meşruiyet sorununu çözmesi” gerektiğine yönelik yorumları ve F-16 satışlarının Türkiye’deki siyasi denklemlerde nasıl bir koz hâline geldiği üzerinden, iktidarın iç meşruiyetini kaybedip dış meşruiyete sarılmasının tarihsel, siyasal ve ahlaki boyutlarını sorgulayacağız...

1. Meşruiyetin Kaynağı, Millet mi, Washington mu?

Siyasi bilimde meşruiyet, iktidarın toplum nezdinde kabul görmesi ve yönetme hakkının tanınmasıdır. Demokrasi, bu hakkın kaynağını millette görür. Ancak Türkiye’de iktidarın giderek dışarıya yaslandığını görüyoruz.

ABD büyükelçisinin şu sözleri dikkat çekici:

  • Erdoğan’ın “meşruiyet sorununu çözmesi” gerektiği,

  • Türkiye’nin alacağı F-16’ların aslında sadece bir askeri mesele değil, “iktidarın uluslararası sahada nefes almasının” yolu olduğu,

  • Erdoğan’ın uluslararası arenada varlığını sürdürebilmesi için Washington’un onayına muhtaç olduğu.

Bu cümleler diplomatik nezaketin çok ötesindedir. Açık bir itiraf niteliğindedir: iktidar, kendi halkına değil, ABD’nin stratejik çıkarlarına yaslandığı ölçüde ayakta kalabilmektedir.

2. F-16 Dosyası, Uçak mı, Meşruiyet mi?

Türkiye’nin F-16 alımı meselesi yalnızca savunma kapasitesiyle ilgili değildir. F-35 programından çıkarıldıktan sonra Ankara’nın Washington’la yürüttüğü pazarlık, aslında bir “siyasi kredi” meselesine dönüştü.

  • S-400 krizi sonrası yaptırımlarla köşeye sıkışan iktidar, F-16’lar üzerinden yeniden “NATO içinde kabul” arayışına girdi.

  • ABD tarafı ise bu dosyayı bir koz olarak kullandı; insan hakları ihlalleri, Rusya ile ilişkiler, bölgesel politikalar hep bu dosyanın gölgesinde tartışıldı.

  • Bugün geldiğimiz noktada F-16’lar, iktidarın Washington’dan aldığı “yaşam arası mola” hâline gelmiştir.

Yani mesele artık askeri değil, siyasi ve meşruiyetle ilgilidir. Bu uçaklar, sadece gökyüzünü değil, iktidarın ömrünü uzatmanın aracına dönüştürülmüştür.

3. İçerideki Çürüme, Hesap Vermeme Cüreti

İktidarın dışa bağımlı meşruiyet arayışı, içeride çok ciddi bir hesap vermeme kültürü doğurmuştur. Çünkü dış destekle ayakta duran bir yönetim, kendi halkına ihtiyaç duymaz.

  • Medya susturulmuş, eleştirel sesler kriminalize edilmiştir.

  • Yargı bağımsızlığını kaybetmiş, iktidarın aparatına dönüşmüştür.

  • Sivil toplum baskı altına alınmış, özgür alan daralmıştır.

Bu ortamda iktidar, halka hesap vermek yerine ABD’den aldığı onayla kendini güvenceye almaktadır. Sonuçta Türkiye, içeride meşruiyet krizini büyütürken dışarıya bağımlılığını artırmıştır.

4. Milliyetçi Retorik ve Dışa Yaslanma

İktidarın en büyük çelişkisi, içeride “milli ve yerli” bir retorik üretirken dışarıda ABD’nin onayına muhtaç hâle gelmesidir.

  • Bir yanda “dış güçlere meydan okuma” nutukları atılır,

  • Diğer yanda o dış güçlerden gelen silah anlaşmaları ve diplomatik jestlerle meşruiyet devşirilir.

Bu çelişkili siyaset, toplumda derin bir güven erozyonu yaratmaktadır. Halk, bir yandan milliyetçi nutuklarla yönlendirilirken, diğer yanda dış pazarlıkların gölgesinde kendi iradesinin değersizleştiğini görmektedir.

5. Dışarıdan Gelen Meşruiyetin Bedeli

Dışarıdan meşruiyet ithal etmek kısa vadede iktidarı rahatlatabilir; ancak uzun vadede:

  • Toplum–devlet ilişkisini çürütür. Halk “bizim irademiz mi, yoksa Washington’un onayı mı belirleyici?” sorusunu sormaya başlar.
  • Kurumları zayıflatır. Yargı, medya ve sivil toplum bağımsızlığını kaybeder.
  • Dış bağımlılığı artırır. Her stratejik karar, milletin çıkarına göre değil, dış güçlerin pazarlığına göre alınır.
  • Demokratik kültürü yok eder. Sandığın anlamı kalmaz; çünkü halkın değil, dışarının verdiği meşruiyet belirleyici hâle gelir.

6. Ne Yapmalı?

Gerçek meşruiyet, dışarıdan ithal edilmez; ancak içeride yeniden inşa edilebilir. Bunun yolu da:

  • Bağımsız yargının yeniden tesisi,

  • Özgür medyanın korunması,

  • Sivil toplumun alanının genişletilmesi,

  • Şeffaflık ve hesap verme mekanizmalarının güçlendirilmesi,

  • Bağımsız dış politika çizgisinin benimsenmesinden geçer.

ABD büyükelçisinin sözleri, iktidarın içine düştüğü meşruiyet krizini gözler önüne sermiştir. F-16 meselesi, sadece bir savaş uçağı pazarlığı değil; aynı zamanda bir iktidarın varlığını dış desteğe bağlamasının  hikâyesidir.

Gerçek meşruiyet, dış güçlerin lütfunda değil, milletin iradesinde saklıdır. Bir iktidar, milletinden değil de Washington’dan meşruiyet arıyorsa, artık milletine değil koltuğuna hizmet ediyordur. Ve bu, bir ülkenin yaşayabileceği en büyük çöküştür.

Bahadır Hataylı/25.09.2025/Namazgah/İST

25 Eylül 2025 Perşembe

Din İstismarı ve Toplumsal Ahlaki Çöküş

Toplumların çöküşünde en belirleyici etken, ahlakın ve adaletin yitirilmesidir. Tarih boyunca hangi toplum din, iman, ahlak ve adalet ilkelerini çıkarlarına kurban etmişse, orada önce güven kaybolmuş, ardından çürüme başlamış, sonunda da devletler ve medeniyetler yerle bir olmuştur. Bugün bizim yaşadığımız coğrafyada da en acı tecrübe budur: Din, yani en kutsal olan, en saf olan, insanı erdemli kılmak için var olan öğreti, kirli çıkarların perdesi hâline getirilmiştir. Prof. Dr. Hasan Onat’ın ifadesiyle, “Kötülük, ahlaksızlık, adaletsizlik ve her türlü yanlışı din kullanılarak örtüyorsanız, dini önce ahlaksızların tasallutundan kurtarmak gerekir.”

Bu ifade aslında içinde bulunduğumuz tablonun özetidir. Din artık bir ahlak pusulası değil, birçok kişi için çıkar aracı, güç sopası ve en acısı, yapılan kötülüklerin üzerini örtmek için kullanılan kalın bir perde olmuştur.

Görünürde Dindarlık, Gerçekte Çıkar Düzeni

Bugün sokakta, kürsüde, ekranda, hatta devlette “dindar” kimliğiyle görünen pek çok kişinin hayatına bakıldığında, ahlaki değerlerle en ufak bir ilgisi olmadığı görülüyor. İnsanların dini duygularını sömürerek kendine menfaat sağlayan bu kesim, en büyük zararı dine değil, dindarlığa veriyor. Çünkü insanlar artık şunu sorguluyor:

  • “Din buysa, bu din bana ne kazandırır?”

  • “Dindarlık buysa, neden ahlak dışı davranışlar dindarlığın gölgesinde meşru sayılıyor?”

Sonuçta dindarlık, ahlaklı olmaktan, dürüstlükten, hak yememekten, adaletli olmaktan koparılıyor. Bunun yerine “görünüşte dindar olma” ve “din üzerinden çıkar devşirme” öne çıkıyor. İşte toplumsal çürümenin asıl sebebi budur.

Din İstismarının Klasik Yöntemleri

Dini çıkarına alet edenler, genelde şu yöntemleri kullanır:

  1. Dindar Görünerek Güven Sağlamak: İnsanlar “dindar” kimseye kolayca inanır, ona teslim olur. Bu yüzden sahte dindarlar sakal bırakır, tesbih çeker, dua eder, namazdan bahseder ama hayatında adalet ve ahlak kırıntısı bulunmaz.

  2. Kutsalı Kalkan Yapmak: Eleştirildiklerinde hemen “dine saldırıyorsunuz” diyerek kendilerini dokunulmaz kılarlar. Oysa eleştirilen din değil, o dini kendi kirli işlerine alet eden kişidir.

  3. Helal–Haram Dengesiyle Oynamak: Kendilerine fayda sağlayan haramları türlü bahanelerle “helal” kılar, halkın faydasına olan helalleri ise “haram” ilan ederek baskı aracı yaparlar.

  4. Din Üzerinden Servet Edinmek: Cemaat, tarikat, dernek, vakıf kılıfıyla halktan topladıkları paraları kendi zenginliklerine dönüştürürler. Lüks arabalar, saray yavrusu villalar, marka kıyafetler, en pahalı saatler… Ama halka sürekli “sabır, kanaat, tevekkül” telkin ederler.

Güncel Yasaklar ve İroniler

Bugün toplumumuzda çeşitli yasaklar dini gerekçelerle savunuluyor. Ama bu yasakların çoğu, dinin özünden değil, dinin istismarından kaynaklanıyor. Birkaç örnek:

1. İçki Yasağı ile Adalet Yasağı

İçki içmek haram diye sürekli vurgulanıyor. Ancak aynı hassasiyet, kul hakkı yemek, rüşvet almak, ihaleleri yandaşlara peşkeş çekmek, adalet dağıtması gereken mahkemeleri bir grubun sopası hâline getirmek için gösterilmiyor. Din adına içki yasağına sarılanlar, adalet yasağını görmezden geliyor. Oysa Kur’an’da defalarca “adalet” emredilirken içki yasağı yalnızca bir defa kesinleşiyor.

