Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2025 Cumartesi

Dinin Gölgesinde Kurulan Cehennem Düzeni

Bir el var bu ülkede… Gözümüzün içine baka baka hayatlarımızı yangın yerine çeviriyor. Bu el kimindir, kim tarafından görevlendirilmiştir, hangi iradeye dayanır bilinmez; ama bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Bu el yakıyor. Bu el yıkıyor. Bu el, hakkı ayaklar altına alarak haramı helal ilan eden, zalimi masum, masumu suçlu gösteren bir düzenin uzantısıdır. Her geçen gün biraz daha sıkıyor halkın boğazını, her sabah yeni bir ceza, her gece yeni bir kanunla hayatı yaşanmaz hale getiriyor. Bu el, zalimin eli. Ve bu elin kim tarafından tayin edildiğini bilmiyoruz belki ama sonuç ortada: Toplum yanıyor, vicdanlar susmuş, adaletin mezar taşı dikilmiş.

Yakın zamanda dile getirmiştim: "Farklı düşünen herkes, bu farklılığının ceza gerekçesi olacağı bir döneme hazırlanmalıdır." Daha bir ay geçmedi ki bu karanlık tahminin resmileştiğini gördük. Mecliste onaylanan düzenlemelerle Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilecek yetkiler, dinin devletin ideolojik aparatına dönüştürüleceğinin açık ilanıdır. Artık Allah'ın dini değil, iktidarın dini konuşulacak. Fetvalar halkı aydınlatmak için değil, yönetime biat ettirmek için verilecek. Din, yeniden ve bir kez daha Muaviye'nin elinde kirleniyor.Aynı karanlık, Meclis çatısı altında meşruiyet kılıfına büründü. Diyanet'e verilecek yeni yetkilerle, artık herkesin inancı, düşüncesi, yaşam tarzı devletin filtresinden geçmek zorunda. Eleştireni din dışı, itiraz edeni hain ilan eden bir sistem kuruluyor göz göre göre.

Bu ülke Muaviye zihniyetinin, saraylardan fetva üretip halkı cendereye alanların işgali altında. Ve biz, sustukça zulüm büyüyor. Bir millet, kendi celladına hayran oldukça cehennem daha da yaklaşıyor.

Bu durum yeni değil belki. Tarih bize, dini iktidar için kullananların hikayesini defalarca anlattı. Ama bugün yaşadıklarımız, bu çürümüşlüğün resmileştiği, kurumsallaştığı ve en korkuncu, normalleştirildiği bir dönemi gösteriyor. Diyanet, artık sadece namaz vakti bildiren değil; hangi siyasi görüşün caiz, hangi muhalefetin haram olduğunu belirleyecek bir merkez haline geliyor. Bu, Allah’a değil, iktidara kulluğun merkezidir.

Toplumun yaşadığı bu cinnet halini yalnızca din üzerinden açıklamak mümkün değil. Ekonomi, ahlak, adalet, özgürlük… Her alanda yaşanan bozulmanın ortak noktası, iktidarın kendini tanrılaştırmasıdır. Trafik cezaları örneğin... Artık bir düzenleme değil, halkı sindirme aracına dönüştü. Son aylarda artan cezalar, insanların canını sadece ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da yakmakta. 22 bin liralık asgari ücretle yaşamaya çalışan bir vatandaş, her köşe başında ceza tehdidi altında yaşarken; saraylarda yaşayanlar, gösterişli araçlarla, koruma ordularıyla lüks içinde yaşıyor.

İsraf dedik, yolsuzluk dedik, görgüsüzlük dedik, ama duyan olmadı. "İtibardan tasarruf olmaz" diyerek, şehirlerin göbeğine devasa saraylar diken bir anlayış, halkın sofrasındaki ekmeğe göz dikti. Bu halk artık, yöneticilerinin kibirli kahkahaları arasında açlığa talim etmekte. Yetmedi, bir de utanmadan, bunu kutsal bir çaba olarak sunuyorlar. "Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" diyenlerin uygulamaları, adeta şu mesajı veriyor: "Helal-haram önemli değil. Yeter ki bize kazandır."

Yüz binlerce emekli, 14 bin liralık maaşla nefes almaya çalışırken; onların alın terini, bir kalemde çöp eden vergi ve ceza sistemleri kurulmuş durumda. Bu, ceza değil. Bu, intikamdır. Bu, halkı cezalandırma arzusudur. Halkın suskunluğuysa, bu zulmün en büyük meşruiyet kaynağına dönüşmüş. Allah'ın "Zulme sessiz kalan, zalimle beraberdir" emrini unutan bir toplum olduk.

Tüm bu yaşananlar, sadece maddi çöküş değil. Bu, ruhun çöküşüdür. Ahlakın, vicdanın, merhametin yok oluşudur. Bir toplum, kendi yoksulluğuna, kendi aşağılanmasına bu kadar sessiz kalıyorsa, artık bu toplum gazabı hak etmiştir.

Her gün yeni bir kanun, yeni bir uygulama, yeni bir baskı yöntemi… Meclis, artık halkın sesi değil, küresel efendilerin dayatmalarını yasa haline getiren bir noter masasına dönüştürülmüş durumda. Anayasa değişikliği diyerek halkın aklıyla alay ediyorlar. 86 milyonu düşünüyormuş gibi yaparak, aslında 8-10 kişilik bir sermaye grubunun taleplerine göre yasa çıkarıyorlar.

Ve tüm bunlar olurken, her şeyin ortasında duran o "el", hiç durmuyor. Hangi mekanizmadan aldığı güçle hareket ettiği belli. Ama unuttukları bir şey var: Allah’ın adaleti! Bu dünya, Muaviye’nin saraylarıyla dolmuş olabilir. Ama Hüseyin’in çığlığı hâlâ yankılanıyor. Kerbela hâlâ yaşanıyor. Ve birileri, her çağda zalimlerin sofrasına oturmayı tercih ediyor. Ama Allah’ın dini, onların kirli ellerine muhtaç değil.

Bugün yaşadığımız bu zulüm, sahipsizlikten değil; sahipliğin unutulmasındandır. İnsanlar sustukça, zalim daha da azgınlaşır. Halk susuyor, çünkü korkuyor. Halk susuyor, çünkü inancını sadece camiyle sınırlamış. Oysa ki iman, sokakta adalet aramaktır. İman, zalimin karşısında durmaktır. İman, zalime karşı mazlumun sesi olmaktır.

Bu yönetim anlayışı, sadece hatalı değil; yıkıcıdır. Bu anlayış, halkı kendi kendine düşman eden, komşuyu komşuya ihbar ettiren, çocukları dilsiz ve suskun yetiştiren bir sistem inşa etti. Her şeyin kontrol altında olduğu bir toplum kurmak istiyorlar. Ama bilmiyorlar ki, insanın fıtratı bu kadar baskıyı kaldıramaz. Zulüm arttıkça, direniş de artacaktır.

Bugün dilsiz şeytan olanlar, yarın hesap gününde dillerini arayacaklar. Ama iş işten geçmiş olacak. Çünkü Allah soracak: “Zulme karşı ne yaptın?”

Bu ülkede artık yaşam, yaşama özelliğini kaybetmiştir. Çünkü insanca yaşamak için önce insanca yönetilmek gerekir. Bugün insanlık onuru, bir tutanak altına alınmış durumda. Onu korumak, hâlâ kalbi çarpan, vicdanı sızlayan herkesin görevidir.

Ey halkım! Suskunluğunuzla kendi sonunuzu hazırlıyorsunuz. Bu sessizlik, çocuklarınızın laneti olacaktır. Eğer hala birazcık utanma, birazcık sorumluluk kaldıysa içinizde, haykırın! İtiraz edin! Bu hayat bizim. Bu ülke bizim. Bu din Allah'ındır, iktidarların değil.

Ve unutmayın: Allah katında hesabı ödeyemezsiniz. Ne saraylarınız, ne fetvalarınız, ne cezalarınız sizi kurtaramaz.

Allah’tan başka sığınak yoktur. Zulmü durduracak olan da, susanları konuşturacak olan da O’dur.

Ve O, her şeyi görmektedir.

Bahadır Hataylı/30.05.2025/Sancaktepe/İST

30 Mayıs 2025 Cuma

Azrail'den Beter Bir Yönetim Ceza Zulüm ve Zilletin Portresi

Bir sabah, şehrin ıssız sokaklarında, postacının sırtında taşıdığı ağır yük gibi bir gerçeğin ağırlığı da yavaş yavaş omzuma çöktü. Elinde onlarca zarf vardı. Her biri devletin mührüyle mühürlenmiş, kalın kaşelerle damgalanmış gri zarflar. Merak ettim, sordum: "Hemşo, nedir bu kadar resmi zarf?"

İç çekti. Yüzünde hem yorgunluk, hem bezginlik: "Hocam, trafik cezası... İcra bildirgesi... Başka bir şey yok vallahi. Her gün bunlarla dolu çantam."

Önce şaşırdım. Sonra öfkelendim. Sonra, içimden ince bir alay geçti... Ya dedim kendi kendime, belki de devletimiz bizi düşünüyordur. Hani olur ya, kötü gün akçeleri tükendi. Milleti harcamaktan korumak için ceza üstüne ceza kesiyordur belki. Şimdi ceza yaz, sonra ‘bak ben seni israftan korudum’ diye ödül bekle…

İşte böyle bir ironinin kıyısında, bugünün Türkiye’sinde, 23 yılın sonunda, insanı yaşatmaktan çok bıktıran bir yönetimin hicvini yazmak farz oldu. Bu yazı, bir karikatür değil, bir ağıttır. Hicivle yazılmış ama içinde gözyaşı kurumuş bir çığlık barındırır. Adına “yaşam” denilen şeyin, nasıl adım adım “yaşanmaz” bir hale getirildiğinin resmidir bu.

Ceza Devleti Vatandaşı Soymanın Modern Yolu

Eskiden devletin görevi, vatandaşını korumaktı. Onu eğitimle, sağlıkla, adaletle güçlendirmekti. Şimdi devlet, vatandaşı nasıl soyacağını hesaplayan bir şirket gibi çalışıyor. Ana caddelere gizlenmiş radarlar, şehirlerin köşe başlarına konmuş MOBESE kameraları, uyarısız hız sınırı düşürmeler... Her biri tuzak. Ve bu tuzaklara düşen insanlar, her sabah postacının çantasında gelen gri zarflarda kendilerini buluyor.

Düşünün: Bir emekli, maaşının yarısıyla kirayı ödeyip kalanıyla marketin indirimli reyonundan makarna alırken, posta kutusunda 850 TL hız cezası buluyor. Ne için? Çünkü 71’le gittiği sokakta hız sınırı 50’ye düşürülmüş ama tabela görünmüyor. Devletin çözüm önerisi: İtiraz et. Nereye? Aynı devletin memuruna. Hani bağımsız yargı vardı? Ha evet, o da şimdi “vatandaşlık görevi” olarak cezaya dönüşmüş.

