Bu Blogda Ara

1 Eylül 2025 Pazartesi

Çürümenin Kökleri ve İnsanlığın Kayıp Ufku

İnsanoğlu yeryüzünde yürümeye başladığı günden bu yana aynı ikilemle karşı karşıya kaldı: Bir yanda kalbinin derinliklerinde yankılanan fısıltılar —merhamet, vicdan, hakikat ve adalet çağrısı— öte yanda egosunun karanlık vadilerinden yükselen ihtiras, sahip olma arzusu, güç tutkusu. Tarih dediğimiz uzun yol, aslında bu iki tarafın çarpışmasının kaydından başka bir şey değildir.

Bugün modern çağın parlak ışıkları, insanlığın karanlık yönünü gizlemek yerine daha görünür hâle getirmiştir. Teknoloji, bilgi, ilerleme diye adlandırdığımız tüm bu araçlar, çoğu zaman insanı daha özgür kılmak yerine daha bağımlı, daha parçalanmış, daha yönsüz hâle sürüklemiştir. Felsefi açıdan bakıldığında, insanlığın en büyük trajedisi hakikatin unutuluşudur. Toplumsal açıdan ise, bireyin sahte değerlerle kuşatılıp sürüleşmesidir.

İnsanlar kalabalıklar içinde yalnızlaştı. Sosyal bağlar parçalandı, aile kavramı zayıflatıldı, topluluk ruhu yerini bireysel hazların tatminine bıraktı. Modern insan, tüketim zincirinin bir halkası hâline gelirken; kendi iradesini, kendi öz sesini, kendi fıtratını kaybetti. Artık "var olmak" yerine "sahip olmak"la ölçülüyor değerler.

Oysa felsefe bize şunu hatırlatır: Varlığın özü, nesnelerin, etiketlerin, malların ötesindedir. İnsan, sahip olduklarıyla değil, anlam dünyasıyla var olur. Hakikat karşısında küçülen, nefsin köleliğine razı olan insan, toplumsal düzenin de yozlaşmasına kapı aralar. Çünkü bireyin kaybı, toplumun kaybıdır.

Toplumlar da bireyler gibidir: Vicdanı varsa yaşar, vicdanı körleşmişse çöker. Bugün etrafımıza baktığımızda, yeryüzünde yükselen binalar, gökdelenler, teknolojik mucizeler birer aldatmacadan ibarettir. Bu görkemli kabuğun altında çürümüş bir öz saklıdır: Adaletsizlik, zulüm, savaş, çıkarcılık, riyakârlık.

Modern toplum, aslında büyük bir tiyatro sahnesidir. İnsanlar rollerini oynamakta, maskeler takmakta, hakikati unutmaktadır. Ne var ki her tiyatronun bir sonu vardır. İnsanlık bu gidişle kendi son perdesine yaklaşmaktadır. Çünkü insanın özüyle olan bağı kopmuştur. Hakikat olmadan felsefe bir boş laf, ahlak olmadan toplum bir kalabalık, vicdan olmadan insan bir enkazdır.

O hâlde bugün bize düşen, bu çürümüş düzeni teşhir etmek, felsefi bakışla derin yaraları ortaya koymak ve toplumsal yaşamın yeniden inşası için vicdanı, hakikati ve adaleti merkeze alan bir çağrıda bulunmaktır. İnsanlığın kayıp ufku, yeniden bulunmalıdır.

Erol Kekeç/27.03.2025/Namazgah/İST

Küresel Yanılsamanın Çöküşü


Felsefi ve Toplumsal Bir Derinlik

Dünya üzerinde her çağda sahte bir “hakikat perdesi” kurulmuştur. Bu perdeler, insanlara gerçeği olduğu gibi göstermek yerine, gölgelerden ibaret bir sahne sunar. Antik çağlarda bu sahneyi putlar doldururdu; ortaçağda kralların mutlak iradesi; modern çağda ise bilimin pozitivist yorumları ve küresel kapitalizmin yanıltıcı vaatleri. Bugün hâlâ aynı yanılsamanın içinde yaşıyoruz. Bir farkla: Artık putlar taş ya da tahta değil, teknolojiyle işlenmiş dijital ekranlardan, algoritmalardan ve ideolojik sloganlardan yapılmıştır. İnsanlık kendini özgür zannederken, görünmez zincirlerin en güçlüleriyle bağlanmıştır.