2. Başörtüsü ve Tesettür Üzerinden Dindarlık

Kadının başörtüsü üzerinden sürekli bir din tartışması yürütülüyor. Ama aynı dindarlık iddiasında olanlar kadınlara şiddet uyguluyor, çocuk istismarını örtüyor, zinayı normalleştiriyor. Kadının örtüsü tartışılıyor ama erkeğin ahlakı sorgulanmıyor.

3. Faiz Meselesi

Faiz kesin olarak haramdır. Ancak günümüzde bankacılık sistemini faiz üzerine inşa edenler, kendi lehlerine geldiğinde farklı isimler uydurarak “kâr payı”, “hizmet bedeli” diyerek faizden nemalanıyorlar. Fakirin faizle para almasını “haram” görenler,(tabi ki öyle) devleti borç batağına sürükleyen faizi meşrulaştırıyor.

4. Yeme–İçme Yasakları ile İsraf Gerçeği

Domuz eti yemek haram diye sürekli anlatılır. Fakat aynı sofralarda tonlarca yemek çöpe atılır, israf edilir. Kur’an’da israf edenler “şeytanın kardeşleri” olarak tanımlanırken, bu ayet görmezden gelinir. Domuz eti yemeyen ama komşusu açken tenceresini kilitleyen insan gerçekten dindar olabilir mi?

Din Uyuşturucuya Dönüştüğünde

Dinin asıl amacı insanı ahlaklı kılmak, kötülüklerden uzaklaştırmak ve adaleti tesis etmektir. Ama din, sürekli tekrarlanan ritüeller, anlamı sorgulanmayan ibadetler ve sadece görünüşteki kurallara indirgenirse, toplum için bir uyuşturucuya dönüşür.

  • İnsanlar, “namaz kılıyorum, oruç tutuyorum” diyerek kendini kurtulmuş zanneder.

  • Ama aynı zamanda komşusunu dolandırır, işçisinin hakkını gasp eder, iftira atar, kul hakkı yer.

  • Din, vicdanı uyandırmak yerine vicdanı susturan bir hap hâline gelir.

Böyle bir durumda din, sahte dindarların elinde sadece bir “avuntu” olur. Halk, yaşadığı yoksulluğu, adaletsizliği, haksızlığı sorgulamak yerine “imtihan” diye kabullenmeye alıştırılır. Oysa adaletsizliği sorgulamak imanın bir gereğidir.

Ahlaki Çöküşün Sonuçları

  1. Güvenin Yitirilmesi: İnsanlar kimseye güvenemez hâle gelir. Hoca, şeyh, siyasetçi, tüccar, memur… Hepsi din kisvesi altında çıkar peşindeyse, toplumda güven kalmaz.

  2. Gençliğin Dinden Uzaklaşması: Gençler, dini hep bu istismarcılar üzerinden gördüğü için dine küser. Aslında küstükleri din değil, dinin kirli temsilcileridir.

  3. İkiyüzlülüğün Normalleşmesi: Herkes dindar görünür ama kimse dürüst değildir. Namaz kılan hırsız, oruç tutan zalim, hacı unvanlı sahtekâr sıradanlaşır.

  4. Toplumsal Çürüme: Ahlakın olmadığı yerde devlet çöker, kurumlar çöker, insan ilişkileri çöker. Ortada sadece çıkar savaşlarının döndüğü bir bataklık kalır.

Dini Ahlaksızların Tasallutundan Kurtarmak

Bugün yapılması gereken ilk şey, dini ahlaksızların elinden kurtarmaktır. Bu nasıl olur?

  • Din ile Ahlakı Yeniden Buluşturmak: Dindarlık sadece, namaz, oruç gibi ritüellerle değil; dürüstlük, adalet, merhamet, kul hakkı yememekle ölçülmeli.

  • Hesap Verebilirlik: Dini söylemlerle öne çıkan her kişi, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal davranışlarıyla hesap vermek zorunda olmalı.

  • Eleştiriyi Meşru Kılmak: Dini istismar edenleri eleştirmek, dine saldırı değildir. Aksine, dinin temiz kalması için bir zorunluluktur.

  • Eğitim: Genç nesillere dinin özü, ahlak boyutu öğretilmeli. Sadece şekilci, kalıplaşmış bilgiler değil, vicdanı diri tutan, sorgulamayı öğreten bir dini eğitim verilmeli.

Dinin Kalkan Olamadığı Toplum

Dini, kendi çıkarlarının kalkanı hâline getirenler aslında en büyük zararı dine veriyorlar. Din, ne zulmün sopası, ne de yoksulun sabır hapı olmalı. Din, insanın içindeki vicdanı uyandırmalı, kötülüğe karşı direncini artırmalı. Eğer bugün kötülük, ahlaksızlık, adaletsizlik din adına örtülüyor ve meşrulaştırılıyorsa, o din değil, o dine musallat olmuş ahlaksızlardır.

Gerçek dindarlık; dürüst olmak, hakkı savunmak, kul hakkından titizlikle sakınmak, adaleti gözetmek ve en önemlisi de dini asla çıkar için kullanmamaktır.

Toplum olarak yeniden ayağa kalkmanın yolu, dini ahlaksızların elinden kurtarıp vicdanımızın, aklımızın ve adaletin rehberliğinde yaşamaktır.

Erol Kekeç/24.09.2025/Sancaktepe/İST

17 Eylül 2025 Çarşamba

Mazlumların Dirilişi Zalimlere Son Uyarı

 


Enfâl Suresi 19-22’nin Işığında Gazze ve İslam Dünyası

Kur’an, tarihin her dönemine hükmeden bir ilahi hitaptır. Ayetler sadece geçmişte yaşanmış savaşların, mücadelelerin sahne dekoru değildir; her çağda yeniden ete kemiğe bürünen uyarılardır. Bugün Enfâl Suresi’nin 19-22. ayetlerini göz önünde bulundurmak, Gazze’nin üstüne yağan bombaları, çocukların çığlıklarını, emperyalistlerin kibirli teknolojik üstünlük böbürlenişini ve İslam dünyasının devlet görünümlü suskun kuklalarını anlamak için kaçınılmazdır.

“Eğer fetih istiyorsanız işte size fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine başlarsanız, biz de başlarız. Topluluğunuz çok da olsa size asla fayda vermeyecektir. Allah müminlerle beraberdir. Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin ve işitip de yüz çevirenler gibi olmayın. İşitip de aklını kullanmayanların durumu hayvanların durumuna benzer, hatta onlardan daha da aşağıdır. İşte onlar, gerçekten gafillerdir.” (Enfâl/19-22)

Bu dört ayet, bugün emperyalizmin karşısında acziyeti meşrulaştıran, Gazze’deki çocukların ölümü karşısında diplomatik tiyatro sahneleyen, siyonist zalimin zulmünü izleyen İslam alemindeki yönetimlere ilahi bir tokattır. Çünkü Allah’ın kelamı nettir: Sayınızın çokluğu, silahınızın parlaklığı, teknolojinizin ileriliği değil; imanınız, aklınızı kullanmanız ve zalime karşı tavrınız belirleyicidir.

Emperyalistlerin Teknoloji Putu ve İslam Aleminin Suskunluğu

Batı dünyası, üstün teknolojiye yaslanarak kendisini yenilmez, dokunulmaz ve sorgulanmaz bir konuma taşımaya çalışmaktadır. Onların uçakları, tankları, füzeleri, insansız hava araçları vardır; ama vicdanları yoktur. Teknoloji bir put hâline getirilmiş, adaletin, merhametin ve insanlığın yerine ikame edilmiştir. Bugün Gazze’nin üstünde patlayan bombalar, sadece demirin ve barutun gücünü değil; aklını ve kalbini kaybetmiş bir medeniyetin çöküşünü de göstermektedir.

Fakat asıl ibret, bu zalimlerin zulmünü görmeyen, görse de sineye çeken, görüp de sadece diplomatik protokolde birkaç kelime eden İslam ülkelerinin yönetimleridir. Onlar Enfâl 22’nin tanımladığı kimselere dönüşmüşlerdir: İşitirler, görürler, bilirler; ama akıllarını kullanmazlar. Onlar için Allah’ın hükmü açıktır: Hayvanlardan da aşağıdırlar. Çünkü hayvanlar en azından fıtratlarına sadıktır; ama bu yönetimler, fıtratlarını, imanlarını ve sorumluluklarını satmışlardır.

Gazze’nin Çığlığı ve İlahi Ültimatom

Gazze, sadece bir coğrafya değildir; bütün bir ümmetin imanının sınandığı mihenk taşıdır. Çocukların parçalanmış bedenleri, kadınların çığlıkları, yıkılmış camilerin minareleri, aslında İslam aleminin kalbine vurulmuş tokatlardır. Allah, bu manzaralarla ümmeti uyandırmakta; “Eğer vazgeçerseniz bu sizin için hayırlıdır” (Enfâl/19) diyerek teslimiyet, korku ve zillet yolunu seçenlere bir son ihtar yapmaktadır.

Ama onlar vazgeçmezler; çünkü çıkarları, koltukları, kasaları vardır. Onlar halklarının gözyaşlarını petrol varilleriyle takas etmişlerdir. Onlar emperyalizmin sofrasında kırıntı toplayan, kendi halklarını açlığa, Gazze’yi ölüme mahkûm eden ikiyüzlülerdir. İşte bu yüzden Allah’ın vaadi yeniden gündemdedir: “Yine başlarsanız, biz de başlarız.” Zulüm sürerse, ilahi tokat kaçınılmazdır.

Diyalektik Çatışma, Zalim ve Mazlumun Kavgası

Tarih, zalim ile mazlumun çatışmasının tarihidir. Firavun ve Musa, Nemrut ve İbrahim, Ebu Cehil ve Muhammed (sav). Bugün de aynı sahne Gazze’de kurulmuştur. Bir yanda tanklar, füzeler, uçak gemileri; diğer yanda taş atan çocuklar, yıkık evlerin arasında dua eden anneler, açlığını sabırla karşılayan mazlumlar.