İcranın İcadı Devletle Vatandaş Arasında Köprü Değil, Kazık

Eskiden icra, borçluyu uyarırdı. Şimdi icra, vatandaşı tehdit eder. Elektrik faturasını ödeyemeyen bir babaya, doğalgaz borcunu denkleştiremeyen bir anaya gönderilen icra kağıdı, sadece bir uyarı değil, bir aşağılamadır. Sistem şöyle çalışıyor:

  1. Önce yaşam pahalılaştırılır.

  2. Sonra maaşlar baskılanır.

  3. Ardından fiyatlar serbest bırakılır.

  4. Borç kaçınılmaz olur.

  5. Devlet, borcunu tahsil etmek için icra yoluyla vatandaşını hem korkutur, hem soyup soğana çevirir.

Bu bir döngüdür. Ve bu döngü, halkı köleleştirmenin en sinsi yöntemidir.

Milleti Savurganlıktan Koruma Ayaklarıyla Soygun Politikası

Evet, belki de yönetenler bizi çok seviyor. Belki diyorlar ki: "Bu millet kendi kendine zarar verir, biz onu cezayla terbiye edelim." Yani devletin zabıtası olmuş vergi dairesi memuru. Polisi olmuş haciz memuru. Öğretmeni olmuş “ödenmeyen aidat” yüzünden öğrenci tehdit eden tahsildar.

Bir yönetim, halkı disipline etmek için onu fakirleştirir, sonra fakirlikten çıkamıyor diye suçlar. Tıpkı bir öğretmenin öğrenciyi dövüp sonra "neden ağlıyorsun?" diye azarlaması gibi.

Korkuyla Yönetim: Modern Zamanların Cellatlığı

Bugün insanlar, sokakta polis görse duraksıyor. Neden? Çünkü ceza yazılabilir. Hata yapmamış olsa bile... Plakasında vida mı eksik? Ceza. Araban kirliyse? Ceza. Yaya geçidinde durmadıysan? Ceza. Karşıya geçerken koşmadıysan? Ceza. Ve bunların hepsi birer ekonomik silah artık.

Devlet, insanına önce korku salar. Sonra cezayla hizaya sokar. Ve en acısı: Halk artık cezaya değil, yaşamadığı bir hayatın yorgunluğuna ağlar.

Bir Postacının Çantasındaki Ülke

İşte o gün, postacının sırtında taşıdığı ceza zarflarıyla bir şey fark ettim: Aslında bu ülkenin fotoğrafı, o çantanın içindeydi. Dert, adaletsizlik, umutsuzluk, yoksulluk ve korku... Hepsi o zarfların içinde.

Bugün insanlar geleceği değil, icra takvimini planlıyor. Bayram tatilini değil, cezanın son ödeme tarihini konuşuyor. Düğün değil, haciz konuşuluyor. Devlet, vatandaşa bir sevgi mektubu değil, tehdit belgesi gönderiyor. Ve biz buna “kamu düzeni” diyoruz.

Yönetim Sanatı mı, Zulüm Mühendisliği mi?

Zulmün bu kadar kurumsal hale geldiği bir ülke düşünebilir misiniz? Bu artık sadece yoksulluk değil. Bu, bir toplum mühendisliği. Yönetenler, ceza politikalarını toplumu sindirmek, yıldırmak, parçalamak için kullanıyor. İtiraz eden? Terörist. Soru soran? Vatan haini. Hakkını arayan? Provokatör.

Böylece herkes susar. Suskunluk büyür. Ve sonra kimse anlamaz: "Bu insanlar neden depresyonda? Neden mutsuz? Neden her gün Azrail’i çağırır gibi dua ediyor?"

Yaşamak mı, Dayanmak mı?

Artık insanlar yaşamıyor. Sadece idare ediyor. Yaşam, bir sevda değil, bir borç ödeme planı oldu. Aşk, kredi kartı limitiyle sınırlı. Hayal, mobilya taksiti bitince kurulur. Ve en önemlisi: Özgürlük, artık sadece reklam panolarında.

Hicivde Bile Gülünemeyecek Bir Gerçek

Eskiden hiciv, gülümseterek eleştirirdi. Bugün ise hiciv bile gülemiyor. Çünkü gerçek, karikatürden daha absürt. Çünkü halkın yaşadığı şey, sadece ekonomik kriz değil, bir varoluş çöküşü. Ve buna rağmen yönetenler diyor ki: "Biz sizi çok seviyoruz."

Oysa bu sevgi, Azrail’in tebessümü gibi. Bakar, bekler, bir gün gelirim der. Ama halk artık o kadar yoruldu ki, Azrail’i kurtuluş sanır hale geldi.

Bu Yazı Bir İtirazdır

Bu yazı, sıradan bir serzeniş değil. Bu yazı, ceza kağıtlarından kurulu bir ülkenin ağıtıdır. Bu yazı, postacının çantasında taşınan bir halkın haykırışıdır. Bu yazı, bir daha hicvedilemeyecek kadar acı bir gerçeğin belgesidir.

Ve bu yazı, susan milyonlar adına yazılmış bir 'yeter artık' çığlığıdır. Çünkü bu milletin sabrı varsa, hesabı da vardır. Çünkü her zulüm biter. Ama her çığlık yankı bulur.

Kim bilir, belki bu satırları okuyan bir vicdan, bir yerden kıvılcım alır.

Ve belki... Bir gün postacının çantasında ceza zarfı değil, müjde mektubu taşınır.

Erol Kekeç/29.05.2025/Sancaktepe/İST

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Yüzümüzün karası Yüreğimizin İflası

 


GAZZE’DE  yanan sadece çocuklar değil biziz usta...

Sokaklarda yürüyorsun… Etraf sakin… Bir kafede insanlar kahvelerini yudumluyor, çocuklar oyun oynuyor, telefon ekranlarında bir sonraki tatilin planı yapılıyor. Ama bir başka yerde – Gazze’de – çocuklar gökyüzüne bakamadan toprağa giriyor. Bir yerden bomba düşüyor, başka bir yerden çığlık yükseliyor. Yetmiş yıllık acı, bugün yeniden sahneleniyor. Ve sen hâlâ yürüyorsun usta. Sahi, biz ne yaptık da bu kadar karardık?

Artık bu karanlık gece değil sadece; bu karanlık, sabahların içine sızmış bir gecedir. Ne güneş aydınlatıyor içimizi, ne de yıldızlar şefkatle göz kırpıyor. Çünkü içimiz yanmış, çünkü içimiz çürümüş.

Gazze yanıyor ama biz değilmişiz gibi yaşıyoruz. Hatta bazılarımız "Gazze'de de çocuklar ölüyorsa bu savaşın gereğidir" diyor. Bir füzeyle Ukrayna’daki hastane vurulunca tüm Avrupa ayağa kalkıyor: “Bu bir savaş suçudur!” diyorlar. Ama aynı Avrupa, Gazze’de binlerce çocuğun ölümüne gözlerini kapıyor: “İsrail’in kendini savunma hakkı var” diyorlar.

Bu ne yaman çelişki usta! Bu ne vicdansız bir sahne! Bu nasıl bir ikiyüzlülük tiyatrosu!

Ama bu sadece Batı’nın değil, bizim de çöküşümüz. Artık merhamet gözümüzü terk etti, kalbimizde insaniyet susuzluktan çatladı.

"Usta, biz ne yaptık?" diye sorma. Çünkü cevabı zaten içimizde saklı:

Biz her gün haberlerde ölen çocukları gördük, ama yemeğimizi ağzımızdan düşürmedik. Biz sokakta gülerek yürüdük, ama bir annenin gözyaşına dokunmadık. Biz sosyal medyada ağlayan çocuğun fotoğrafını paylaştık ama o çocuğun sesini duymadık.

Sadece görür gibi yaptık, duyar gibi yaptık, hisseder gibi yaptık…

Ve işte, asıl budur insanlığın sonu, hissedemez hale gelmek!

GÜNEY Afrika'da ışık, Avrupa'da Karanlık 

Dedik ya, her yer karardı sanıyorsun ama Güney Afrika’da siyah yüzlü çocukların alnından bir nur parlıyor. Çünkü onlar rengiyle değil, vicdanıyla aydınlatıyor insanlığı. Onlar Gazze’deki acıya "bizden değildir" demiyor. Onlar yürüyüş yapıyor, haykırıyor, gözyaşı döküyor.

Ama beyaz efendiler sessiz. Medeni geçinenler suskun. Vicdan, derilerinin altında küflenmiş gibi… Onlar beyaz değil; onlar belki de karanlığın ta kendisi.

Kur'an ne diyordu 

"Vay onların haline ki onlar ölçüde hile yaptılar...."

Ölçü ve tartı deyince aklına kantar gelmesin usta. Bu, sadece pazarda yapılan hile değil. Bu, en çok adalette yapılan hile. Bu, Gazze için bir gözyaşı dökmeyip Ukrayna için konferanslar düzenlemek. Bu, Yemen’de açlıktan ölen çocukları görmezden gelip Paris’teki bir bombayı insanlık dramı diye sunmak.

Batı’nın terazisi bozuk usta. Ama biz de o teraziyi alkışlıyoruz. Onların CNN’ine, BBC’sine inanıyoruz. Bizim terazimiz de eğildi artık.

GAZZE değil, asıl yanan biziz 

“Gazze yanıyor usta” diyoruz ama asıl yanan biziz.

Çünkü:

  • Biz suça ortak olduk sessizliğimizle.

  • Biz zalime hizmet ettik konforumuzla.

  • Biz sustukça bir başka çocuğun mezarını kazdık.

Duyarsızlık bir yangındır usta. Ve bu yangın artık sadece Gazze’yi değil, kalbimizi, ahlakımızı, onurumuzu da küle çevirdi.

Bugün su değil ateşle yıkanıyoruz. Ne Nil’in suları, ne Fırat’ın dalgaları bu karanlığı temizleyemez. Çünkü bu ne zeytin karası, ne de kömür… Bu yürek karasıdır.

Bu karanlığı ne deterjan çözer, ne propaganda. Bu karanlığı ancak bir tevbe arındırır. Ama tevbe etmek için önce utanmak gerekir.

Kime dua ediyoruz, kime yakarıyoruz ?

Soruyoruz: "Neden Allah yardım etmiyor?"

Oysa Allah Kur’an’da çok açık söylüyor:

"Size hakikati görecek kadar zaman vermedik mi? Uyarıcı da geldi. Artık yakarışınız fayda vermez." (Fâtır /37)

Yakarış fayda etmez çünkü:

  • Biz Gazze’yi unutup tatile çıktık.

  • Biz mülteci çocuklarla alay ettik.

  • Biz adaleti değil, ekran gösterilerini alkışladık.

  • Biz zalimle aynı sofraya oturduk.