Felsefi açıdan mesele, insanın varlıkla olan bağını kaybetmiş olmasında düğümlenir. Varlığın özüyle irtibatını kesen insan, hakikati dışsal göstergelerde arar: “çokluk”, “zenginlik”, “ilerleme”, “bilimsel akıl” gibi kavramlarda… Oysa bunlar, gerçeği yansıtmaktan ziyade onu örten sis perdesidir. Pozitivist dünya görüşü, insanı yalnızca nicel değerlere mahkûm etti. Nüfus sayıları, ekonomik büyüme oranları, yaşam standartları üzerinden yapılan ölçümler, insanın ruhsal, ahlaki ve manevi yönünü tamamen görmezden geldi. Bu nedenle çağdaş insan, nicel bolluğun ortasında nitel bir yoksulluğa sürüklendi.

Toplumsal açıdan bu yanılsama, insanları birbirinden uzaklaştırarak kolektif hayatın dokusunu çözdü. Eskiden köy meydanlarında, camilerde, pazar yerlerinde şekillenen topluluk ruhu; bugün ekran karşısında, algoritmaların belirlediği gündemlerde çözülüp dağıldı. İnsan, artık insanla değil, makineyle; komşusuyla değil, küresel bir tüketim zincirinin görünmez mekanizmalarıyla temas kuruyor. Bu durum, toplumsal hayatı sadece zayıflatmadı, aynı zamanda insanın kendini “ahlaki bir özne” olarak inşa etme imkânını da yok etti.

Bugün bize dayatılan düşünce şudur: “Dünya nüfusu fazla, kaynaklar yetersiz, çözüm nüfusu azaltmaktır.” Bu düşünceyi dillendiren siyasetçiler, akademisyenler, sözde aydınlar aslında küresel sistemin sadık memurlarıdır. Çünkü hakikati saklayarak insanlığa şu sahte gerçeği empoze ederler: “İnsanın fazlalığı dünyanın yüküdür.” Oysa gerçekte sorun insanın çokluğu değil, adaletin yokluğu, paylaşımın çarpıklığı, güç ve servetin tekellerde toplanmasıdır. Açlık, nüfus çokluğundan değil; aç gözlülüğün, zulmün ve adaletsizliğin çokluğundan doğar.

İşte felsefi problem burada berraklaşır: İnsan, “insan” olma özünü unutmuş, kendi varlığını bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. İnsan kendi varlığından nefret edince, insanlık da kendi geleceğini tüketir. Bu, ontolojik bir yabancılaşmadır. Heidegger’in dediği gibi, insan varlığın unutuşuna düşmüştür. Fakat mesele sadece felsefi bir dram değildir; aynı zamanda toplumsal bir yıkımdır. Çünkü bu düşünceyi içselleştiren toplumlar, kendi gençlerini, kendi ailelerini, kendi geleceklerini tüketir.

Bugün Avrupa ülkelerinin çoğu, “nüfus yaşlanması” diye bir krizle boğuşurken, aynı anda göçmen akınlarını bir “zorunluluk” olarak kabullenmekte ama bunu kendi toplumsal dokularına bir tehdit olarak da görmektedir. Çelişki büyüktür: Bir yandan insanı azaltmaya çağıran bir ideolojik düzen, öte yandan kendi geleceğini sürdüremeyecek kadar yaşlanan nüfus… Bu paradoks, modern dünyanın akılsızlığının en açık göstergesidir.

Toplumsal yaşam açısından daha da çarpıcı olan, bu söylemin en çok “mazlum toplumlara” dayatılmasıdır. Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da yaşayan fakir halklara sürekli şu telkin yapılır: “Siz çok çocuklusunuz, bu yüzden açsınız.” Oysa aynı halkların toprakları, yeraltı zenginlikleri, enerjileri küresel şirketler tarafından yağmalanır. Açlık, nüfustan değil sömürüden kaynaklanır. Ama küresel söylem, suçluyu masum gösterir, mazlumu suçlu ilan eder. Bu da toplumsal psikolojiye derin bir kölelik aşılar. İnsanlar kendi çocuklarını, kendi geleceklerini bir yük gibi görmeye başlar.

Felsefi olarak bu, insanın kendi varlığını inkârıdır; toplumsal olarak ise köleleşmenin en tehlikeli biçimidir. Çünkü köleleşen insan artık zincirlerini sorgulamaz; onları gönüllüce taşır.