Diyalektik açıdan bakıldığında, emperyalizmin ileri teknolojisi, aslında kendi çöküşünün mayasıdır. Çünkü teknolojiye yaslananlar, kalplerini kaybetmişlerdir. Oysa mazlumlar, teknolojiye değil, Allah’a yaslanmaktadır. Tarih boyunca imanla ayağa kalkan topluluklar, putlara tapan imparatorlukları yıkmıştır. Roma çökmüştür, Bizans çökmüştür, Abbasi ihtişamı çökmüştür; bugün de kibir ve zulüm üzerine kurulan modern imparatorlukların çöküşü kaçınılmazdır.

Akılsızlığın ve İhanetin Bedeli

Enfâl/22, bugün İslam dünyasındaki yönetimlerin ruh halini tanımlamaktadır. Onlar işitiyorlar: Gazze’nin çığlıklarını duyuyorlar. Onlar görüyorlar: Çocukların cansız bedenlerini ekranda izliyorlar. Onlar biliyorlar: Zalim kimdir, mazlum kimdir, apaçık ortadadır. Ama akıllarını kullanmıyorlar. Çünkü onların akılları koltuklarının, bankalarının, saraylarının esiridir.

Böylece Allah’ın hükmü tecelli etmektedir: “Onlar hayvanlardan da aşağıdır.” Çünkü bir hayvan, yavrusunu korumak için canını ortaya koyar. Ama bu devletler, ümmetin çocuklarını korumak şöyle dursun, zalimlerle işbirliği yapmaktadır. Bir sürünün miryahı bile sürüsünü kurda teslim etmezken, bu yöneticiler ümmeti emperyalizmin ve siyonizmin dişlerine bırakmıştır.

Ey Ümmet! Ya Diriliş Ya Helak

Bugün Gazze, ümmete ilahi bir ültimatom sunmaktadır. Ya Allah’ın yanında saf tutup zalimin karşısında dimdik duracağız, ya da tarihin çöplüğünde silinip gideceğiz. Çünkü Allah, Enfâl/19’da apaçık buyuruyor: “Topluluğunuz çok da olsa size fayda vermeyecektir.” Sayılar, ordular, tanklar, petrol rezervleri; iman olmadan, akıl olmadan, cesaret olmadan hiçbir anlam taşımaz. Allah sadece müminlerle beraberdir.

O hâlde çözüm nettir: Mümin olmak. İtaat etmek. Allah’a, Resulüne ve vahyin çağrısına kulak vermek. Ümmetin yeniden dirilişi, teknolojiyi kopyalamakla değil; imanı, onuru ve cesareti diriltmekle mümkündür. Gazze’deki taş atan çocuk, bu dirilişin işaretidir. Onun attığı taş, emperyalizmin füzelerinden daha anlamlıdır; çünkü o taş imanla atılmıştır.

İlahi İhtar ve Tarihi Sorumluluk

Gazze’de bugün akan kan, sadece Filistin’in değil, bütün İslam dünyasının imtihanıdır. Kur’an, bize hem gerçeği hem sonucu göstermektedir: Zalim ne kadar güçlü görünürse görünsün, iman edenler için zafer kaçınılmazdır. Ama iman etmeyen, aklını kullanmayan, koltuğuna, kasasına, petrol variline tapanlar için zillet de, helak da kaçınılmazdır.

Bugün ümmete düşen, artık diplomatik tiyatroları, sahte birlik pozlarını, boş açıklamaları bir kenara bırakmaktır. Bugün ümmete düşen, Gazze’nin çocuklarıyla birlikte saf tutmaktır. Bugün ümmete düşen, Allah’ın ayetlerini sadece tilavet etmek değil; hayatın merkezine koymaktır.

Çünkü Allah’ın vaadi nettir: “Allah müminlerle beraberdir.” (Enfâl/19)

Ey ümmet! Artık sözün değil, imanın ağırlık kazandığı günlerdeyiz. Enfâl Suresi’nin hakikatleri, Gazze’nin kanayan yarasında yeniden hayat buluyor. Allah, bize açıkça buyuruyor: Zalimlerin aldatıcı üstünlüğü bir yanılgıdır; hakikatin, sabrın ve takvanın karşısında hiçbir teknoloji, hiçbir propaganda ayakta duramayacaktır.

Bugün Gazze’nin çocukları bize yalnızca mazlumiyetin gözyaşını değil, aynı zamanda izzetin en yüksek mertebesini hatırlatıyor. Onlar, bütün İslam coğrafyasının suskunluğunu, zilletini ve işbirlikçiliğini haykıran birer şehadet nişanıdır. Bizler, ya bu şehadet sancağını taşırız ya da tarih bizi ihanetin karanlık sayfalarına gömer.

Unutmayın! Allah’ın vaadi haktır. Müminlerin zaferi teknolojiyle değil, imanla yazılacaktır. Tanklar, uçaklar, füzeler yeryüzünü kana bulasa da Allah’ın kelimesi üstün gelecek; zalimlerin destanı çökecek, mazlumların duası semayı yarıp yeryüzünü yeniden inşa edecektir.

Bu bir çağrıdır: İslam ümmetine, yöneticilerine, alimlerine, gençlerine, kadınlarına, bütün kalbiyle Allah’a yönelenlere… Uyanın! Artık sessizlik, suçtur. Artık suskunluk, zulme ortaklıktır. Artık tarafsızlık, ihanettir. Allah’ın ayetleri önümüzde dururken, bir başka yol aramak alçaklıktır.

Ey zalimlere göz yuman yöneticiler! Ey menfaat için ümmetin kanını pazarlık konusu yapan işbirlikçiler! Allah size mühlet veriyor ama bu mühlet ebedi değildir. Tarih, sizin adınızı ihanetle anacak. Milletler, sizin saltanatınızı lanetle hatırlayacak. Ve Rabb’in huzurunda, en sevdiğiniz mallarınız bile sizi kurtaramayacak.

Ey iman edenler! Artık diriliş vaktidir. İmanınızı yeniden kuşanın, birlik sancağını kaldırın, ilmi ve adaleti yol edinin, direnişi şeref sayın. Zira bu ümmetin yeniden ayağa kalkışı, Allah’ın vaadine iman etmiş az sayıda müminin yüreğinde başlar.

Bizim ültimatomumuz açıktır: Zalimler yok olacak, mazlumlar kazanacak. Allah’ın dini üstün gelecek. İman edenler asla kaybetmeyecek.

“Artık Allah’ın vaadine güvenin, zalimlere meyletmeyin, mazlumların duasına ortak olun. Çünkü zafer, teknolojinin değil, imanın mirasıdır.”

“Zafer, teknolojinin değil; imanın ve adaletin mirasıdır.”

Erol Kekeç/13.09.2025/Sancaktepe/İST

16 Eylül 2025 Salı

İnsanlığın Üstünde Bir Kanun mu, Yoksa Kanunun Üstünde İnsan mı?

 


— Felsefi Bir Sorgulama
Kanunların insanın önüne geçtiği, hatta insanın özünü gölgelediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnızca pratik bir sorun değil, aynı zamanda köklü bir felsefi çöküşün işaretidir. Hukuk artık insanı koruyan bir kalkan olmaktan çıkmış, onu bir nesneye, bir dosya numarasına, soğuk prosedürlerin kurbanına indirgemiştir. Adaletin özü yerine, “uygulamanın mekanik düzeni kutsanır hale gelmiştir. İşte bu yazıda, bu çarpıklığa yol açan kavramsal hataları açığa çıkarıyor, modern siyaset ve hukuk teorilerinin bu tabloyu nasıl meşrulaştırdığını sorguluyor ve nihayetinde insanı yeniden merkeze alan bir hukuki-felsefi dönüşümün imkânlarını arıyorum.

1.İki Yol — Kanun mu, İnsan mı?

Hukuk felsefesinde en temel ayrışma şudur: Kanunların anlamı, kaynağı ve amacı nedir?
Bir yol, legal pozitivizmin yoludur: Kanun, yetkili makamların koyduğu ve uygulanması gereken kuraldır; doğruluk ya da adalet, kanunun varlığıyla ölçülür. Bu yaklaşım pratik, düzeni koruyucu ama soğuktur — ölçü, biçim, prosedürdür.
Diğer yol, doğal hukuk geleneğidir: Hukuk, insanın doğasından, insan onurundan kaynaklanır; kanun ancak insanın haklarıyla uyumluysa meşrudur.

Bugün hakimlerin, savcıların, bürokrasinin izlediği rota çoğunlukla ilk yolu benimser: Kanun varsa uygulamak gerekir; adalet, kanunla eş tutulur. Bu, teoride temkinli ve düzeni koruyucu görülebilir; ama pratiğe indiğinde insanın kendisi yalnızlaşır. Kanun, insanı açıklayan değil, insanı hükme bağlayan bir özneye dönüşür.

2. Kant’ın Dilemması-İnsan Onuru ve Formal Adalet

Immanuel Kant, ahlak felsefesinde insanı amaç olarak görür; insanı araçlaştırmak reddedilir. Kant’a göre, insanın özerkliği ve saygınlığı, ahlaki yasaların merkezindedir. Eğer bir hukuk sistemi gerçekten ahlakıysa, insanın özsaygısını gözetmelidir.

Fakat pratikte, Kantçı formalizm de tehlikeye açıktır: Eğer hukukçular yalnızca evrensel, soyut ilkelerin katı uygulayıcıları olarak kalırsa, insanın somut acıları, tarihî eşitsizlikleri ve güç dengesizlikleri gözardı edilir. Yani Kant’ın insana verdiği merkeziyet, mahkeme salonlarında formalist bir otoritenin zırhına sarıldığında tersine dönebilir — insanı koruması gerekirken onu nesneleştirir. Dolayısıyla Kant’tan alınacak ders şudur: İlkeler önemlidir, ama ilkelerin uygulaması insanın gerçek koşullarıyla yoğrulmalı.

3. Rousseau-Sosyal Sözleşme ve Genel İrade'nin Çarpıtılması

Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesinin merkezine “genel irade”yi koyar: Toplumun ortak iyiliği, bireysel çıkarlardan üstün olmalıdır. Hukuk böylece özgürleşmeyi sağlayacak bir araçtır — bireyler kendi yasalarını oluştururlar.