Bugün çağırdığımız dostlar kim? Paranın dostluğu mu? Gücün, konforun dostluğu mu? Onlar şimdi neredeler? Allah bize diyor ki: “Çağırın bakalım o dostlarınızı, hadi kurtarsınlar sizi!”

Yaşayan ölüler ülkesi 

Artık yaşayan ölüler gibiyiz. Damarlarımızda kan değil, çıkar akıyor. Kalbimizde sevgi değil, gösteriş dolaşıyor. Vicdan, dolapta unutulmuş bir eşya gibi küflenmiş.

Biz öldük usta, farkında değiliz. Nefesimiz gidiyor ama ruhumuz bitmiş. Çünkü bir çocuk ağladığında duymuyorsak, gözyaşı akıtan bir anneye kayıtsız kalıyorsak, biz çoktan cehenneme doğru yol almışız.

Bir söz söyle ki vicdanları tarumar etsin be usta...

Yeter artık bu karanlık usta. Bize bir ültimatom ver:

  • Ya uyanacağız ya da hep birlikte yanacağız!

  • Ya susan diller uyanacak ya da tüm insanlık yok olacak!

  • Ya Gazze’nin çığlığına ses vereceğiz ya da kendi çığlığımızı duyamayacak kadar sağır olacağız!

Bize de ki:

“Ey insanlar! Allah’ın adaletine dönün! Adalet; Arap’ın, Türk’ün, Batı’nın değil, Allah’ın adaletidir. O’na sarılın, yoksa birlikte çürürsünüz.”

Gazze’de yanan sadece çocuklar değil. Gazze’de yanan sadece binalar değil. Gazze’de yanan, bizim insanlığımızdır.

Ve asıl cehennem, ölenlerin değil, hissedemeyenlerindir!

Gazze bizim son aynadır usta. Ya o aynada kendimizi görürüz… Ya da o ayna paramparça olur ve geriye bakacak yüzümüz kalmaz!

Şimdi soruyorum tekrar usta: “Ne yaptık biz?”

Ne yapacağız?”

Erol Kekeç/28.05.2025/Sancaktepe/İST

Batının İkiyüzlülüğü ve İnsanlık Onurunun Tükenişi

 


Dünyanın dört bir yanında canlar yanarken, çocuklar annesiz kalırken, insanlık onuru yırtık bir afiş gibi kaldırımlarda sürünürken, adalet adına konuşanların sesi yağmalanan çıkarların ötüşüyle bastırılıyor. İşte bu çığlık sessizliği içinde, Ukrayna'da bir hastaneye düşen füze dünya basınının ilk sayfalarında "savaş suçu" başlığıyla yer bulurken, Gazze'de her gün bombalanan evlerde, hastanelerde, okullarda katledilen yüzlerce sivil "meşru savunma hakkı" kisvesiyle görmezden geliniyor. Bu satırlar, bu ikiyüzlüğü, bu çürümeyi, bu şeytani sistematiği sorgulamak için yazılıyor.

Batının Vicdan Çifte Standartı

Batı, yüzyıllardır kendini "medeniyetin beşiği" olarak tanıttı. Hukukun, insan haklarının, demokrasinin, ifade özgürlüğünün savunucusu olduğunu iddia etti. Ancak bu "değerler" Batı'nın çıkarlarına dokunmadığı sürece geçerliydi. Ukrayna-Rusya savaşı başladığında, Batı'nın yönetimleri şu mesajı yaydı: "Sivil hedeflere saldırmak bir insanlık suçudur, bu kabul edilemez." Elbette ki haklıydılar. Savaş, hangi şartta olursa olsun sivilleri hedef almamalı. Ancak aynı Batı, İsrail aylarca Gazze'yi bombaladığında, binlerce sivil öldüğünde, çocuklar, kadınlar ve yaşlılar öldürüldüğünde, su, elektrik, ilaç kesildiğinde tek bir sert açıklama yapmadı.

İşte burada Batı'nın yüzyıllardır sürdürdüğü o "ahlaki imparatorluk" maskesi dökülüyor. Demokrasi ve insan hakları çığlıkları sadece Batılı bir bireyin acısı için geçerli. Filistinli bir çocuğun cansız bedeni sahile vurduğunda, bu sadece istatistik oluyor. Ama Ukraynalı bir kadının gözyaşı, onlar için "Avrupa'nın kalbinde bir trajedi "ye dönüşüyor.

 Çarpık Düzenin Mahkûmiyeti

"Yazıklar olsun ölçü ve tartıda eksik yapanlara! Onlar insanlardan bir şey aldıkları zaman tam ölçerler. Onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik tutarlar." (Mutaffifin Suresi 1-3)

Bu ayet, sadece ticaret ahlakını değil, aynı zamanda adaletin, vicdanın, hakkaniyetin temelini ifade eder. Batı, Ukrayna'da eksiksiz bir adalet terazisiyle tartı yaparken, Gazze söz konusu olduğunda terazinin kefelerini bilerek eğriltmektedir. Bu, tam anlamıyla Mutaffifin'in uyardığı zihniyettir: kendine geldi mi adaletin en katısını isteyen, ama başkası söz konusu oldu mu görmezden gelen.

Savaş Suçlarına Göz Yuman Sözde Hukuk

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Ukrayna savaşında hemen harekete geçti. Putin hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Ancak aynı UCM, İsrail'in Gazze'de binlerce sivili katletmesine aylarca sessiz kaldı. Hatta Batı'dan bazı yönetimler UCM Başsavcısı'nın İsrail yönetimine yönelik olası bir tutuklama kararından rahatsızlık duyduğunu beyan etti.

Yani kanun, yine Batılının elinde şekillenen bir sopaya dönüşmüş durumda. Kimin cezalandırılacağına şeytanın kendi mahkemeleri karar veriyor. Bu ise hukuk adı altında üretilmiş bir modern firavunluğun resmidir.

Gazze'nin Dramı ve Sessiz Vicdanlar

Gazze, yıllardır abluka altında. Yiyecek yok, ilaç yok, enerji yok. Ve bir de bunun üzerine yağmakta olan bombalar. 7 Ekim'den itibaren İsrail'in başlattığı şiddetli saldırılarda çocuk, kadın, yaşlı demeden binlerce masum insan hayatını kaybetti. Hastaneler hedef alındı. Okullar vuruldu. Cenazeler toprağa verilemedi.

Ama ne ABD, ne AB, ne de Birleşmiş Milletler bu suçları durdurmak için ciddi bir adım attı. Tersine, İsrail'in "kendini savunma hakkını vurgulayan beyanlar peş peşe sıralandı. Bu beyanlar, bombalar kadar can yaktı aslında. Zira adaletsizlik, sadece bir suçu işlemekle değil, o suça göz yummakla da var olur.

Bu Sessizliğin Faturası Tüm Dünya için Sarsıcı Gerçek

  1. Meşrulaştırılan Zulüm: Adaletsizlik görmezden gelindikçe, zalimler daha cesur olur. Bugün Gazze, yarın başka bir coğrafya. Bugün füze, yarın nükleer.

  2. Göç, Radikalleşme ve Yeni Kaoslar: Görmezden gelinen acılar yeni göç dalgalarını ve toplumsal patlamaları besler. Bu ise Batı için de kaçınılmaz bir krizdir.

  3. Kurumsal İtibar Çöküşü: BM, UCM, NATO gibi kurumların taraflı tutumları, tüm insanlık için umut olması gereken yapıların anlamsızlaşmasına neden oluyor.

Vicdanın Ayetlerle Buluşması

Kur'an, " bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin" buyurur. (Maide/8) Bu, evrensel bir ilke sunar. Kinle, çıkarla, taraf gözlüğüyle adalet olmaz. Ancak Batı bu ilkeyi çiğniyor. Hem de gözü kapayarak, şeytanın kızıl güzelliğine hayran kalarak.

Ne Yapmalıyız?

Bu zulmü sözle, yazıyla, dua ile, direnişle, boykotla, bilinçle ve birlikle durdurmalıyız. Sessiz kalmak, rıza göstermektir. Rıza göstermekse aynı suça ortak olmaktır.

Bu nedenle yazmalıyız, anlatmalıyız, haykırmalıyız. İnsanlık onuru çiğnenirken, tarafsızlık zalimin yanında saf tutmaktır. Unutmayalım, adalet bir gün bize de gerekebilir. Ama o zaman iş işten geçmiş olabilir.

Gazze'de ölen sadece bedenler değil, aynı zamanda insanlığın vicdanı, adalet inancı ve evrensel hukuk umududur. Ukrayna için gösterilen duyarlılık, Gazze için de gösterilmiyorsa, bizler insanlığın çift yüzlü aynasına bakıp kendi karanlığımızı görmeye mahkûmuz demektir.

"Yazıklar olsun eksik tartanlara!" (Mutaffifin )

Bahadır Hataylı/26.05.2025/Sancaktepe/İST

Hırsızların Güvende Olduğu Ülkede Kim Suçlu

 


Hırsızların Güvende Yürüdüğü Topraklar Bir Halkın Uyanmayan Vicdanı

"Eğer hırsızlar yollarda güvende yürüyorlarsa, bunun iki nedeni vardır: ya rejim büyük hırsızdır, ya da halk aşırı aptaldır." Bu söz,  Singapur'un kurucu lideri Lee Kuan Yew'e atfedilir, ancak gerçekliği ikinci plandadır. Çünkü bu ifade, yalnızca bir kişiye ait olmaktan çok bir çağrının, bir isyanın, bir ayılmanın sözüdür. İçeriği öyle yoğundur ki, herhangi bir coğrafyada, herhangi bir dönemde, zalimliklerin hüküm sürdüğü bir memlekette yankı bulabilir.

Bu cümlede iki taraf vardır: Hırsızlar ve halk. Ortada bir yol vardır: Adaletin işlemesi gereken kamusal alan. Ve burada bir gerçeklik ortaya konmuştur: Eğer adaletsizlikler elini kolunu sallayarak dolaşabiliyorsa, bir yerde ciddi bir çürüme vardır. Ya yukarıdaki otorite baştan çürümüş, kokuşmuş, kendini halkın malına çökmeye adamıştır; ya da aşağıdaki kitleler bu çürümeye karşı körleşmiş, sağırlaşmış ve nihayetinde aptallaşmıştır.

Rejimin Hırsızlığı-Kurumsal Ahlaksızlık

Bir rejimin büyük hırsız olması, sadece cebine para indirmesi değildir. Bu, çok daha derin, çok daha sistematik bir kötülüğün adıdır. Kamunun malını çalan, halkın vergilerini yandaşlara peşkeş çeken, ihaleleri belirli gruplara dağıtan, hukuku kendi çıkarlarına göre şekillendiren, medyayı sansürle boyayan, adaleti pazarda satılan domates gibi pazarlık konusu haline getiren bir yapı, işte tam olarak bu tarifin içindedir.