Bütün bunların temelinde “Allah’ı hayatın merkezinden çıkarmış bir anlayış” vardır. Hakikati yaratanla değil, kendi icat ettiği sistemlerle açıklamaya çalışan insan, kendini Tanrı’nın yerine koyar. Fakat insan Tanrı olamayınca, yalnızca bir zalim olur. Tarihin bütün zalim düzenleri, aslında bu yanlışın farklı yüzleridir. Bugün küresel sistemin de dayattığı aynıdır: Tanrısız bir dünya, ilahsız bir hakikat, yalnızca güç ve sermayenin kutsallığı…

Oysa hakikat, insana şunu fısıldar: Dünya insan için bir imtihan yeridir; nimetler paylaşım için vardır; insanın çoğalması bir yük değil, rahmettir. “Çokluk” bir felaket değil, bir kudretin işaretidir. İnsanlık bu bakışı kaybettiği için bugün yanılsamanın çarklarında öğütülmektedir.

İşte bu noktada bir uyanışa ihtiyaç vardır: İnsan kendi varlığını yeniden kutsal bir emanet olarak görmeli, toplumsal yaşamı adalet merkezli yeniden kurmalı, felsefi bakışını pozitivizmin dar çerçevesinden çıkarıp varlığın bütünsel hakikatine çevirmelidir. Aksi takdirde, dünya kendi kurduğu yanılsamanın altında boğulacaktır.

Erol Kekeç/02.04.2025/Sancaktepe/İST

Göklerin Şehitlere Selamı ve Korkakların Utancı

 


Ey zamanın tanıkları! Ey tarihin sessizliğiyle sağır olmuş ümmet!

Gazze’nin dar sokaklarında, enkazların altından yükselen çocuk çığlıklarında, yanmış hurma ağaçlarının küllerinde, mazlumların dualarında ve yetimlerin gözlerinde bir hakikat dile geliyor: Şehitlik ölümsüzlüktür, korkaklık ise zilletin en koyu karanlığıdır.

Kur’an şöyle sesleniyor:

“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis, onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara/154)

Ey kendini İslam’ın önderi sanan, ama zalimin gölgesinde titreyen liderler! Bu ayet sizi mi yoksa Gazze’nin şehitlerini mi anlatıyor? Onlar Rablerinin katında diri ve rızıklanıyor, siz ise hayatta zannettiğiniz halde ölülerden daha ölü, dirilerden daha habersizsiniz.

Korkakların Sessizliği ve Zilletin Çukuru

Ne gariptir ki, ümmetin milyonlarca evladı sokaklarda “Kahrolsun zalimler!” diye haykırırken, siz saraylarınızın altın tavanları arasında suskunluğu seçiyorsunuz. Ne gariptir ki, çocukların kanı oluk oluk akarken, siz diplomatik masalarda sahte gülüşler saçıyorsunuz.

Korkuyorsunuz. Tahtlarınız sallanacak diye korkuyorsunuz. Petrol kuyularınızın yanacağı, bankalarınızın boşalacağı, efendilerinizin sizi terk edeceği ihtimalinden korkuyorsunuz. Ama bilmez misiniz ki, Allah şöyle buyuruyor:

“O kâfirler size karşı birleştiler. Fakat Allah’ın cezası onların cezasından daha çetindir.” (Nisa/84)

Ey korkaklar! Sizin korkunuz, mazlumun sabrı yanında bir hiçtir. Çünkü mazlumun gözyaşı arşa yükselir, zalimin zulmü ise kendi boynuna düğüm olur. Siz sustukça, o suskunluk kocaman bir zillet zırhı olup üzerinize kapanıyor.

 Zalimlerin Akıbeti ve Ateşin Kuşatması

Zalimler tanklarıyla, bombalarıyla, fosforlu ateşleriyle Gazze’nin üzerine yağıyor. Evleri değil, insanlığın haysiyetini yıkıyorlar. Çocukları değil, vicdanları öldürüyorlar. Ama bilsinler ki:

“Zulmedenlere eğilim göstermeyin; yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (Hud/113)

Evet, ateş! Yeryüzünde attıkları bombaların ateşi değil, cehennemin sönmeyen ateşi kuşatacak onları. Onların sarayları, onların orduları, onların teknolojisi; hepsi birer kül olacak. Ve mazlumun ahı gökleri yardığında, o ateşten kaçacak hiçbir delik bulamayacaklar.