Gerçekte ne oluyor? Kapitalist düzen, genel iradeyi aşındırır; temsil mekanizmaları, gerçek ortak iyi yerine sermayenin çıkarlarına hizmet edecek biçimde örgütlenir. Hukuk, halkın rızası zemininde meşrulaştırılsa bile, uygulamada “genel irade”nin yerine sermayenin iradesi geçer. Bu noktada Rousseau’nun karanlık aynası ortaya çıkar: Kanun halkın değil, güçlülerin çıkarlarını yansıtıyorsa, sözleşme bir aldatmaca hâline gelir. Böyle bir sözleşme, özgürlük vaat ederken tutsaklık üretir.

4. Marx-Hukuk Bir Üstyapıdır — Sermaye İçin Yazılmış Bir Dil

Marx’ın çerçevesi bu sorunu en doğrudan açıklayanlardan biridir: Hukuk, toplumun ekonomik temeli tarafından şekillenir; hukukun biçimleri, üretim ilişkilerini, yani sınıf ilişkilerini korur. Hukuk, salt normlar dizisi değil, sınıf egemenliğinin aygıtıdır.

Bugünkü kapitalist hukuk, mülkiyeti, sermayeyi, kontrat ilişkilerini kutsayan bir dil oluşturur. “Hukuk uygulandı” denildiğinde, çoğunlukla mülkiyet ve sermaye ilişkileri korunmuştur. İşçinin sosyal haklarına dair uzun süreçler, sermayenin haklarına dair hızlı tedbirler; bu sistematiğin görünür izidir. Marx’ın perspektifi bize şunu söyler: Hukuku insanın lehine çevirmek istiyorsak, hukukun ekonomik zeminini sorgulamak zorundayız.

5. Foucault-İktidar, Disiplin ve Hukukun Normalleştirici Rolü

Michel Foucault, iktidarın sadece yasama-yürütme-yargı arasındaki hiyerarşik şemada değil, disiplin mekanizmalarında yayıldığını söyler. Okullar, hastaneler, fabrikalar ve elbette mahkemeler, bireyleri ölçer, sınıflar ve normalleştirir.

Hukuk burada bir ceza-ağının parçasıdır: Kanun, sadece ihlali cezalandırmakla kalmaz, aynı zamanda hangi davranışların “normal” olduğunu dayatır. Mahkeme salonunda verilen karar, yalnızca bir hukuki sonuç değil, aynı zamanda toplumun nasıl olması gerektiğine dair bir disiplin formudur. Bu perspektiften bakınca hakim ve savcılar, yalnızca kanun uygulayıcıları değil; modern güç-örgütlerinin birer teknikeri hâline gelirler.

6. Arendt-Bürokrasi, Cesetleri Sayan İdare ve Kötülüğün Sıradanlığı

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” söylemi, bürokrasinin nasıl insanlığı silikleştirdiğini gözler önüne serer. Bürokrasi, normları mazeret haline getirir; görev bilinci, vicdanın yerini alır.

Mahkeme salonlarında “dosya yetiştirilmesi” için verilen kararlar, Arendt’e göre, insanın yüzünü kaybetmesine yol açar. Hakim bir memur gibi, savcı bir prosedür makinesi gibi davranırsa, kötülük sıradanlaşır: katillere, haksızlığa ortak olanlar “sadece görevimi yaptım” der. İşte bugün gördüğümüz “kes-yapıştır” kararların felsefî karşılığı budur: Bürokratik işlevselliğin etikten üstün tutulması.

7. Rawls-Adaletin Perdesi Arkasında Ne Olmalı?

John Rawls, adalet teorisinde “cehalet perdesini önerir: Kendi konumundan habersiz olarak adil kuralları seçmek zorunda kalsaydın neyi tercih ederdin? Bu deney, objektif adalet ilkelerini ortaya çıkarır: temel özgürlüklerin korunması ve eşitsizliklerin en dezavantajlı olanlara en faydalı olacak şekilde düzenlenmesi.

Bugünkü hukuk bu kriterleri sağlamaktan uzak. Eğer hakimler ve savcılar cehalet perdesi altında hareket etseydiler — kim paraya, nerede güç yoğunlaşmış olacağını bilmeden — pek çok karar farklı şekillenecekti. Rawls bize hatırlatır: Adalet, tarafsızlık iddiasıyla değil, dezavantajlıların durumunu iyileştirip iyileştirmediğiyle ölçülür.

8. Yeni Bir Felsefi Yol-Hukukun İnsana Yeniden Hizmeti

Tüm bu düşünürlerden ortak bir sonuç çıkar: Hukuk, eğer insanı bir amaç olarak konumlandırmazsa, tutarlı, adil ve yaşanabilir olamaz. Peki pratikte ne yapmalı? Felsefi ilkeler nasıl hukuki dönüşümlere dönüşür?

 İnsan Onurunu İlk Kural Yapmak ,Kanunların yorumu ve uygulanması sırasında insan                         onuru temel alınmalı. Bu, zorunlu bir soyutlama değil; hakimlerin somut hayat koşullarını                     değerlendirmesi, eşitlik ilkesinden değil insanlığın korunmasından hareket etmesidir. 

Genel İrade Kavramının Yeniden Canlandırılması ,Hukuk yapımında kamusal katılım                 güçlendirilmeli; sadece temsilcilerin değil, gerçek kamusal çıkarın gözetildiği mekanizmalar                 kurulmalı. Böylece sözleşme, sermayenin değil, toplumun ortak iyiliğinin ifadesi olur. 

Sınıfsal Dinamiklerin Tanınması, Hukukun sınıfsal etkileri açıkça değerlendirilmeli; kanun değişiklikleri ve yargısal içtihatlar, ekonomik sonuçları bakımından analiz edilmeli. Mülkiyetin korunmasının hangi toplumsal maliyetleri ürettiği hesaba katılmalı.

Güç İlişkilerinin Eleştirel Teorisi, Hukuki kararlar sadece normatif değil, aynı zamanda disiplinleyici etkiye sahip olduğu için iktidar ilişkileri çözümlemeye dâhil edilmeli. Hangi normlar kimi normalleştiriyor sorusu sürekli sorulmalı.

Bürokratik Rutinlere Karşı Vicdan Eğitimi, Hukukçuluk sadece teknik bir uzmanlık değil; etik bir meslektir. Hakim ve savcılara etik eğitim verilmeli, karar alma süreçlerinde insani motivasyonların görünür kılınması sağlanmalı.

Adaletin Kriterini Yeniden Tanımlamak, Yasal reformlar “en dezavantajlı” kriterine göre test edilmelidir. Eğer bir yasa, toplumun en kırılgan kesimini daha kırılgan yapıyorsa, o yasa adil değildir.

Pratik İnovasyon,Restoratif ve Dönüştürücü Adalet, Ceza hukuku ve tazminat paradigmaları, yalnızca cezalandırma değil; onarım, restorasyon ve toplum onarımı odaklı hale getirilmeli. Bu, hukuk bürokrasisinin insanı nesneleştiren ritüelini kırar.

9.İnsanlık, Hukukun Kuralı Olmalı

Benim bu konudaki öfken haklı, çünkü bugün hukuk çoğu zaman bir makinedir; makine, uyum ve verimlilik peşindedir, insanlığı feda eder. Fakat felsefe bize yol gösterir: Kanunların meşruiyeti, uygulamanın teknik doğruluğundan değil, insanı korumasından gelir. Bir hukuki sistem insanı yüceltmiyorsa, o sistemin adaleti kurmacadır.

Hakimlere, savcılara, avukatlara seslenmek gerek: Yasal metinlerin arkasında yaşayan insanlar vardır. Kanunu esas alırken insanı unutmayın — çünkü kanun insan için vardır, insan kanun için değil. Ve topluma seslenmek gerek: Hukuku sadece “usul” olarak görmekten vazgeçin; hukuku insanlığın evrensel bir koruması olarak yeniden talep edin.

Bu, utopik bir çağrı değil; felsefi olarak temellendirilmiş, pratiğe dönüştürülebilir bir yaklaşımdır. Hukukun yeniden insanlaştığı bir dünya mümkün; ama önce kabul etmeliyiz: Kanun, insanın üstünde bir put değildir. Kanun, insanın hizmetkarıdır. İnsanlık adaletin en üstünde yer almadığı sürece, mahkeme salonları dosyalarla, vicdanlar tıkanmış hâkimlerle, savcıların kalemiyle dolu birer trajedi sahnesi olmaya devam edecektir.

Benim çağrım basit: Hukukçular, filozoflar, halk — hepimiz — insanlığın üstüne koyduğumuz perdeleri yırtalım. Kanunu insan için yeniden yazalım; insanı hukuk önünde değil, hukukun önünde konumlandıralım. Çünkü gerçek adalet, insanı mahkûm etmeyen, insanı yücelten sistemdir.

Erol Kekeç/12.09.2025/Sancaktepe/İST

Kusur Aynasında Hakikat-Eleştiriden Özeleştiriye Yolculuk

 


Başkasını Görmek, Kendini Kaybetmek

İnsan, doğası gereği sürekli kıyas yapan bir varlıktır. Çocuklukta kardeşiyle kıyaslanır, okulda arkadaşlarıyla, iş hayatında meslektaşlarıyla, siyasette rakipleriyle. Bu kıyasın doğal bir yanı vardır; çünkü insan sosyal bir varlık olarak kendi sınırlarını başkalarının üzerinden ölçmek ister. Ne var ki sorun, bu kıyasın kolaycı bir yola dönüşmesindedir: Kendi eksiklerimizi görmek yerine, başkasının hatalarını dillendirmek.

Bugünün toplumuna baktığımızda tam da bu manzarayı görüyoruz. Bir siyasetçi projelerini anlatmak yerine rakibini yermekle meşgul. Bir eş, evliliğini onarmak için çaba göstermek yerine sürekli karşısındakinin kusurlarını sayıyor. Bir yönetici, kendi hatalarını düzeltmek yerine çalışanlarını hedef alıyor. Bir öğrenci, dersine odaklanmak yerine arkadaşının başarısızlıklarından bahsediyor.

Sonuçta herkes konuşuyor, kimse kendini sorgulamıyor. Herkes başkasını eleştiriyor, kimse kendini düzeltmiyor. Ve bu yüzden başarı, toplumsal düzeyde bir hayal gibi elimizden kayıyor.

Oysa hakikat basittir: Gerçek başarı, rakibin düşmesiyle değil, insanın kendi ayağa kalkmasıyla mümkündür.