Böyle bir rejim, hırsızlığı sadece bir ekonomik mesele değil, bir kültür haline getirir. "Yukarıdakiler çalıyor ama çalışıyor", "Bize ne, biz de nemalanıyoruz" anlayışı halkın damarlarına zerk edilir. Toplumun en temiz bireyleri bile ya susar ya da kirlenir. Bürokrasi, adalet, emniyet, eğitim ve hatta din bile bu çarkın içine çekilir.

Aşırı Aptallık-Bilinçli Körlük ve Korkunun Normalleşmesi

Gelelim ikinci ihtimale: Halk aşırı aptaldır. Bu ifade ilk başta ağır gelir, çünkü bir halkı aptallıkla itham etmek kolay değildir. Ancak burada anlatılmak istenen şey, zekâdan yoksunluk değil; bilinçten, sorgulamadan, vicdandan ve cesaretten yoksun bir teslimiyettir.

Bir halk düşünün ki; yöneticileri servetlerine servet katarken kendisi her geçen gün yoksullaşıyor ama hala onları alkışlıyor. Bir halk düşünün ki; çocukları işsiz, eğitim sistemi çürümüş, sağlık sistemi çökmüş, yolları çukur, adaleti yok ama her seçimde aynı zalimlere oy veriyor. İşte burada artık sorun zekâ değil, ahlaki felçtir.

Bu tür halklar, kendilerine anlatılan her yalana inanır. Televizyon ekranında ne görürse onu hakikat zanneder. Bir gün önce kendisine hakaret eden bir lidere ertesi gün canla başla oy verir. Çünkü aidiyet duygusu aklın önüne geçmiştir. Çünkü düşünmek acı verir; sorgulamak tehlikelidir. En iyisi susmak, boyun eğmek, menfaatine dokunmayan her kötülüğü görmezden gelmektir.

Osmanlı'nın son döneminde sarayın borçları tavan yapmış, rüşvet aleni hale gelmişti. Ancak halkın önemli bir kısmı hâlâ padişahın Allah’ın gölgesi olduğuna inanıyordu. Çünkü sorgulamak haramdı, çünkü cehalet ibadet zannediliyordu. Bugün de farklı bir tablo yok.

Modern dünyada Venezuela örneği çarpıcıdır. Yıllarca yolsuzluklarla çalkalanan hükümetler, halkı açlığa mahkûm ederken kendileri milyar dolarlarla oynadılar. Ama halk, sosyalist bir kurtuluş hayaline sarılıp aynı sistemin devamına katkı sundu. Hırsızlar meydanlarda yürürken alkışlandılar.

Türkiye’de de son 20 yılda kamunun malı üzerine çöreklenen, ihaleleri aile şirketlerine dağıtan, vakıflar üzerinden milyarları yöneten bir zümre oluştu. Ancak ne gariptir ki, bu zümrenin en sadık destekçisi yine halkın önemli bir kısmı oldu. Çünkü sistem, hem hırsızlığı meşrulaştırdı hem de halkı manipüle etti.

Bu çarpık düzenin ayakta kalmasında medya, dinî yapılar ve eğitim sistemleri önemli rol oynar. Medya, gerçekleri gizleyerek ya da çarpıtarak halkı uyuşturur. Dinî yapılar, "dünya malı önemsizdir, liderleriniz hata yapabilir ama niyetleri halistir" diyerek pasif bir itaat inşa eder. Eğitim sistemi ise bireyleri sorgulamayan, ezberleyen ve itaat eden mahluklara dönüştürür.

Bu kurumlar bir araya geldiğinde halkın zihni ve kalbi felce uğrar. Artık insanlar gerçeklerle yüzleşemez hale gelir. Çünkü her yüzleşme, bir travma doğurur. Bu nedenle birçok kişi için yalana sığınmak, gerçekle yüzleşmekten daha güvenlidir.

Çözüm-Direniş, Bilinç ve Tevbe

Peki bu kısır döngü nasıl kırılır? Öncelikle halkın kendisine dönüp bakması gerekir. Gerçekten neye inandığını, neyi savunduğunu ve neden sustuğunu sorgulamalıdır. Her birey kendine şu soruyu sormalıdır:

  • Hırsızlara neden ses çıkarmıyorum?

  • Onlardan korktuğum için mi, yoksa onların yerine geçmek gibi gizli bir arzumu meşrulaştırdığım için mi?

Halkın uyanışı, bireysel bilinçlenmeyle başlar. Ardından örgütlü direniş gelir. Sivil itaatsizlik, hak arayışı, adalet mücadelesi... Ama bunların en temeli, içsel bir tövbedir. Kötülüğe alışmış, hırsızlıkla barışmış, zalimle dost olmuş bir yürek önce tövbe etmelidir. Çünkü tövbe, pasif bir pişmanlık değil, aktif bir yön değişimidir.

Bu yazının başındaki söz, hepimizin aynasıdır. Rejimin hırsız olduğu bir düzende yaşamak, sadece o rejimi değil, o rejime ses çıkarmayanları da suç ortağı yapar. Sessizlik, zalimin ekmeğine yağ sürer. Göz yummak, el vermek gibidir. Ve en kötüsü, alışmaktır. Alışmak, kötülüğün en büyük müttefikidir.

Eğer hırsızlar yollarda rahatça yürüyorsa, bu sadece onların cesaretinden değil, bizim korkaklığımızdandır. Onlar çalıyorsa, biz sustuğumuz için. Onlar gülüyorsa, biz ağlamaktan yorulduğumuz için.

O halde şimdi kalkıp sormalıyız: Biz gerçekten neyi bekliyoruz? Yeni bir hırsız mı, daha büyük bir zalim mi? Yoksa sadece kendi vicdanımızı mı?

Cevap ne olursa olsun, gerçek şu; Ya rejim büyük hırsızdır, ya da halk aşırı aptaldır. Ve bu denklemi değiştirecek olan da yine halkın kendisidir. Korkuyu yenen, bilinçle direnen, tövbe edip hakkı savunan bir halk... İşte asıl devrim budur.

Bahadır Hataylı/27.05.2025/Sancaktepe/İST

27 Mayıs 2025 Salı

Toplumsal Zilletin Anatomisi

 


Küçük Hırsızlar Yakalanır Büyük Hırsızlar Korunur

Dünya, adaletin kâğıt üstünde var olduğu, ama gerçek hayatta güçlülerin imtiyazına dönüştüğü bir sistemin içinde kör topal ilerliyor. Bertolt Brecht'in sözüyle özetlenen bu sistem, aslında sadece onun yaşadığı 20. yüzyıl Avrupa'sını değil, bugün bizim topraklarımızı da kapsayan evrensel bir gerçekliği ifade ediyor: "Dünya'da iki çeşit hırsız vardır: Polis tarafından yakalanan küçük hırsızlar ve polis tarafından korunan büyük hırsızlar. "Günümüz toplumlarındaki adalet krizini, sınıfsal çöküşü, ahlaki yozlaşmayı ve özellikle bizim coğrafyamızda artarak devam eden toplumsal zilleti, burada anlatmaya çalışacağım... 

1. Hırsızlığın Sınıfsal Karakteri-Küçük ve Büyük Hırsızlar Ayrımı

Hırsızlık deyince akla çoğu zaman gece bir evin camını kırıp giren ya da bir cüzdanı çalan insanlar gelir. Toplum, bu tür hırsızlara karşı hızlı ve sert reflekslerle tepki verir. Ancak aynı toplum, milyarlarca liralık yolsuzluğu görmezden gelir, üstelik bu suçu işleyenleri yüceltebilir. Brecht'in de işaret ettiği bu ayrım, hırsızlığın aslında bir "sınıf meselesi" olduğunu gözler önüne serer. Güçlü olan, iktidarın desteğini alan ya da o yapının bir parçası olan biri hırsızlık yaptığında "ticaret", "rant", "ihale" adı altında meşrulaştırılır. Fakir birinin hırsızlığı ise "adli vaka" olur.

2. Medya ve Algının Manipülasyonu-Kimin Hırsız Olduğuna Kim Karar Veriyor?

Toplumu yönlendiren en önemli aygıtlardan biri medyadır. Medya, gündem yaratır, algıyı yönetir, kamuoyunun "doğru" ve "yanlışı" algılamasını belirler. Bugün medyanın büyük bir kısmı sermaye gruplarının ya da iktidar yapılarının kontrolü altındadır. Bu nedenle büyük yolsuzluk dosyaları ya üstü kapatılır ya da manipüle edilerek sunulur. Hâlbuki gündelik hayatta 10 liralık bir çalma suç sayılırken, milyonluk hortumlamalar "hizmet", "kalkınma" ya da "ekonomik büyük projeler" şeklinde lanse edilir.

3. Toplumsal Hafızanın Silinişi ve Kanıksama

Günümüzde çok önemli bir toplumsal sorun da, halkın yaşanan haksızlıkları kanıksaması ve bunu "kader", "her yerde böyle" ya da "ne yapalım, düzen bu" gibi ifadelerle meşrulaştırmasıdır. Bu, bilinçli bir hafıza silme operasyonunun sonucudur. Geçmişi sorgulamayan, bugünü takip etmeyen ve gelecekten umudu kesmiş bir toplum, her türlü suiistimale açık hale gelir. Bu nedenle, büyük hırsızlar yıllarca devleti, belediyeleri, kamusal kaynakları talan ederken halkın çoğu ya sessiz kalmakta ya da bu kişileri "yürekli, iş bitiren adamlar" olarak görmekte.

4. Adalet Sisteminin Seçici Adaleti

Hukukun işleyişi de bu sistemde adaleti değil, güçlülerin menfaatini koruma aracı haline gelir. "Herkes için eşit adalet" söylemi, sadece tabelalarda kalır. Günlük hayatta adalet; kimliğe, sınıfa, siyasi görüşe, ekonomik güce göre işletilir. Fakir bir işçi, borcunu ödeyemedi diye hapis cezası alabilirken; bir holding sahibi milyonluk vergi borcunu sildirebilir ya da dolandırdığı insanlara karşı ceza almadan hayatına devam edebilir. İşte bu, Brecht'in söylediği gibi "korunan büyük hırsızlar" gerçeğidir.

5. Bizim Coğrafyamızda Bu Durumun Yansıması

Özellikle son 20-30 yılda Türkiye'de yaşanan yolsuzluk skandalları, kamu malının talanı, ranta dayalı imar projeleri ve ihalelerin belli gruplara peşkeş çekilmesi gibi olaylar, bu sözün ne kadar yerli yerinde olduğunu göstermektedir. Belediyeler üzerinden dönen şirket ihalelerine kadar sayısız örnek gözler önündedir. Ama bunları dile getirmek bile bir cesaret işidir. Çünkü medya bu gerçekleri ya sansürler ya da bütün suçun ütopyasını "dış güçler" ya da "fitne" gibi muğlak kavramlarla örter.