Şehitliğin Azameti

Ey Gazze’nin çocukları, ey annenin kucağında cansız beden olup Rabbin huzuruna giden bebek! Siz aslında ölmediniz. Siz Rabbinizin katında rızıklandırılıyorsunuz. Gökler size selam veriyor, yer sizi bağrına alıyor.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma! Bilakis onlar diridirler. Rableri katında rızıklara mazhar olurlar. Allah’ın kendilerine lütfundan verdikleriyle sevinç içindedirler.” (Âl-i İmran/169-170)

Düşman sizi öldürdüğünü zannediyor. Ama siz Rabbin katında yeni bir doğum yaşıyorsunuz. Şehitlik, ölümün ötesinde bir diriliştir. Ölüm, sizin için sadece bir kapı; cennet bahçelerine açılan bir kapı.

Ve şimdi ben, hakikate sadık biri olarak konuşuyorum. Haykırmamda korkaklara meydan okuma, susuşumda şehitlere selam vardır.

Ey korkak liderler! Siz saklandığınız saraylarda delik ararken, ben hakikat için haykırıyorum. Çünkü sadakat sıfatımdır, ama sizler sadakati efendilerinize sattınız. Benim dilimden dökülen hakikat, sizin suskunluğunuzdan daha şereflidir.

Ey zalimler! Benim sözlerim küçücük olabilir, ama Rabbimin adaleti karşısında sizin tanklarınız, uçaklarınız, füzeleriniz bir hiçtir. Ben haykırırım, gökler titrer. Siz susturmak için bombalarsınız, ama hakikat göğün ve yerin dilinde yankılanır.

Yer ve Göklerin Selamı

İşte şimdi, gökler bu şehitler için ayağa kalkıyor. Yıldızlar secde ediyor, ay ışığı onların kefeni oluyor, rüzgâr kanlarını taşıyor. Yeryüzü onları bağrına basıyor. Çünkü şehitlik sadece insanın değil, bütün kâinatın bildiği bir sırdır.

Ve siz, ey korkaklar! Siz bu sırra ortak olamadınız. Siz göklere değil, efendilerinize secde ettiniz. Siz Allah’ın kelamına değil, çıkarlarınıza kulak verdiniz. Ama unutmayın:

“Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin dostu ise tağutlardır.” (Bakara/257)

Ey ümmetin korkak önderleri! Üzgün olduğunuzu söylemeyin. O şehitler Rablerinin katında sevinç içindeler. Onlara ağlamayın, kendinize ağlayın. Çünkü zillet sizin kaderiniz oldu.

Ve ey şehitler! Siz ölü değilsiniz. Siz Rabbin katında diri, bizden daha diri, bizden daha özgürsünüz. Biz burada korkakların ihanetiyle, zalimlerin zulmüyle yaşamaya mahkûmuz. Siz ise ebediyetin bağrında dinleniyorsunuz.

Bir gün gelecek, sizin kanınızdan filizlenen adalet fidanı bütün yeryüzünü saracak. Zalimlerin tahtları yıkılacak, korkakların isimleri unutulacak. Ama siz, göklerin ve yerin selamladığı şehitler, ebediyen anılacaksınız.

“Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara/153)

Ve biz, sabırla, öfkeyle, umutla tekrar sesleniyoruz: Gidilecek delik arayın ey korkaklar! Çünkü şehitlerin kanı konuşmaya devam ediyor.

Erol Kekeç/30.08.2025/Sancaktepe/İST

İnsan Zihninin Felsefi ve Toplumsal Yolculuğu

Bir tren yolu düşün.

Bir ucu ufka doğru uzanır, kesintisiz, dosdoğru…
Bir başka tren yolu düşün.
Başlangıç noktasından itibaren dallanıp budaklanan, yüzlerce ihtimale açılan, her kavşakta bir seçim dayatan.

İlk yolun dinginliği vardır: Dümdüzdür, şaşmaz, kararlıdır.
İkincisinin karmaşası vardır: Çelişkilerle doludur, seçeneklerle yüklüdür, her adımı yeni bir belirsizliktir.