I. Toplumun Her Alanına Yayılmış Bir Hastalık

Siyaset-Söylemin Zehirlenmesi

Seçim meydanlarına, meclis kürsülerine bakınız. Siyasetçiler çoğu zaman rakiplerini eleştirmekle vakit harcıyor. Birinin başarısızlığı, diğerinin başarı hanesine yazılıyor. Ama ortada inşa edilmiş bir şey yok.

Bu sadece bizde değil, dünya siyasetinde de geçerli. Popülist liderler, halkın sorunlarını çözmek yerine rakiplerini karalamayı bir strateji haline getiriyor. Medya bu dili çoğaltıyor; toplum da bu dilin içinde şekilleniyor.

Toplumun gözünde siyaset, çözüm üretme sanatı olmaktan çıkıyor; karşılıklı hakaretleşme ve yıkım yarışına dönüşüyor. Oysa siyaset, Aristoteles’in deyimiyle, “ortak iyinin" peşinde koşma sanatıdır.

Aile-Sessiz Çatlaklar

Evliliklerde ve aile ilişkilerinde de benzer bir tablo var. İnsanlar kendi davranışlarını düzeltmek yerine eşlerinin hatalarına odaklanıyor. Sürekli eleştirilen bir insan, zamanla içine kapanır. Sevgi yerini öfkeye, güven yerini kuşkuya bırakır.

Bir eşin diğerine “Sen böylesin!” demesi, aslında “Ben de hatalıyım.” demekten çok daha kolaydır. Ama kolay olan, doğru olan değildir. Doğru olan, “Benim tutumum seni kırmış olabilir, bunu fark ettim.” diyebilmektir.

Çünkü evlilik, iki insanın karşılıklı özeleştiri yaparak büyüttüğü bir yolculuktur. Eleştiri bu yolculuğu bozar, özeleştiri ise onu onarır.

Rekabetin Tahribatı

Şirketlerde sık rastlanan bir manzara: Çalışanlar, birbirinin açığını kolluyor. Yöneticiler, kendi yetersizliklerini gizlemek için çalışanlarını hedef alıyor. Böyle bir ortamda güven yok olur.

Halbuki verimliliğin temelinde işbirliği ve samimiyet vardır. Bir kurum, ancak kendi hatalarını görebildiği ölçüde gelişir. Japonya’daki “Kaizen” felsefesi tam da bunu öğretir: “Sürekli iyileşme, sürekli özeleştiri.” Bir fabrika işçisinden üst düzey yöneticiye kadar herkesin sorumluluğu, kendi kusurunu fark edip düzeltmektir.

Dedikodunun Tuzağı

Arkadaşlık ilişkilerinde de en kolay sohbet konusu başkalarının kusurlarıdır. Dedikodu, toplumsal bir alışkanlık haline gelmiştir. İnsanlar başkasının hatalarını konuşarak kendi boşluklarını örtmeye çalışır.

Ama bu, dostluğun zehridir. Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle, birbirine aynalık ederek büyür. Bir dost, “Ben hata yaptım, ne dersin?” diyebildiği ölçüde gerçektir.

II. Bu Hastalığın Kökleri

Psikolojik Kaçış-Yansıtma

İnsanın kendini eleştirmesi zordur; çünkü kusurlarını görmek benliğini sarsar. Bu yüzden kendi kusurunu başkasında görüp onu eleştirmek, daha kolay bir savunma mekanizmasıdır. Freud’un “yansıtma” dediği bu mekanizma, modern toplumda olağan hale gelmiştir.

Kolaycılığın Çekiciliği

Kendi eksiklerini düzeltmek sabır ve emek ister. Başkasını eleştirmek ise bir dakikalık iştir. İnsanlar zahmeti bırakıp kolay olanı seçer.

Kültürel ve Medyatik Dil

Televizyon programlarını açın: Tartışma programlarında yapıcı fikirler yerine karşılıklı suçlamalar vardır. Sosyal medya da eleştiri ve küçümseme üzerinden beslenir. Bu dil, toplumun günlük yaşamına sirayet eder.

Eğitim Sisteminin Eksikliği

Çocuklara özeleştiri kültürü öğretilmez. Başarı notlarla ölçülür, kişisel gelişim göz ardı edilir. Oysa eğitimin özü, bireye kendini tanıma bilinci kazandırmaktır.

III. Çıkış  İnşa Edici Özeleştiri

 Cesaret Kendini Görme

Özeleştirinin ilk adımı cesarettir. Kendi kusurlarını görmek, insanın en zor sınavıdır. Ama bu cesaret olmadan gelişim olmaz.

Bir siyasetçinin rakibini suçlamak yerine kendi yanlışlarını açıklaması, bir liderin en büyük olgunluğudur. Bir eşin “Ben seni anlamakta eksik kaldım.” diyebilmesi, ilişkinin yeniden doğuşudur.

Kültür Olarak Özeleştiri

Özeleştiri bir defalık bir eylem değil, yaşam tarzıdır. Ailede, işte, siyasette sürekli uygulanmalıdır. Japon şirketlerinde haftalık toplantılarda herkes önce kendi hatasını anlatır. Bu kültür, başarının temelini oluşturur.

Kendini Bilmek

Sokrates’in “Kendini bil.” sözü, insanlığın en önemli çağrılarından biridir. Kendini bilmeyen insan, başkasını tanıyamaz. Başkasını sürekli eleştiren kişi aslında kendinden kaçıyordur.

Gazali de der ki: “Kendi kusurunu gören insan, hakikatin kapısını aralamıştır.” Hakikat yolculuğu, başkasını değil, önce kendini düzeltmekle başlar.

Çalışmanın Ahlakı

Kusurlarımızı görmek yetmez; onları düzeltmek için çalışmak gerekir. Başarı, başkasının düşmesiyle değil, kendi emeğimizle mümkündür.

Nietzsche’nin “Kendini aş.” çağrısı, tam da bunu ifade eder. İnsan, sürekli kendini aşmakla olgunlaşır.

Eleştiriden Senteze

Diyalektik düşünce, tez ve antitezden senteze ulaşmayı öğretir. Başkasını eleştirmek bir tezdir, özeleştiri antitezdir. İkisi birleştiğinde sentez ortaya çıkar: Yapıcı eleştiri.

Bir toplumda özeleştiri güçlenirse, başkasına yönelik eleştiri de değer kazanır. Çünkü o zaman eleştiri yıkıcı değil, inşa edici olur.

  • Başarı rakibin düşmesiyle değil, senin kalkmanla mümkündür.

  • Özeleştiri, samimiyetin en yalın dilidir.

  • Kendi kusurunu gören insan, başkasına merhametle bakar.

  • Çalışmak, kusurları telafi etmenin en doğru yoludur.

  • Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle güçlenir; dedikodu ile çürür.

  • Siyaset, rakibini yıkma değil, toplumu inşa etme sanatıdır.

  • Evlilik, iki insanın birlikte kendini düzeltme yolculuğudur.

  • Gerçek lider, kendi eksikliğini kabul edebilen kişidir.

    Erol Kekeç/19.06.2025/Namazgah/İST

14 Eylül 2025 Pazar

Ottawa Sözleşmesi

 


Türkiye ve Bölgesel Gerçekler Üzerine Bir Analiz

Türkiye’nin 2004 yılında taraf olduğu Ottawa Sözleşmesi, insani hukuk çerçevesinde büyük bir kazanım olarak sunuldu. Bu sözleşme anti-personel kara mayınlarının üretilmesini, kullanılmasını, stoklanmasını ve başka ülkelere aktarılmasını yasaklıyor; mevcut mayınların dört yıl içinde imhasını, döşenmiş mayınlı alanların da on yıl içinde temizlenmesini öngörüyordu. Kâğıt üzerinde insani bir ilerleme gibi görünen bu adım, Türkiye için çok daha karmaşık bir tabloyu beraberinde getirdi.

Sözleşmenin Arkasındaki Gerekçeler

Türkiye’nin bu anlaşmaya imza atmasının birkaç temel nedeni vardı. Birincisi, uluslararası imaj. Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle AB üyelik sürecinin hızlandığı yıllarda Türkiye’nin “insan haklarına duyarlı, uluslararası normlara bağlı” bir görüntü vermesi gerekiyordu. Ottawa Sözleşmesi bu açıdan uygun bir fırsattı.

İkincisi, NATO ve Batılı müttefiklerin baskısı. Dünyanın pek çok ülkesinde sivillerin mayınlar nedeniyle hayatını kaybetmesi ya da sakat kalması ciddi bir tepki doğurmuştu. Türkiye’nin ittifak dışı bir pozisyon alması hem diplomatik yalnızlık yaratabilirdi hem de insan hakları siciline yeni bir leke düşürebilirdi.

Üçüncüsü, iç politikada insani boyut. Güneydoğu’da ve özellikle Suriye sınırında yıllardır duran mayınlar sadece güvenlik gerekçesiyle değil, köylülerin tarım arazilerine ulaşamaması, sivillerin patlamalarda hayatını kaybetmesi gibi nedenlerle de toplumun farklı kesimlerinde eleştirilere konu oluyordu.

Gizlenen Gerçekler ve Topluma Anlatılmayanlar

Burada kritik nokta şudur: Sözleşme imzalandığında kamuoyuna tam anlatılmayan bir gerçek vardı. Ottawa, mayınların bir gecede kaldırılmasını şart koşmuyordu. Tam tersine, temizleme süreci için süre tanıyor, gerekirse uzatma başvurularına da izin veriyordu. Türkiye bu esnekliği sonuna kadar kullandı.

Bu da pratikte şu anlama geliyordu: Devlet uluslararası arenada “biz de mayınları yasakladık” diyerek puan toplarken, sahada güvenlik gerekçesiyle birçok bölgedeki mayınların temizliğini yıllarca erteledi. Dolayısıyla kamuoyuna sunulan “hemen temizlenecek” algısı gerçeği tam yansıtmıyordu.

Bir diğer gizli boyut, temizlenen arazilerin nasıl değerlendirileceği meselesiydi. Özellikle Suriye sınırındaki verimli toprakların mayından arındırılıp hangi amaçla kullanılacağı konusu uzun süre tartışıldı. Burada hem tarımsal çıkarlar, hem de dış aktörlerin olası etkileri devreye girdi. Topluma bu planların ayrıntısı çoğu zaman şeffaf biçimde aktarılmadı.