6. Toplumun Tepkisizliği-Suskunluğun Bedeli

En tehlikeli olanı ise, halkın bu yozlaşmayı görmesine rağmen tepki vermemesi, daha doğrusu verememesidir. Tepkiler ya bireysel yakınmalar seviyesinde kalmakta ya da sosyal medyada "gaz alma" aracına dönüşmektedir. Bu durumda da sistem kendini tehdit altında hissetmez ve varlığını sürdürmeye devam eder. Brecht'in sözü, sadece bir tespit değil, bir uyarıdır aslında: Eğer büyük hırsızlar korunmaya devam ederken bizler susarsak, o zaman sadece adaleti değil, geleceğimizi de kaybederiz.

Ne Yapmalı?

Bu tabloya karşı ne yapmalıyız?

  1. Toplumsal Hafızayı Canlandırmak: Geçmişten bugünü anlamaya yönelik bir şuur inşa edilmeli. Halk, hangi süreçlerle hangi yozlaşmanın içine itildiğini kavramalı.

  2. Medya Okuryazarlığını Yaygınlaştırmak: Algı yönetimine karşı bireyler bilinçlendirilmeli. Her görülen bilgiye inanılmamalı, sorgulama alışkanlığı geliştirilmeli.

  3. Adalet Bilincini Yükseltmek: Hukuk sistemi sadece teknokratik bir alan değil, ahlaki bir zemine de dayanmalıdır. Vicdan sahibi insanların sesini yükseltmesi gerekiyor.

  4. Yerelden Başlayan Dayanışma Ağları: Mahalle bazlı topluluklar, adalet ve şeffaflık taleplerini yerelden başlatarak büyük bir hareket inşa edebilir.

 Toplumsal zilletin panzehri, halkın susmaktan vazgeçip hakikati haykırmasından geçer. Çünkü büyük hırsızların saltanatı, küçük insanların korkusuyla sürer.


Bahadır Hataylı/13.05.2025/Sancaktepe/İST

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Yardım Etmeyecekler Etmiş Gibi Yapacaklar

Bir ayet bazen çağları aşar, zamanın ve mekânın üzerine çöker de bir çığlık gibi yankılanır. Kalbiyle duyan, onunla sarsılır; kulağı mühürlü olan ise sadece rüzgâr sesi sanar. Haşr Suresi’nin şu ayeti işte böyledir:

"Andolsun ki (yurtlarından) çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Onlarla savaşılırsa, yardım etmezler. Şayet yardım edecek olsalar arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da olunmaz." Haşr, 59/12

Bu ayet yalnızca bir tarih notu değil, bugünün dünyasını açıklayan diri bir kelamdır. Gazze, bu ayetin canlı bir şahidi; bizler ise ya şahitliğin hakkını verenleriz ya da sessiz kalarak münafıkların izinden yürüyenler…

Boş Sloganların Ardında Saklanan Yüzler

Bugün sokaklarda, mitinglerde, meclis kürsülerinde ve ekranlarda “Gazze bizim kırmızı çizgimizdir!” diyenleri duyuyoruz. Lakin ağızdan dökülen cümlelerin, kalpten çıkmadığını; eylemle tamamlanmadığını da görüyoruz. Ne zaman ki düşman füzeleri Gazzeli bebeklerin bedenlerini parçalıyor, işte o zaman bu "kırmızı çizgi" denilen şeyin aslında sadece mürekkep olduğunu anlıyoruz. Ne bir adım atılıyor ne bir kararlılık gösteriliyor. O çizgi geçilmiş, ezilmiş, üzerine bombalar yağmış… ama kimse hareket etmiyor. Çünkü ayet buyuruyor: “Yardım edecek olsalar bile, döner kaçarlar.”

Bu ne büyük bir ifşaattır! Allah, onların davranış kodlarını ifşa etmiş:

  • Sadece konuşurlar.

  • Eyleme gelince susarlar.

  • Destek verecek gibi yaparlar ama kendileri bile inanmazlar.

"Biz Sizinleyiz" Diyenlerin Sahtekârlığı

Aynı Haşr suresinin devamında Rabbimiz der ki:

"Siz onların kalplerinde Allah'tan çok kendinizden korku bulursunuz. Bu, onların anlayışsız bir topluluk olmalarındandır.Haşr, 59/13

Bugün sözde liderlerin, sözde alimlerin, sözde cemaatlerin Gazze için hiçbir fiili eylem ortaya koyamamasının sebebi budur: Allah korkusu yoktur. Çünkü Allah’tan korkan, mazlumun yanında saf tutar. Oysa onlar, mazlumların yanında görünür gibi yaparken aslında zalimlerin gönlünü hoş tutmaya çalışır. Her iki tarafa da yaranmaya çalışırken aslında sadece şeytanın safında yer alırlar.

Bu davranış, siyasi ikiyüzlülüğün değil; itikadi bir çürümüşlüğün göstergesidir. Allah’ın yardımına değil, Amerika’nın gazabına odaklanmış bir korku vardır içlerinde. Oysa Kur’an haykırır:

“Onlar, Allah’a değil, insanlara yaranmaya çalışırlar.” Nisa, 4/139

Gerçekten Müslüman mıyız?

Bu noktada asıl sorgulanması gereken biziz. Gerçekten Müslüman mıyız? Yoksa yalnızca Müslüman doğmuş olmakla mı yetiniyoruz?

Eğer bir kardeşimizin evine bomba düşüyorsa,
Eğer bir annenin bebeği kucağında kanlar içinde can veriyorsa,
Eğer bir babanın başında gökyüzü yıkılmışken biz hala ekran başında çay içiyorsak,
Müslümanlık iddiamız bir safsatadan ibaret olabilir.

Çünkü Kur’an diyor:

"Müminler ancak kardeştir." Hucurat, 49/10

Ve başka bir ayette şöyle buyruluyor:

“Eğer siz birbirinize yardım etmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.”Enfal, 8/73

Fitne mi dediniz?

İşte Gazze’de çığlık çığlığa yükselen fitne, işte yeryüzünde dolaşan zulüm, işte Filistinli çocukların mezar taşına dönüşen ay yıldızlı suskunluk… Biz yardım etmediğimiz için bu oldu.

İhanetin Şekli Değişti

İhanet bugün bambaşka görünüyor. Artık ihaneti kılıçla değil, suskunlukla yapıyoruz.
Artık ihanet, düşmanla birlikte saldırmak değil; dostun acısına göz kapamaktır.
Artık ihanet, “ben seninleyim” deyip yalnız bırakmaktır.
Münafıklık artık cübbe giyiyor, sakal bırakıyor, dua ediyor ama bir şey yapmıyor.

Bunlara Kur’an şöyle sesleniyor:

“Allah, münafıkları ve münafık kadınları cehenneme toplayacaktır.” Tevbe, 9/68

Halkları Uyutmak İçin Kurulmuş Cümleler

"Biz Filistin’in yanındayız..."
"Gazze’ye yardım ediyoruz..."
"İsrail’i kınıyoruz..."

Bu cümleler, halkı oyalamak için kurulmuş narkotik cümlelerdir. Halkı vicdanen rahatlatmak ama asla harekete geçirmemek için kullanılır. Bu cümleler, Siyonist düzenle olan iş birliklerinin üstünü örtmek için söylenir.

Bakın ticaret rakamlarına, bakın elçiliklere, bakın ortak projelere…
Bir yandan İsrail’i lanetliyoruz, diğer yandan limanlarımızı onların gemilerine açıyoruz.
Bir yandan "Gazze kırmızı çizgimiz" diyoruz, diğer yandan Tel Aviv’le kucaklaşıyoruz.

İşte bu yüzden Haşr Suresindeki ifadeler birer ayet aynası olarak duruyor karşımızda:
Yardım etmeyecekler, etse bile kaçacaklar.

Çözüm Nerede?

Çözüm; yeniden ayetlere sarılmakta,
Çözüm; ümmetin sancısını kendi sancısı gibi hissetmekte,
Çözüm; konuşmak değil, hareket etmektedir.

Eğer biz bugün hiçbir şey yapamıyorsak:

  • Her gün Gazzeli bir yetimin duasını alacak bir sadaka verelim,

  • Her ortamda bu zulmü anlatmaya devam edelim,

  • Gerçek yardımların yapılması için kamuoyu oluşturalım,

  • En önemlisi, kendi hayatımızda münafıklık emaresi taşıyan tüm tavırlardan arınalım.

Çünkü Rabbimiz, “Ben Müslümanım” diyen herkesten şunu soracaktır:

“Mazluma yardım etmeye neden koşmadın? Elinle yapamadın, dilinle neden kınamadın? Onu da yapamadın, kalbin neden rahatsız olmadı?”

Ayetler Bizimle Konuşuyor, Yüzümüzü Onlara Döndük mü?

"Onlara yardım edecek olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da olunmaz."

Bu ayet bugün saraylara, meclislere, cemaat merkezlerine, büyükelçilik binalarına konuşuyor.
Ama en çok da kalplerimize konuşuyor.
Sen kaç kez kaçtın?
Sen kaç kez susup gözünü kapadın?
Sen kaç kez “elimden bir şey gelmiyor” bahanesine sığınıp hiçbir şey yapmadın?

Unutma: Hiçbir şey yapmamak da taraf olmaktır.

Yeniden Başlamak İçin...

Bugün hesaplaşmanın tam vaktidir.
Kendi içimizde samimiyetimizi tartmanın,
“Ben gerçekten mümin miyim?” sorusunu sormanın vaktidir.
Ve eğer bu soruya cevabımız net değilse,
hemen tövbe edip, zulme karşı safımızı belirlemek zorundayız.

Allah, adil olanları sever.
Zulme sessiz kalanları ise sevmez.
Yüzüne sürdüğü ateşi soğuk su sananları ise kıyamet günü alevle tanıştırır.

Gazze yalnız değildir.
Yeter ki biz yalnız olmadığımızı hatırlayalım.
Yeter ki “Ben ne yapabilirim ki?” demekten vazgeçelim.
Ve yeter ki, suskunların safında değil; hakkın yanında olmanın utkusunu taşıyalım.

Yoksa o gün geldiğinde, biz de arkalarını dönüp kaçanlardan sayılırız.
Ve hiç kimseye yardım edilmeyecek o günde,
bizim de yanımızda kimse olmayacaktır.

Bahadır Hataylı/26.05.2025/Sancaktepe/İST

Dostluk Değil Zillet Gazze Gerçeği Üzerine Yüzleşme



“Allah, ancak dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim de onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” Mümtehine Suresi 60/9

1. Bir Ayetin Aynasında Yüzleşme Zamanı

Gazze yanıyor…
Çocuklar taşların altında eziliyor…
Kadınlar infaz ediliyor, yaşlılar susuzluktan ve bombardımandan can veriyor.
Bir millet, topyekûn açlıkla, kıtlıkla, ilaçsızlıkla boğuşuyor.
Ve bu kıyımı yapanlar, yalnızca savaş uçakları değil.
Bu kıyımı yapanlar, o ayette açıkça anlatılanlardır: “Sizinle dininizden dolayı savaşanlar, sizi yurtlarınızdan çıkaranlar ve çıkarılmanıza yardım edenler.”