Ama sorulması gereken şu:
Gerçekten “erkek zihni” düz ray mıdır, “kadın zihni” karmaşık ağ mıdır?
Yoksa hepimizde, her insanda, bu iki yolun da izleri mi vardır?

Felsefi Boyut

Zihin, Aristoteles’in deyimiyle “ilk hareket ettiriciye” bağlanmak ister: Tek bir amaç, tek bir yön, tek bir anlam.
Ama aynı zamanda Herakleitos’un dediği gibi “her şey akar” hiçbir yol tekdüze değildir; her an bir çatallanma, her an bir değişim vardır.

Düz ray, insanın özlem duyduğu sadeliği temsil eder.

  • Karmaşadan uzak,

  • Gürültüden azade,

  • Hedefe kilitlenmiş bir düşünce…

Ama hayatın kendisi hiçbir zaman bu kadar basit değildir.
Her karar, başka kararların gölgesinde şekillenir.
Bir düşünce diğerine bağlanır; bir duygu, onlarca başka duyguyu uyandırır.
Tıpkı dallanan raylar gibi.

Bu yüzden insan zihni aslında bir ikilemde yaşar:

  • Basitliği arar ama karmaşaya mecburdur.

  • Netliği ister ama ihtimallerden kaçamaz.

“Erkek beyni düz, kadın beyni karmaşık” söylemi işte bu ikilemi cinsiyetler üzerinden basitleştirmeye çalışır. Ama felsefi açıdan bakıldığında bu, insana dair hakikati küçültmektir. Çünkü düz ray da karmaşık ray da insanın içindedir. İnsanın ruhu hem “tek hedefe” hem “sonsuz ihtimale” açılan bir labirenttir.

Toplumsal Boyut

Tarih boyunca erkeklere “tek hedef” öğretildi:

  • Güç,

  • Kazanç,

  • Otorite,

  • Çözüm.

Kadınlara ise “çok yönlü sorumluluklar” yüklendi:

  • Evi idare etmek,

  • Çocuk yetiştirmek,

  • İlişkileri düzenlemek,

  • Duyguları taşımak.

Erkek tek yola kilitlendi, kadın yüzlerce rayın kavşağında bırakıldı.
Toplum bu görev dağılımını “doğalmış” gibi sundu.
Sonra da şöyle  özetledi: Erkek düz, kadın karmaşık…

Oysa gerçek başka:
Birçok erkek, hayatın karmaşık ray ağında kayboluyor; karar veremiyor, yön bulamıyor.
Birçok kadın ise tek bir hedefe öyle odaklanıyor ki, dünyayı yerinden oynatacak bir irade gösteriyor.
Yani toplumsal roller, değişmez değil.

İnsan Zihni

İnsanı bir istasyon gibi düşün.
Her istasyonda raylar var; kimisi düz, kimisi dallı budaklı.
Bir tren bazen tek yoldan gider, ufuk çizgisinde kaybolur.
Bazen de istasyona gelir, yüzlerce raya dağılır, seçimlerin ortasında kalır.

Hayatımız da böyle değil mi?

  • Bazen kararlarımız nettir, adımlarımız dümdüzdür.

  • Bazen ise bin bir ihtimalin ağırlığında kıvranırız.

Kimi zaman basitlik ararız:
“Keşke tek bir yol olsa, beni götürse.”
Kimi zaman karmaşıklığı severiz:
“Ne güzel, bin ihtimal var önümde, hangisini seçsem farklı bir hayat başlayacak.”

İşte insan beyni budur:
Hem rayların sadeliği,
Hem rayların karmaşası.

Ama daha derin bakıldığında bize şunu fısıldar:
İnsan zihni ne yalnızca basit bir raydır, ne de sadece karmaşık bir ağ.
İnsan zihni, hem sadelikle huzur bulan hem karmaşayla zenginleşen bir istasyondur.

Ve belki de asıl mesele, “erkek mi, kadın mı” demek değildir.
Asıl mesele şudur:
Her birimiz, zihnimizdeki rayların hangisine trenimizi sürmek istediğimize karar vermek zorundayız.
Bazen tek bir yolda ilerlemek gerekir,
Bazen yüzlerce seçeneğin kavşağında cesaretle yön değiştirmek.

Çünkü nihayetinde:
Zihin, cinsiyetin ötesinde, insan olmanın en büyük yolculuğudur.

Bahadır Hataylı/29.08.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!