Bölgesel Gelişmeler ve Göç Dalgaları

Sözleşme ve mayın temizleme süreci sürerken Türkiye’nin çevresi ateş çemberine dönüştü. Irak işgali, Suriye iç savaşı, Libya’daki istikrarsızlık, Kafkasya’da çatışmalar ve İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları… Hepsi aynı dönemde Türkiye’nin güvenlik haritasını altüst etti.

Bu süreçte milyonlarca göçmen ve sığınmacı Türkiye’ye yöneldi. Göç, sadece insani bir mesele değil, aynı zamanda bir dış politika aracı haline geldi. Avrupa ile yapılan mutabakatlarda “Türkiye’nin göçü durdurması” karşılığında mali destek ve bazı tavizler gündeme geldi. Yani göç, dış güçlerin Türkiye üzerinde baskı kurmasının en etkili yollarından biri oldu.

Emperyal Hesaplar ve İsrail’in Rolü

Bugün İsrail’in Gazze’ye yönelik şiddetli saldırıları, sadece Filistin halkını değil tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Sivillerin öldürülmesi, insani yardımın engellenmesi ve uluslararası hukukun hiçe sayılması, bölgede yeni öfke dalgaları yaratıyor. Bu durum, Türkiye’de toplumsal hassasiyetleri daha da keskinleştiriyor.

Emperyal güçlerin uzun vadeli hesabı ise net: Bölgedeki istikrarsızlıklar üzerinden nüfuz alanı kurmak. Göç dalgaları, enerji koridorları, güvenlik iş birlikleri ve hatta mayın temizleme ihaleleri bile bu büyük oyunun bir parçası haline gelebiliyor. Türkiye’nin içine yerleşen milyonlarca göçmen de sadece insani bir mesele değil, ileride siyasal, ekonomik ve hatta demografik bir kaldıraç olarak kullanılabilir.

Bugün İçin Çıkarımlar

  • Şeffaflık: Sözleşmenin uygulanma süreci ve hangi bölgelerin neden temizlenmediği halka açık şekilde paylaşılmalı.

  • Güvenlik Alternatifleri: Mayın yerine gelişmiş gözetleme sistemleri, dron teknolojileri ve sınır kontrol mekanizmaları devreye alınmalı.

  • Göç Politikası: Göçmen meselesi uluslararası pazarlıklarda gizli bir koz değil, şeffaf bir politika çerçevesinde yönetilmeli.

  • Toplumsal Dayanıklılık: Yerel halk ile göçmenler arasındaki gerilimi azaltacak sosyal ve ekonomik yatırımlar yapılmalı.

  • Bölgesel Diplomasi: İsrail’in saldırıları karşısında sadece tepki değil, insani koridorlar ve ateşkes için etkin diplomasi yürütülmeli.

Ottawa Sözleşmesi tek başına bir mayın yasağı değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası imajını güçlendirmek için attığı bir adımdı. Ancak sahadaki gerçeklik, anlaşmanın verdiği esneklikler ve bölgesel gelişmeler bu resmi çok daha karmaşık hale getirdi. Bugün gelinen noktada Türkiye, bir yandan göç dalgalarıyla boğuşuyor, diğer yandan etrafı savaşlarla çevrili bir ülke konumunda.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: Uluslararası anlaşmaların sadece diplomatik vitrin boyutuna değil, sahadaki uzun vadeli etkilerine de bakmak gerekir. Aksi takdirde toplum, kendisine anlatılmayan gerçeklerin bedelini hem güvenlik hem de sosyal huzur açısından ağır bir şekilde öder.

Bahadır Hataylı/13.09.2025/Sancaktepe/İST

12 Eylül 2025 Cuma

Toplumsal İradenin Bastırılması ve Kaosun Diyalektiği

Toplumsal yaşamın en hassas ve kırılgan noktalarından biri, bireylerin ortak iradesinin siyasete ve yönetime yansıma biçimidir. İnsanlar, kendi tercihlerini temsil etmesi için belirli kişilere veya kurumlara yetki verirler. Bu, demokrasinin ya da daha genel anlamda siyasal meşruiyetin temelidir. Ancak sorun tam da burada başlar: Seçilenlerin, seçenlerden aldığı iradeyi bir süre sonra görmezden gelmesi, kendi varlığını gücün gölgesinde korumaya çalışması ve halkın iradesini ikinci plana atması. Bu an, aslında toplumsal çürümenin ilk işaret fişeğidir. Çünkü bir toplumun varlığını sürdüren en büyük yapıştırıcı, güven duygusudur. Güvenin erozyona uğraması, toplum ile yönetim arasındaki bağı koparır.

Güvenin Çözülüşü

Bir toplum, iradesinin dikkate alınmadığını fark ettiğinde, refleksif bir hareketle kendi iradesine sahip çıkmaya yönelir. Bu, sosyolojik bir zorunluluktur. İnsanın doğasında yer alan öz savunma mekanizmasının kolektif boyuta taşınmış halidir. Ancak burada karşımıza çıkan paradoks, tam da bu sahiplenişin daha büyük kaoslara yol açabilmesidir. Çünkü kitleler, bireysel aklın sınırlarını aşarak farklı bir varlık kazanır. Kitle, tek tek bireylerin toplamından öte bir ruha, bir psikolojiye sahiptir. Ve bu psikoloji, çoğu zaman yönetimlerin en az anladığı, en çok çekindiği şeydir.

Toplum, kendi iradesinin hiçe sayıldığını gördüğünde önce sessiz bir tepki verir. Bu tepki, kayıtsızlık veya geri çekilme olarak okunabilir. Ancak bu kayıtsızlık, gerçekte biriken enerjinin işaretidir. Sessizlik, bir fırtınanın habercisi olabilir. Ardından güvenin kırıldığı noktada bireyler, kendi çarelerini üretmeye başlarlar. Bu noktadan itibaren toplumsal düzenin kılcal damarlarında çatlaklar oluşur. Devletin veya yönetimin sunduğu normatif düzenin karşısına, kitlelerin kendiliğinden doğurduğu alternatif düzenler çıkar.

Bastırma İradesi

Yönetimlerin sıklıkla yaptığı hata, bu kolektif hareketlenmeyi organize suç örgütleriyle karıştırmasıdır. Çünkü iktidar aklı, kendisine yönelen her tür itirazı kriminalize ederek kontrol etmeye eğilimlidir. Bu refleks, modern devletlerin genetik kodlarına işlemiştir. Ancak burada gözden kaçırılan kritik gerçek, kitle hareketlerinin doğrudan bir örgütlenme ürünü değil, ortak uyaranlara verilen benzer tepkiler olduğudur. Yani insanlar, aynı nedenlerle aynı tepkileri gösterirler. Bunu organize eden bir el aramak, yalnızca sorunun özünü kavrayamamanın göstergesidir.

Bastırma girişimi, görünürde düzeni koruma amacını taşısa da gerçekte daha büyük kaosların kapısını aralar. Çünkü güç kullanıldığında, toplumun refleksi yalnızca artmakla kalmaz, aynı zamanda daha sert bir forma dönüşür. Kitle psikolojisinin özelliği, karşıt güce karşı katlanarak cevap verme eğilimidir. Gücün şiddeti arttıkça, kitlelerin öfkesi de büyür. Bu noktada artık sorun yalnızca politik bir mesele olmaktan çıkar, sosyolojik bir yangına dönüşür.

Diyalektik Gerilim-İrade – Güç – Kaos

Diyalektik bakış açısıyla meseleye yaklaşacak olursak, karşımızda üç temel moment vardır: toplumsal irade, iktidar gücü ve ortaya çıkan kaos.

  1. Toplumsal İrade: İnsanların ortak çıkarları, adalet beklentisi ve güven talebi üzerine inşa edilir. Bu irade, siyasal yapının en güçlü meşruiyet kaynağıdır.

  2. İktidar Gücü: Seçilenlerin, seçenlerden koparak varlığını sürdürme çabasıdır. Gücü elinde bulundurdukça, halkın taleplerini daha az önemser. Bu, gücün yozlaştırıcı etkisinin bir sonucudur.

  3. Kaos: İrade ve güç arasındaki çelişkinin patlama noktasıdır. Halkın kendi iradesine sahip çıkma refleksiyle iktidarın bastırma arzusu çarpıştığında kaos kaçınılmaz olur.

Bu üçlü arasında sürekli bir gerilim vardır. İktidar, gücünü sürdürmek için baskıyı artırır; toplum, iradesini korumak için direnir. Her iki tarafın hareketi, diğerini daha da sertleştirir. Bu kısır döngü, sonunda tüm düzeni tehdit eden büyük toplumsal patlamalara yol açar.

Kitlelerin Doğası

Kitlelerin doğasını anlamadan, bu süreçleri çözmek mümkün değildir. Kitle, belli bir liderlik olmaksızın da hareket edebilir. Çünkü kitleyi harekete geçiren şey, çoğu zaman ortak bir adaletsizlik hissidir. Bu his, bireyleri birbirine bağlayan görünmez bir ağ gibidir. Örneğin, bir ekonomik kriz, bir adaletsiz yargı kararı ya da bir yolsuzluk olayı, farklı bireylerin aynı duyguda birleşmesini sağlar. Burada “örgütlenme” yoktur, ama güçlü bir ortak bilinç vardır.

Kitle eylemlerinin en önemli özelliği, zaman ve mekân tanımamasıdır. Uyaran ne zaman ortaya çıkarsa, kıvılcım orada yanar. Bu nedenle iktidarların “kontrol etme” çabaları genellikle sonuçsuz kalır. Çünkü kontrol edilmeye çalışılan şey, aslında toplumun kendisidir. Bir yönetimin kendi halkını sürekli bir tehdit unsuru olarak görmesi, uzun vadede kendi meşruiyetini yok eder.

Tarihten ve Günlük Hayattan Yansımalar

Toplumların tarihine bakıldığında, bu diyalektiğin sayısız örneği görülebilir. Adaletsizliklerin, yoksullukların ve hak gasplarının biriktiği dönemlerde, kitleler her zaman bir çıkış yolu aramışlardır. Bu çıkış yolu bazen barışçıl eylemler, bazen de sert çatışmalar şeklinde ortaya çıkmıştır.