Ve Allah, bu kesimle dost olunmasını yasaklamıştır.

Oysa bugün, dünyanın dört bir yanında “Müslüman” olduğunu iddia eden yönetimler, bu siyonist yapının elini tutmakta, onunla iş yapmakta, askerî işbirlikleri kurmakta, istihbarat paylaşmakta ve dostluk ilişkilerini derinleştirmektedir. Daha da kötüsü, bu yönetimlere oy veren, onları alkışlayan kitleler, bu zulmü meşrulaştırmaktadır.

2. Ayette Geçen Üç Kategori ve İsrail’in Rolü

Allah’ın “dost edinmeyin” dediği üç temel özellik:

  1. Dininiz yüzünden sizinle savaşanlar

  2. Sizi yurtlarınızdan çıkaranlar

  3. Sizi yurtlarınızdan çıkarmak için başkalarına yardım edenler

A) İsrail, dinimizle savaşmıyor mu?

Elbette ki savaşta. Kudüs’ü Yahudileştirme projesi, Mescid-i Aksa’ya yapılan saldırılar, Ramazan’da yapılan baskınlar… Bunlar, İslam’a ve Müslümanlara karşı doğrudan bir savaştır.

B) İsrail, Filistinlileri yurtlarından çıkarmadı mı?

1948 Nakba’sından bu yana milyonlarca Filistinli mülteci konumuna düşürüldü. Sadece Gazze değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yerleşimciler eliyle yurtlar gasp edilmekte.

C) İsrail’e yardım edenler var mı?

Batılı emperyalist devletler, başta ABD olmak üzere doğrudan askerî, ekonomik ve diplomatik destek sağlıyor. Fakat en acı gerçek şu: Müslüman ülkelerin birçoğu da bu yapıya dolaylı ya da doğrudan destek veriyor.

3. Zulümle Dostluk- Müslüman Yönetimlerin İhaneti

Bir zamanlar İslam adına yola çıktığını söyleyen pek çok iktidar, artık siyonistlere “ticaret ortağı” olmuş durumda.

  • İsrail’le ticaret hacmi artıyor

  • Elçilikler yeniden açılıyor

  • Turizm, teknoloji, tarım anlaşmaları imzalanıyor

  • Ordular arasında “tatbikat” yapılıyor

  • Kültürel etkinliklerde el ele pozlar veriliyor

Bütün bunlar yaşanırken, Gazze’de 7 yaşında bir çocuk annesinin cansız bedenine sarılarak ağlıyor. O sırada bir Müslüman ülke, İsrail’e zeytinyağı, çimento, boru, demir satıyor. Hatta İsrail tanklarının geçtiği yolların asfaltını döküyor.

 Gerçekleri Haykıralım:

“Gazze yanarken, ticaret dostluk değil ihanettir!”

“Zalimin silahına vidanı, mazlumun feryadına gözünü kapatan Müslüman olamaz!”

“Siyonist’in dostu, ayetin düşmanıdır!”

“Kudüs ağlarken kahkaha atan saraylara lanet olsun!”

“Zulümle yürüyenle secde kabul olmaz!”

4. İman Sadece Namazla Değil, Tavırla da Ölçülür

Kur’an, inancın yalnızca ibadetle değil, kimden yana tavır aldığınla da ölçüldüğünü söyler. Mümtehine  Suresi 9. ayeti de bu netliği gösterir. Eğer sen, düşmanını dost edinmişsen; eğer sen, mazlumu görmezden gelip zalimin sofrasına oturmuşsan;

Sen zalimlerin ta kendisisin.

Bugün, sokaktaki Müslüman dahi ikiye ayrılmıştır:

  1. Mazlumdan yana olanlar

  2. Zalimin yanında susanlar ya da ona tapanlar

5. Bu Ayet Neden Çok Net?

Çünkü Allah, dostluğu sadece gönül bağı olarak görmez. Kur’an’daki “velayet”, siyasi, ekonomik, sosyal destek ve bağları da kapsar. Bugün bir devletin İsrail’e elçilik açması, ticaret yapması, askeri işbirliği kurması işte bu “velayettir.

Ve Allah buyurur:

“Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendisidir.”

6. Gazze, Sadece Filistin’in Değil; Bizim Sınavımızdır

Gazze, şu an Kur’an’ın ayetleriyle bizim ahlâkımızı test ediyor.

  • Kimin vicdanı var?

  • Kim dostu kim düşmanı biliyor?

  • Kim Allah’ın emrine uyuyor, kim dünyalık için zalimlerle saf tutuyor?

7. İsrail’le Ticaret Edenin Cuma’sı Kabul Olur mu?

Ey camide ön safa geçenler,
Ey iftar sofralarında “Gazze” duası yapan ama sonra İsrail malı alanlar,
Ey yönetenler ve destekleyenler,

Şunu bilin:

“Zalimle oturulan masanın duası arşa çıkmaz.”

Siyonistlerin fabrikalarına para akıtan her el, Gazze’de yıkılan her evin tuğlasına kan bulaştırmaktadır.

8. Yöneticilere Çağrı Değil, Hesap Hatırlatması

Allah, sadece bireyleri değil, yönetenleri de sorumlu tutacaktır.

  • İsrail’e hava sahasını açanlar

  • Siyonist heyetleri protokolle karşılayanlar

  • Silah ihracatı yapanlar

  • Onlarla “stratejik müttefik” olduğunu ilan edenler

ZALİMLERİN TA KENDİLERİDİR.

Bu ayet bir siyasi manifesto değil; bir kıyamet çağrısıdır. Bu dünyada kurulmuş tuzaklarla, o mahşerde kurtulamazsınız!

9. Halklara da Uyarı-Onlara Oy Veren, Aynı Günaha Ortaktır

Sadece yönetenler değil, onları seçen, destekleyen, öven herkes de bu suça ortaktır. Allah’ın hükmü gayet net:

“Kim onları dost edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir.”

Bu, bir ilişki biçimi değil, bir aidiyet bildirgesidir.

10. Artık Slogan Değil, Saf Belirleme Zamanı

Gazze’de soykırım sürerken, senin sessizliğin, işgalcinin ekmeğidir. Bu saatten sonra her Müslüman şu dört kelimeyle safını belli etmelidir:

“Zalimle dost olmam!”

Bu, sadece bir söz değil, bir direniş yemini olmalıdır.
Çünkü bu ayet, sadece bir uyarı değil;
Bir ölçüdür.

Zulmü Dost Edinme – Ayetin Alevli Çağrısı

Bir çocuğun cesediyle oynayan askerlerle ticaret yapılmaz.
Bir annenin cesedini çiğneyen tanklara asfalt dökenlerle barış kurulmaz.
Siyonistlerle dostluk kuran, Kur’an’la savaşır.

“Zalimle dost olan, mazluma düşmandır.”

“Siyonist’in dostu, Mümtehine Suresi’nin düşmanıdır.”

“Gazze ağlarken susan, kıyamette nasıl konuşacak?”

“Müminin eli, zalime uzanmaz; onun sofrasına oturmaz.”

Son sözüm şudur.....

Ey Müslüman!

Eğer Kur’an’dan yana isen, dostluklarını gözden geçir.
Eğer Gazze’nin çığlığını duyuyorsan, yöneticini sorgula.
Eğer mahşerde “Ben zalim değildim!” demek istiyorsan, bugün konuş.

Çünkü bu ayet sadece geçmişi değil, bugünü de yazıyor.
Ve kim nerede durduysa, ona göre yazılıyor defteri.

Mümtehine Suresi 9. ayeti; siyonistlerle ilişkileri sürdüren, hatta ticareti ve stratejik dostluğu derinleştiren Müslüman yönetimlere ve bu ihaneti destekleyen halklara çok açık ve keskin bir uyarıdır:

“Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”

Erol Kekeç/21.05.2025/Sancaktepe/İST 

Zilletin eşiğinde Bir Ümmete Çağrı



“Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin...” (Mümtehine 60/1)

Bu ayet sadece bir tarihî vesika değil, her asırda yeniden dirilen ve müminlerin kalbine düşen bir ilahî uyarıdır. Bu çağrı bugün, İslam ümmeti için her zamankinden daha hayati, daha yakıcı ve daha uyarıcıdır.

Zira bizler, Allah’ın düşmanlarını dost edinen, onların projelerine gönüllü katılan, onların değerlerini kendi medeniyet değerlerinin önüne koyan; kalben onlara meyletmekle kalmayıp, siyasi, kültürel ve iktisadi olarak da onların yoluna rıza gösteren bir toplum haline geldik. Ayetin ifadesiyle, inkar edenler bizim düşmanımızken biz, onlara sevgi ile yöneliyoruz. Onlar, Allah’ın Resulünü ve onun izinden gidenleri yurtlarından çıkarmışken, biz onlara meşruiyet, dostluk ve hatta sadakat sunuyoruz.

1. Ayetin Işığında Günümüz İslam Dünyası

İslam ülkelerinin çoğu, bugün Batılı güçlerle stratejik ortaklıklar kurmuş, onların askeri üslerine ev sahipliği yapar hale gelmiş, siyasi kararlarını Batı merkezli uluslararası kurumların onayına bağlamış durumdadır. Bu hal, yalnızca bir siyaset meselesi değildir. Bu, doğrudan doğruya ayette bahsedilen "onlara sevgi besleme" suçunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu bir kalp bozulmasıdır, bir yön tayinidir.

Ayetin devamı çok açıktır: "Benim yolumda cihat etmek ve rızamı aramak için yola çıktıysanız..." diyor Rabbimiz. Yani Allah’ın rızasını isteyen bir kul, O'nun düşmanlarına gizliden gizliye sevgi besleyemez. Bugün biz ne yaptık? Allah yolunda cihat iddiasında bulunup, aynı zamanda Batılı kurumlarla gönül bağı kurduk. Onların ideolojilerini, söylemlerini, ekonomik sistemlerini ve eğitim modellerini kendi toplumlarımıza taşıdık.

2. Eğitim Sisteminde Zillet

Bugün İslam coğrafyasındaki eğitim sistemleri Batı'dan kopyalanmış, seküler paradigmanın içine gömülmüştür. Modernleşme adına Kur'an ve sünnetin hikmetinden kopmuş, çocuklarımıza ahiret bilinci değil, kapitalist rekabet ideolojisi aşılanmaktadır.

Okullarımızda Allah korkusu değil, başarı kaygısı öğretiliyor. Gençliğimizin zihnine "dünya hayatı her şeydir" düşüncesi kazınıyor. Peygamber'in yoluna yönlendirmek yerine kariyer planı yapılması teşvik ediliyor. İşte bu, Rabbimizin düşmanlarını veli edinmenin başka bir şeklidir. Bu sistemin ideolojik temellerini oluşturan Batılı düşünürler, Allah’ın varlığını inkâr etmiş kimselerdir.

Biz ise onların felsefesini temel alıp toplumumuzu bu sistemle terbiye etmeye çalışıyoruz. Bu, ayetin ifadesiyle, doğru yoldan sapmaktır.

3. Ekonomi ve Faiz Sarmalında Bir Ümmet

İslam ekonomisinin temel ilkesi olan faizin haram kılınmasına rağmen, bugün birçok İslam ülkesi ekonomik sistemlerini faiz üzerine inşa etmiştir. Merkez bankaları faizle çalışmakta, borçlanmalar Batılı bankalardan faizle yapılmakta ve halkın her geçen gün beli bu faiz yüküyle kırılmaktadır.

Bu sistemin finansal merkezleri olan kuruluşlar, küresel kapitalizmin merkezleridir. Dünya Bankası, IMF gibi kurumlara teslim olan Müslüman yönetimler, kendi halklarını sömürgeciliğin modern versiyonlarına teslim etmektedir. Bu da yine ayette anlatılan dost edinme suçunun, ekonomik hayattaki yansımasıdır.

4. Medya ve Kültürel İşgal

İslam coğrafyasının gençliği bugün Hollywood yapımı filmlerle büyümekte, Batılı müziklerle duygulanmakta, onların sosyal medya algoritmalarıyla düşünmekte ve karar vermektedir. Modadan estetik anlayışına, dil kullanımından mizah anlayışına kadar her şey Batı'dan ithaldir.

Kendi medeniyetimizin ürettiği muhteşem ilim, sanat ve edebiyat bir kenara atılmış, yerine TikTok videoları konulmuştur. Üstelik bu yozlaşmaya karşı mücadele edenler, gerici, yobaz, çağdışı olmakla itham edilmekte; modern Batılı yaşam tarzını eleştirmek, suç gibi görülmektedir.

5. Siyasi Zillet- İsrail ile İlişkiler

Ayetin en somut tezahürlerinden biri, İsrail ile kurulan ilişkilerde gözlemlenir. İsrail, Filistin'i işgal etmiş, çocukları, kadınları, yaşlıları katletmiş, kutsal değerlerimizi aşağılamış bir terör devletidir.

Ancak birçok İslam ülkesi, bu katil devletle diplomatik ilişkilerini sürdürmekte, ticaret hacmini arttırmakta, hatta askerî iş birliklerine girmektedir.

Bunları yapanlar, "İslam dünyasının liderleri" olarak anılmakta, dini söylemleri bolca kullanan siyasi figürler dahi bu ilişkileri meşru göstermektedir.

Bu zilletin adı, Allah'ın düşmanlarını veli edinmektir. Bu, doğrudan ayetin tarif ettiği ihanetin kendisidir.

6. Batının Tanımladığı Barışa Teslim Olmak

Batı'nın öne sürdüğü barış anlayışı, İslam'ın izzetli duruşunu törpüleyen, Müslümanların cihad ve mücadele azmini kıran bir söylemdir. Barış adı altında mazlumların susması, zalimlerin egemenliğini sürdürmesi istenmektedir.

Bu sahte barışın adı "normalleşme" olmuştur. İsrail'le normalleşme, Batı değerleriyle normalleşme, kapitalist sistemle normalleşme...

Oysa Kur'an'da barış; adaletin tesis edilmesi, zalimin durdurulması ve hakkın ayakta tutulmasıyla mümkündür. Barış, zalimle kucaklaşmak değil; mazlumun hakkını almaktır.

7. Ümmet Bilincinin Kaybı

Ayette geçen "benim ve sizin düşmanınız" ifadesi, Müslümanların ortak bir bilinçle hareket etmelerini zorunlu kılar. Bu, ümmet olmanın gereğidir. Ancak bugün İslam dünyası, milli sınırlar içinde parçalanmış, ümmet bilinci ulusçulukla yok edilmiştir.

Müslümanlar birbirine yabancılaşmış, biri zulüm görürken diğeri susar hale gelmiştir. Yemen'de, Gazze'de, Arakan'da, Doğu Türkistan'da yaşananlar İslam dünyasında derin bir refleks doğurmamakta; ümmetin acısı, TV kanallarının haber bültenleriyle sınırlı kalmaktadır.

Bu da gösteriyor ki; biz, Allah yolunda cihada çıkma iddiasında bulunup, düşmanla dostluk kurarak en temel emre isyan halindeyiz.

8. İslami Cemaatlerin Durumu

Dini cemaat ve gruplar bile zamanla sekülerleşmiş, kendi çıkarlarını öncelemeye başlamıştır. Hedefi Allah rızası olan yapılar, siyasete angaje olup ilkeyi değil stratejiyi öncelemeye başlamıştır.

Kimileri Batılı fonlarla, kimileri siyasi iktidarların gölgesinde faaliyet gösterir hale gelmiştir. Bu da yine "düşmana sevgi beslemek" suçunun kolektif biçimidir.

9. Çözüm: Gerçek Bağlılık ve İzzetli Direniş

  • Müslümanlar, dostluklarını ve düşmanlıklarını sadece iman ekseninde belirlemelidir.

  • İzzet, sadece Allah'a teslimiyettedir; O'nun düşmanlarına yönelmek zilletin en derinidir.

  • Her birey, önce kendi hayatında, sonra ailesinde ve toplumunda bu ayetin gereğini yerine getirmelidir.

  • Ekonomik bağımsızlık, eğitimde özgünleşme, medya ve kültürde köklü reformlar şarttır.

  • İslami liderler, gerçekten Allah yolunda olanlarla ittifak kurmalı, zalim güçlerle bağlarını koparmalıdır.

  • Ümmet bilinci yeniden inşa edilmeli, sınırları aşan kardeşlik tesis edilmelidir.

Bu Ayet Sadece Okunmaz, Yaşanır

Bu ayet, sadece bir uyarı değil; bir yön tayinidir. Bu ayetle yaşayanlar izzet bulur, ayeti sadece okuyup ihanet edenler zillete mahkum olur. Bugün içinde bulunduğumuz zillet, ayetin uyarılarına kulak tıkamamızın sonucudur.

Artık bu ayeti sadece tefsir kitaplarında değil, zihinlerimizde ve hayatlarımızda tefsir etme zamanı gelmiştir. Allah’ın düşmanlarını dost edinenlerin âkıbeti hüsrandır.

Bu çağrı, hâlâ kulak verenlere hayatı yeniden inşa edecek kadar güçlüdür. Öyleyse bu ayetle yaşa, bu ayetle yürü, bu ayetle diren ve bu ayetle Allah’a doğru izzetle yüksel.

"Onlar bir ateş ister, sen bir nur ol. Onlar bir zillet, sen bir izzet ol. Onlar bir yalan, sen bir hakikat ol. Allah yolunda olmak; kalbinde sevgi, elinde kılıç, gözünde ahiret olmaktır..."

Erol Kekç/25.04.2025/Sancaktepe/İST

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Allah’a Ait Mirasın Önünde Bencilliğin Utancı



Kapitalist Çağda Müslümanların İnfakla İmtihanı

Kur’an-ı Kerim’de Hadîd Suresi 10. ayet, şu açık ve sarsıcı ifadeyle bizleri derin bir sorguya davet eder:

"Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olmasına rağmen, ne oluyor size ki infak etmiyorsunuz? İçinizden, fetihten önce infakta bulunup savaşan (kimse, böyle olmayanla) bir olmaz. Bunlar Allah katında, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha büyük bir dereceye sahiptir. (Bununla beraber) Allah, hepsine güzellik vadetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."

Bu ayet, infakın sadece maddi değil aynı zamanda ahlaki, vicdani ve imani bir sorumluluk olduğunu açıkça ortaya koyar. Ne var ki, günümüzde özellikle kendini Müslüman olarak tanımlayan toplumlar arasında, bu ilahi çağrının ruhuyla yaşamak bir yana, tam zıddı bir yaşam biçimi neredeyse makbul ve doğal hale gelmiştir.

Kapitalizmin Kutsadığı Eşya Tanrısı

İçinde yaşadığımız dünya, her şeyi meta haline getiren, değeri yalnızca piyasadaki fiyatıyla ölçen bir sistemin, yani kapitalizmin kuşatması altındadır. Bu sistemde başarı, yığmakla; değer, sahip olmakla; mutluluk, tükettikçe gelir. Ne yazık ki bu anlayış, İslam dünyasına da sirayet etmiş ve ayette sözü edilen infak ruhunu âdeta boğmuştur.

İnfak, Allah için vermek; malı, zaman ve emeği hak yolunda harcamaktır. Oysa bugün, Müslüman bireyler servetlerini artırma, mülk edinme ve zenginliği koruma yarışına girmiştir. Zekât bile, yılda bir kez verilen asgari bir yükümlülük olarak küçümsenmekte; sadaka, gösterişin aracı haline gelmektedir. Birçok zengin, lüks arabalarına bine bine camiye gelirken, caminin kapısında açlıktan yüzü sapsarı olmuş bir çocuk görse, belki ona acır ama cebindeki servetin binde birini vermeyi düşünmez.

Açlıkla Sınanan Kardeşler, İsyanla Boğuşan Kalpler

Bugün Gazze'de, Yemen'de, Somali'de, Afganistan'da, Sudan'da binlerce çocuk açlıktan, susuzluktan ölüyor. Peki bu çocuklara yardım elini kim uzatıyor? Müslüman ülkelerde milyar dolarlık savunma bütçeleri, lüks oteller, saraylar, futbol kulüplerine aktarılan paralar varken; neden bu kardeşlerimize adil bir infak ulaşmıyor? Cevap acı ama net: Kalplerimiz taşlaştı. Merhametimiz çıkarımıza bağlandı. Allah’ın verdiği malı, sanki kendi kudretimizle kazanmışız gibi sahiplendik.

Bu durum, Hadîd 10’un ruhuna doğrudan aykırıdır. Ayet, mülkün Allah’a ait olduğunu, bizimse sadece onun geçici emanetçileri olduğumuzu açıkça bildiriyor. O halde, kendini mülkün sahibi sanan kişi, aslında Allah’a karşı hırsızlık yapıyor demektir. Bu, sadece maddi bir suç değil; aynı zamanda imani bir ihanettir.

Fetihten Önce ve Sonra Müminin Sınavı

Ayetin dikkat çekici yönlerinden biri de, fetihten önce infakta bulunan ve mücadele eden müminlerin üstünlüğüne vurgu yapmasıdır. Çünkü gerçek imtihan, ortalık karanlıkken Allah’a güvenerek adım atmaktır. Zaferden sonra infakta bulunmak, herkesin alkışladığı bir ortamda iyilik yapmaktır ki, bunun değeri kuşkusuz fetihten öncekiyle bir tutulamaz.