Günlük hayatta da benzer küçük örnekler bulunur. Bir iş yerinde işçilerin haklarının sürekli görmezden gelindiği bir ortam düşünelim. Önce bireysel şikâyetler olur. Sonra işçiler arasında sessiz bir dayanışma başlar. Yönetim bu şikâyetleri bastırmaya çalıştığında ise topluca iş bırakma, greve gitme veya farklı direnme biçimleri ortaya çıkar. Burada görülen şey, mikro ölçekte de olsa toplumsal refleksin aynısıdır. İnsan, haksızlığa karşı kendi iradesini savunma eğilimindedir.

Güçle Bastırmanın Yıkıcı Sonuçları

Bir yönetim, bu tür kitle hareketlerini yalnızca güvenlik meselesi olarak gördüğünde, kendi eliyle daha büyük bir güvenlik açığı yaratır. Çünkü kolluk güçleriyle bastırmaya çalıştığı her eylem, toplumun gözünde meşruiyetini biraz daha yitirir. Meşruiyetini yitiren bir yönetim ise daha çok güç kullanmak zorunda kalır. Bu kısır döngü, en sonunda ya devletin çöküşüne ya da toplumsal düzenin geri dönülmez şekilde parçalanmasına yol açar.

Buradaki en büyük hata, toplumsal iradenin doğasını anlayamamaktır. İrade, baskıyla yok edilemez; yalnızca daha da güçlenir. Bir ateşi suyla söndürmek mümkündür ama aynı ateşi rüzgârla bastırmaya çalışmak onu daha da büyütür. Toplumsal hareketler de böyledir: bastırıldıkça yayılır, küçümsendikçe güçlenir.

Burada sorulması gereken temel sorular şunlardır:

  • Neden yönetimler, halkın iradesini bastırmayı tercih eder de onu anlamayı ve dikkate almayı seçmezler?

  • Güç, gerçekten bir yönetimin güvenliğini sağlar mı, yoksa yalnızca çöküşünü hızlandıran bir yanılsama mıdır?

  • Toplumsal reflekslerin kriminalize edilmesi, toplumla iktidar arasındaki bağı nasıl koparır?

Diyalektik açıdan bakıldığında, bastırma ile direnme arasındaki gerilim kaçınılmazdır. Ancak bu gerilimin nereye evrileceği, yönetimlerin seçtiği yöntemlere bağlıdır. Halkın iradesini dikkate almak, güveni yeniden tesis etmek ve toplumsal enerjiyi yapıcı bir zemine kanalize etmek mümkündür. Aksi takdirde, güçle bastırılan her hareket, daha büyük bir patlamanın habercisi olmaktan öteye geçmez. Üsten basınç ne kadar fazla olursa alttan o kadar tazyikli akar...

Erol Kekeç/10.09.2025/Sancaktepe/İST

Sadakatin Fırtınaları

 

Bir toplumda hiyerarşik yönetim sisteminin tüm hücreleri güce sadakat üzerine kurulmuşsa, öyle bir ortamda hiç kimsenin hayatı güvende olmaz. Çünkü sadakatin ölçüsünün kriteri, her rüzgârın esiş yönüne göre yeniden biçimlenir. Bir fırtınanın sizi ne zaman nerede kuşatacağını asla kestiremezsiniz. Bir bakarsınız güneşli, çok sıcak bir günde ansızın bulunduğunuz ortam anlık bir fırtınayla sizi savurabilir.

Bu açıklamamın içinde aslında bütün bir toplumsal trajedinin özeti vardır. Güce dayalı sadakat, güveni yok eden bir dinamiktir. İnsan, yaşamını öngörülebilirlik üzerine kurmak ister. Bir çocuk annesinin sevgisine, bir işçi emeğinin karşılığına, bir yurttaş yasaların adaletine güvenmek ister. Bu güven kaybolduğunda, insan ruhu köksüz bir ağaca dönüşür. Rüzgâr hangi yönden eserse, kökleri olmayan ağaç oraya sürüklenir. Sadakatin rüzgârları da işte böyledir: Ne zaman hangi yönden eseceği belli olmaz, ama her seferinde ardında yıkım bırakır.

1. Sadakat, Erdem mi, Tehdit mi?

Sadakat, ilk bakışta yüksek bir değer gibi görünür. Bir dosta sadakat, ideallere bağlılık, bir sevdaya sadakat… Bunlar insanı yücelten, hayatı anlamlı kılan bağlılıklardır. Ancak sadakatin değeri, kime ya da neye yöneldiğiyle belirlenir. Hakikate sadakat erdemdir; güce sadakat ise tehlike. Çünkü güç kendi doğası gereği değişkendir. Güce sadık olan, hakikati unutur; hakikati unutan da en sonunda kendine bile yabancılaşır.

Güce sadakat üzerine kurulu toplumlarda insanlar, kendi vicdanlarının sesini susturur. Onların yerine güçlü olanın sesini duyar ve tekrar ederler. Böylece yavaş yavaş düşünce donuklaşır, sorgulama körelir, yaratıcılık biter. Bir kişinin ya da bir grubun keyfine göre yön değiştirilen sadakat, aslında sürekli bir korku rejimidir. İnsanlar övgüde yarışır, çünkü övgü güven sağlar. Ama bu güven, ince buz tabakası üzerinde yürümeye benzer. Bir adım sonra kırılabilir.

2. Tarihten Gelen Rüzgârlar

Sadakatin güce bağlı olduğu düzenler yalnızca modern çağın sorunu değildir. Tarih, bu fırtınaların izleriyle doludur. Roma İmparatorluğu’nda imparatora sadakat yeminleri, sadakatsizlikle suçlanan senatörlerin kılıçtan geçirilmesiyle sonuçlanırdı. Osmanlı sarayında bir vezirin ömrü, padişahın güvenini ne kadar sürdürebildiğine bağlıydı; sabah övgüyle yükseltilen vezir, akşam idam fermanıyla boğdurulabilirdi.

Modern tarihte de benzer tablolar vardır. 20. yüzyılın totaliter rejimleri, güce sadakati en yüksek erdem gibi sundu. Stalin döneminde bir gün kahraman ilan edilen bir komutan, ertesi gün hain ilan edilip yok edilebilirdi. Sadakatin ölçüsü hakikat değil, gücün keyfiydi. Nazi Almanya'sında da benzer bir durum vardı: Führer’in sözleri mutlak ölçüydü. Ona sadakat göstermeyen en yakın yol arkadaşları bile bir gecede “düşman” ilan edilebilirdi.

Tarih bize şunu gösteriyor: Güce sadakatin hüküm sürdüğü hiçbir toplum uzun vadede ayakta kalamamıştır. Çünkü hakikatin yerine korkuyu koyan düzenler, eninde sonunda kendi çelişkileriyle çöker.

3. Psikolojinin Kırılgan Aynası

Bireyin iç dünyasına baktığımızda, güce sadakatin yarattığı yıkım çok daha derindir. İnsan doğası, aidiyet arar. Bir yere ait olmak, bir toplulukla güven ilişkisi kurmak, insanın varoluşsal ihtiyacıdır. Ancak sadakatin ölçüsü güç olduğunda, bireyin ruhu sürekli bir tedirginlik içinde yaşar.

Kendinizi düşünün: Güce sadık görünmek zorundasınız. Çünkü sadık görünmediğinizde hayatınız, işiniz, hatta sevdikleriniz tehlikeye girebilir. Ama aynı zamanda biliyorsunuz ki sadakatin ölçüsü kalıcı değildir. Bugün gösterdiğiniz bağlılık yarın yetersiz bulunabilir. Böylece siz, sürekli rol yapmak zorunda kalırsınız. Bir maske takarsınız, sonra o maskeyi bir başkasıyla değiştirirsiniz. En sonunda yüzünüzü unutur, kim olduğunuzu hatırlamaz hale gelirsiniz.

Bu ruhsal yabancılaşma, bireyi çifte yaşamaya zorlar. Dışarıda sürekli öven, boyun eğen, biat eden bir yüz; içeride ise susmuş, korkuya hapsedilmiş, nefes alamayan bir iç ses. Böyle bir yaşamda özgürlük hissi kaybolur, insan kendine bile yabancı olur.

4. Sadakat ve Etik, Hakikate Bağlılık

Asıl mesele şudur: Sadakat kime ya da neye yönelmelidir? Hakikat mi, yoksa güç mü?

Erdemli bir toplumun temelinde hakikate sadakat vardır. Hakikat, güçlü olanın çıkarına göre değişmez. Güneş her sabah doğar; bu, kimin iktidarda olduğuna göre değişmez. Adaletin ölçüsü de böyledir; hakkın hakkı teslim edilmelidir. Ama güce sadakat üzerine kurulu düzenlerde bu ölçü bozulur. Dün suç olan bugün meşru kılınır; dün meşru olan bugün hainlik sayılır.

Etik felsefe bize şunu söyler: Sadakat, ancak hakikate yöneldiğinde erdemdir. Kant’ın ifadesiyle, ahlaklı eylemin ölçüsü dışarıdan gelen buyruklar değil, vicdanın evrensel yasasıdır. Güce sadakat, ahlakı öldürür; çünkü insanı, evrensel yasadan koparıp keyfiyete mahkûm eder.

5. Toplumsal Güvenin Çöküşü

Bir toplumda herkes güce sadakat gösteriyorsa, toplumsal güven dokusu çözülmeye başlar. Çünkü kimse kimseye içtenlikle güvenmez. Dostluk, kardeşlik, komşuluk bile şüpheyle yoğrulur. Bugün size tebessüm eden, yarın gücün işaretine göre sizi ihbar edebilir.

Bu, toplumu görünmez bir hapishaneye çevirir. İnsanlar zincirlerle değil, birbirlerine duydukları güvensizlikle prangalanır. Bu güvensizlik, toplumu sessizleştirir. Herkes konuşmaktan korkar, çünkü sözün bedeli ağır olabilir. Böylece hakikat unutulur, yalan sıradanlaşır. Ve toplum, yalan üzerine inşa edilmiş kırılgan bir yapıya dönüşür.

6. Fırtınaların Ardında, Umut ve Hakikat

Bütün bu karanlık tabloya rağmen, insanlık tarihinin bize verdiği bir umut da vardır: Güce dayalı sadakat hiçbir zaman sonsuza kadar sürmemiştir. Roma çökmüştür, totaliter rejimler yıkılmıştır, korku imparatorlukları eninde sonunda dağılmıştır. Çünkü hakikat, eninde sonunda kendini hatırlatır.

Fırtınalar geçici, güneş kalıcıdır. Güce sadakatin yarattığı yıkımlar, insan ruhunda büyük yaralar bıraksa da, hakikate sadakat er ya da geç yeniden filizlenir. İnsan vicdanı, her türlü baskıya rağmen hakikati aramaktan vazgeçmez. Bu yüzden geleceğin toplumunu kurarken, güce değil, hakikate sadakati temel almak zorundayız.

Hakikate Sadakatin İnşası

Eğer bir toplum güce sadakat üzerine kurulmuşsa, o toplumun geleceği sürekli fırtınalara teslimdir. Hiç kimsenin hayatı güvende değildir; çünkü sadakatin ölçüsü keyfiyettir, rüzgâr gibidir. Ancak hakikate sadakat üzerine kurulan bir düzen, insanlara güven ve huzur sağlar.

Hakikate sadakat, adaletin temeli, özgürlüğün güvencesi, insan onurunun koruyucusudur. Güç değişir, ama hakikat kalır. İşte bu yüzden asıl erdem, güce değil, hakikate sadık kalmaktır.

Erol Kekeç/11.09.2025/Sancaktepe/İST

5 Eylül 2025 Cuma

Narkozlu Kayıp

  


Sözün Metaforu ve Günümüzle Bağlantısı

Bir söz vardır, Merhum Erbakan Hocanın söylediği: “Solcu hükümet ameliyata narkozsuz alır, bağırta çağırta keser ama ne kaybettiğini bilirsin. Sağcı hükümet ise din, kitap, Allah diyerek seni uyutur, narkozlar ve sen uyandığında bakmışsın her şeyini kaybetmişsin.” Bu söz, sadece bir siyasi eleştiri değil; toplumsal hafızaya kazınmış bir hakikatin ifadesidir. Çünkü tarih, açık acının da, gizlenmiş kaybın da örnekleriyle doludur. Biri seni acıtır ama fark ettirir; diğeri seni okşar, uyutur ve sonunda gözünü açtığında seni soyulmuş, yoksullaşmış, sessiz bir mahkûm haline getirir.

Bugün ülkemizin haline baktığımızda, bu sözün ne kadar yerinde olduğunu görmek mümkün. Ekonomiden adalete, eğitimden toplumsal değerlere kadar her alanda yaşadığımız kayıplar, narkozlu bir ameliyatın izlerini taşıyor. İnsanlarımız acıyı hissetmedi, çünkü din, iman, vatan, bayrak söylemleriyle uyutuldu. Ama şimdi uyandığında, mutfaktaki tencere kaynamıyor, çocuk işsiz, genç umutsuz, yaşlı çaresiz…

Narkozsuz Ameliyat Açık Acı ve Bilinçli Kayıp

Sol hükümetler genelde açık politikalar izler. Halkın karşısına doğrudan çıkar, vergisini koyar, zammını yapar, kararını açıklar. Bu karar bazen adaletsiz olabilir, halkı incitebilir; ama herkes ne olduğunu bilir. Acı çekilir ama bilinç açıktır. Bu yüzden halk, kaybının farkında olur ve ona göre tavır alabilir. Bu, “narkozsuz ameliyat” gibidir. Ağrı dayanılmaz olabilir ama insan neresinin kesildiğini, neyin elinden alındığını bilir.

Narkozlu Ameliyat Gizli Kaybın Tehlikesi

Sağ hükümetler ise toplumun en hassas değerlerini kullanarak hareket eder: din, iman, Allah, bayrak, millet… Bu söylemlerle halkın güvenini kazanır, vicdanını okşar. Sonra narkozu verir; yani acıyı hissettirmez. İnsan, kendini güvenli ellerde sanır. Fakat bu narkozun etkisi geçtiğinde, halk gözünü açar ve bütün organlarının sökülmüş olduğunu fark eder. İşte asıl trajedi buradadır: Gizli kayıp, fark edilmediği için telafisi imkânsız hale gelir.

Bugün yaşadığımız ekonomik çöküş, adaletin çürümesi, liyakatin yok edilmesi, toplumun yozlaştırılması hep bu narkozun sonucudur.

Ekonomi Üzerinden Örnekler

Bir milletin en temel gücü, sofrasındaki ekmektir. İnsan karnını doyuramıyorsa, o toplumda huzur da olmaz, adalet de. Bugün market raflarında fiyatlar her gün değişiyor. Bir hafta önce aldığı ürünü bir hafta sonra alamayan vatandaş, maaşını cüzdanına koymadan eriyip gittiğini görüyor.

Ama işin garip tarafı şu: Bu ekonomik yıkım, dini söylemlerle perde edildi. “Faiz haramdır” diyerek faiz artırmamak için direnenler, sonunda faizi tarihin en yüksek seviyelerine çıkardı. “İsraf haramdır” denirken, saraylarda yüzlerce odalı binalar inşa edildi. Halk, “sabır imandandır” diyerek teselli edildi. Sonuçta sofradaki ekmek küçüldü, maaş eridi, pazar filesi boşaldı. Ama insanlar ne olduğunu fark edene kadar çoktan yoksullaşmıştı.

Adalet Üzerinden Örnekler

Bir devletin temeli adalettir. Adalet çökerse, toplum çürür. Bugün Türkiye’de en büyük yara, adaletin kaybıdır.

Halk, “adalet Allah’ındır” denilerek susturuldu. İnsanlar mahkemelerde hakkını arayamaz oldu. Bir davanın sonucu, delillerden değil, siyasi iradeden çıkmaya başladı. Hukuk, bir grubun sopası haline geldi. Halk ise bunu görse bile, “büyüklerimiz bilir, Allah adaletlidir” denilerek uyutuldu.

Ve insanlar gözünü açtığında, artık hukuka güvenin tamamen yok olduğunu, hak aramanın imkânsız hale geldiğini fark etti. İşte narkozun en ağır etkisi budur.

Eğitim ve Gelecek Üzerinden Örnekler

Eğitim, bir ülkenin geleceğini belirler. Gençler iyi bir eğitim alamıyorsa, o ülkenin geleceği yoktur. Bugün Türkiye’de eğitim, sürekli değişen sistemlerle oynandı, niteliksizleştirildi. İmam hatipler çoğaltıldı, dini kurslar artırıldı. Gençler, modern bilimin ışığından koparıldı. Aileler, çocuklarının geleceği için özel derslere, dershanelere, sınavlara sürüklendi.

Ama aynı zamanda halka “dindar nesil yetiştiriyoruz” denildi. İnsanlar dini değerlerle avutulurken, gençler işsizliğe, umutsuzluğa mahkûm edildi. Üniversite mezunu gençler kahvehanelerde oturuyor, diplomalı işsizler ordusu büyüyor. Narkozlu toplum, çocuklarının geleceğini kaybettiğini ancak yıllar sonra fark etti.

Toplumsal Ahlak ve Değerlerin Kullanılması

Bir başka narkoz yöntemi de ahlak söylemi oldu. “Ahlaklı toplum, maneviyatlı gençlik” denildi. Fakat bu söylemlerin gölgesinde yolsuzluklar büyüdü, rüşvet normalleşti, torpil kurumsallaştı. İnsanlar, “helal-haram” kavramlarını dillerinden düşürmedi ama hayatın pratiğinde haramlar kutsallaştırıldı.

Bugün topluma bakıyoruz: İnsanlar birbirine güvenmiyor, sahte dostluklar, sahte işler, sahte sözler her yere yayılmış. Maneviyatla uyuşturulan toplum, aslında en büyük manevi değerlerini kaybetmiş durumda.

Tarihsel Deneyimler ve Karşılaştırmalar

Türkiye’nin siyasi tarihinde bu sözün doğrulandığı birçok dönem vardır. 1980 öncesinde sol hükümetlerin yanlışları, ekonomik krizleri vardı ama halk ne kaybettiğini bilirdi. 2000’lerden sonra ise sağcı hükümetler dini söylemlerle toplumu uyuttu. “Faiz düşecek, ekonomi uçacak, dış güçler kıskanıyor” denildi. Halk inandı, güvendi. Ama uyandığında gördü ki, ne ekonomi uçmuş, ne de refah gelmiş. Tam tersine, işsizlik artmış, borçlar büyümüş, ülkenin itibarı zedelenmiş.

Bugünkü Tablo Uyanışa Giden Yol

Şimdi ülke öyle bir noktada ki, insanlar narkozdan uyanmaya başladı. Pazar filesi boş, kiralar ödenemez, maaşlar yetmez durumda. Gençler “umut” kelimesini yitirdi. İnsanlar adalet arıyor ama bulamıyor. Devlet dairelerinde iş görmek için torpil arayan, liyakatin öldüğünü gören milyonlarca insan var. İşte narkozdan uyanış böyle bir tabloyla yüzleşmek demek.

Ama işin ironisi şu: İnsanlar hâlâ narkozun etkisi altında olduğunu kabul etmek istemiyor. Hâlâ umut ediyor, hâlâ “bir şeyler düzelecek” diyor. Oysa gerçek düzelme, kaybın farkına varmakla başlar.

Gerçek Acı mı, Gizli Kayıp mı?

Sözün özü şudur: Açık acı, gizli kayıptan daha iyidir. Çünkü açık acı, farkındalık getirir. Gizli kayıp ise fark edilmediği için bütün geleceği tüketir. Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu, narkoz etkisinde yaşadığı kayıpları fark edememesi oldu. İnsanlar gözünü açtığında çok şeyini kaybetti: Ekmeğini, adaletini, umudunu, ahlakını, güvenini…

Asıl mesele şimdi şudur: Bu kaybı kabul edip yeni bir uyanış başlatabilecek miyiz? Yoksa narkozun uyuşturucu rahatlığında uyumaya devam mı edeceğiz?

Bir milletin kaderini belirleyen en kritik soru budur. Çünkü narkozun etkisiyle kaybedilen sadece bir organ değil; bütün bir gelecektir.

Bahadır Hataylı/11.08.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!