Bu bağlamda, günümüz dünyasında fetihten önce infakta bulunmanın karşılığı, kriz zamanlarında, açlığın, zulmün kol gezdiği anlarda malı, zamanı ve enerjiyi Allah için harcamaktır. Bugün dünyada açlıktan kırılanların olduğu bir vakitte, alışveriş merkezlerinde binlerce liralık harcamalar yapan, evinde 3 klima, 4 televizyon, 2 araba olan Müslümanlar, acaba Allah katında fetihten önce infakta bulunanlardan mı sayılır, yoksa lüks ve rehavetle imtihanı kaybedenlerden mi?

Müslümanın Kapitalistleşmesi Ayetle Zıt Bir Hayat

Kapitalist sistemin en büyük etkisi, Müslümanların, hayatı kazanma-yığma döngüsüne sıkıştırmasıdır. Yani öyle bir anlayış oluşmuştur ki, insanlar zengin olmayı “Allah’ın lütfu” olarak görüp yoksulluğu “kendi suçu” gibi yorumlamaya başlamışlardır. Oysa İslam’a göre asıl lütuf, verilen nimeti paylaşma ahlakıdır.

Zenginliğin sınanması, infakla olur. Hz. Osman, Tebük Seferi’nde tüm servetini ortaya koyduğunda, Allah Resulü onu “cennetle” müjdelemişti. Bugün o servetin yüz katına sahip olanlar, bırakın servetini vermeyi, bir lokma paylaşmayı bile zül kabul eder hâle geldiler. Sosyal medya hesaplarında “yardım ettikleri” kişilerin görüntülerini paylaşarak, sadakalarını bile gösteriye çevirdiler.

Modern Müslümanın Bahaneleri

Bugün Müslümanların infak etmemesi için sayısız bahaneleri var:

  • “Kime yardım edeceğimiz belli değil, dolandırıcı çok.”

  • “Önce kendi ailemi geçindirmem lazım.”

  • “Zaten devlet yardımlar yapıyor.”

  • “Ben de zor geçiniyorum.”

Ancak bu bahaneler, ayetin önüne konduğunda buhar olur gider. Çünkü Allah sorar: “Göklerin ve yerin mirası bana aitken, siz neden infak etmiyorsunuz?”

Bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü infak etmek bir seçenek değil; iman edenler için bir zorunluluktur. İmanı olanın, imkanı da vardır. Azdan verir, çoktan verir ama mutlaka verir.

Ne Yapmalı?

  1. İlk Adım: Gönül Temizliği – Malın gerçek sahibinin Allah olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız. Her şeyin bir gün bizden alınacağını, bize sadece bir süreliğine verildiğini içselleştirmeliyiz.

  2. Düzenli İnfak Alışkanlığı – Maaş gelirinin veya kazancının belli bir kısmını düzenli olarak paylaşmak gerekir. Bu, yalnızca zekâtla sınırlı olmamalı; sadaka, vakıf, burs, yardım gibi alanlara da yönelmelidir.

  3. Gizli ve Sessiz Yardım – Yardım ettikçe reklamını yapmamalı. “Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek” anlayışı içselleştirilmelidir.

  4. İsrafa Son Vermek – Lüks harcamalardan kaçınıp ihtiyaç fazlasını infaka yönlendirmek, gerçek bir dönüşüm sağlar. Bu, hem bireyi hem toplumu arındırır.

  5. Mazlumların Yanında Olmak – Gazze, Yemen, Afrika gibi yerlerde yardım bekleyen kardeşlerimiz için hem dua hem maddi destek esirgenmemelidir. Onlara yardım etmek, sadece insani değil; imani bir görevdir.

Hadîd Suresi 10. ayet, yalnızca bir nasihat değil; bir uyarıdır. Bugün lüks içinde yaşayan, mal yığan, infakı unutan Müslümanlar; yarın bu ayetin hesabıyla karşılaşacaklardır. O gün "ben bilmiyordum" demek kurtarmaz.

Unutmayalım:

“Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah onu kat kat artırır.” (Bakara /245)

Bugün ihtiyacımız olan şey, kapitalizmin öğrettiği bencillikten sıyrılıp Kur’an’ın çağrısıyla kardeşliği yeniden inşa etmektir. İnfak etmeyen bir toplum, sonunda yığdığı malın altında kalır ve yok olur. Bu, sadece ekonomik bir çöküş değil; ahlaki ve imani bir iflastır.

O yüzden soralım:

Ne oluyor bize ki infak etmiyoruz?

Erol Kekeç/23.05.2025/Sancaktepe/İST

23 Mayıs 2025 Cuma

Kukla Yöneticiler ve Sessiz İşgallerin Hikâyesi



İçten Pazarlıklı Yöneticiler ve Halkın İflası

(Görünenin Ötesinde Bir Yönetim Gerçeği)

Modern ticaretin ve siyasetin iç içe geçtiği coğrafyalarda, yöneticilik artık yalnızca bir şirketi büyütmek veya bir halkı kalkındırmak anlamına gelmiyor. Yönetici pozisyonuna getirilen birçok kişi, aslında bir şirketin ya da kurumun değil, o bölge ticaretine yön veren derin ekonomik güçlerin taşeronudur. Görevi sadece organizasyonel verimlilik sağlamak değil; aynı zamanda bu ekonomik ağın, gölgede kalan mimarlarının stratejilerine sadakatle hizmet etmektir.

Bu yazıda, yöneticilik adı altında sistemli bir tasfiye ve yönlendirme süreci nasıl işletiliyor, bu sürecin arkasındaki niyetler nelerdir, buna neden olan yapılar nasıl çalışıyor ve sonuçta toplumlar nasıl kandırılıyor; tüm bu sorulara ikna edici, sorgulayıcı ve akılcı cevaplar sunacağız.

1. Yönetici mi, Taşeron mu? Görev Tanımının Ötesi

Bir şirkete, kuruma ya da kamu birimine atanan yönetici, görünüşte bağımsızdır. Fakat çoğu zaman bu bağımsızlık bir illüzyondan ibarettir. Özellikle "bölgesel ticaret"i belirleyen bir merkezin, çıkarlarını gözeterek yaptığı bir atama söz konusuysa, yöneticinin kaderi çoktan belirlenmiştir.

Bu tür yöneticilerden beklenen:

  • Rakip firmaların zayıflatılması,

  • Kendi destekledikleri firmaların güçlendirilmesi,

  • Kamuoyunda başka bir izlenim yaratılması,

  • Ve gerekirse “sistemle kavga ediyor” imajı verilmesidir.

Yani yöneticilik, sadece bir idari sorumluluk değil, aynı zamanda ekonomik manipülasyonun parçası haline getirilmiştir. İçten içe başka planların yürütücüsüdür.

2. "Ben Bildiğimi Okurum" Yanılgısı-Sözde Bağımsızlık

Birçok yönetici, ilk başta bu sistemin farkında olmayabilir ya da "Onların isteklerine tamam derim ama sonra kendi bildiğimi yaparım" gibi bir yanılgıya kapılır. Oysa sistem buna izin vermez.

Çünkü yöneticinin her icraatı, yukarıdan gelen “ticari menfaat” süzgecinden geçirilir. Her karar, bir başka taşın hareketini etkiler. Ve çoğu zaman “kendi bildiğini okuduğunu sanan” yönetici, yaptığı her şeyin aslında gölgelerde planlanmış senaryonun bir parçası olduğunu fark ettiğinde, iş işten geçmiş olur.

Yani aslında okuduğu kendi kitabı değil, eline tutuşturulan ezber metindir.

3. Rakip Firmalar-Sistem Dışı Olanların Tasfiyesi

Bu tür sistemde rakip firmalar, oyunun kurallarını bilmiyorsa kısa sürede tasfiye edilir. Çünkü yeni yönetici, görünürde tarafsız davranır ama icraatları hep belirli firmalara yarar sağlar. Rekabet gibi görünen süreç, aslında sistemin lehine kurgulanmış bir tasfiye planıdır.

Sistem şu şekilde işler:

  • Rekabet serbesttir ama rekabetin yönü belirlenmiştir.

  • Tedarik zinciri görünürde açıktır ama bazı firmalar hep önceliklidir.

  • Kredi ve destekler herkese sunulmuştur ama ulaşılabilirliği ayrılmıştır.

  • Medyada herkes konuşur ama algı bir merkezin elindedir.

İşte bu yapı, adeta görünmez bir ticaret diktatörlüğüdür.

4. Psikolojik Tuzak- “İki Arada Bir Derede Kaldım” Hissi

Bu sistemin içinde görev yapan bir yönetici, kısa sürede bir ikilem yaşamaya başlar. Çünkü rakip firmaların eleştirisi büyürken, yukarıdan gelen baskı da artar. Yönetici, bir yandan "kendi bildiğini yapıyor" gibi görünmek ister ama diğer yandan sistemin devamı için “uyumlu” olmak zorundadır.

Bu noktada sistem yöneticiyi yalnız bırakmaz. Hemen bir "yeni senaryo" devreye sokar:

  • "Bize istediğini söyleyebilirsin, istersen küfret bile…"

  • "Yeter ki bizim ticaretimize zarar verme."

  • "Sana güveniyoruz, sen bizim için bir önemlisin."

Yani yöneticiye "rol yapma hakkı" tanınır. Ama bu rol, sadece ticari çıkarların korunması için izin verilen bir maskedir. Bu, aynı zamanda halkın gözünde bir "bağımsız yönetici" imajı oluşturmanın yöntemidir.

5. Bayilere Mesaj: Sistemden Korkanlar İçin Yeni Umut

Birçok yönetici, pozisyonunu koruyabilmek için alt kademe iş ortaklarını da sistemin parçası haline getirmek zorunda kalır. "Bunlar zaten batacak, benimle yürürseniz sizi kurtarırım" diyerek sadakat sağlar.

Bu tavır, aslında şu mesajı içerir:

  • "Sistem çökecek, ama çöküşten önce en iyi pozisyonu alan kurtulur."

  • "Ben sistemin yöneticisiyim ama aynı zamanda sigortanızım."

  • "Ben gittiğimde sizi kimse tanımaz ama ben varsam sizi yeni düzene taşırım."

Bu tür yöneticiler, sistemin çöküşünün yükünü de alt kademelere taşıyarak kendilerini sağlamlaştırır. Aslında kendi kurtuluşlarını, başkalarının korkusuna bağlamışlardır.

6. Tablonun Coğrafyadaki Yansıması: Halkın Sessiz İflası

Bu süreç sadece bir şirket meselesi değildir. Aslında bu, coğrafyamızda yaşanan siyasi ve ekonomik yönetim anlayışının bir izdüşümüdür.

Yani:

  • Görünen liderler aslında atanmış kuklalardır.

  • Yapılan tüm politikalar, bölgesel veya küresel güçlerin çıkarına hizmet eder.

  • Halk, bu yönetimlerin ‘yerli ve milli’ olduğuna inanır ama onlar sadece sistemin onayladığı oyunculardır.

Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz yönetici gibi…

Onun yaptığı her şey sistemin işine yaramaktadır. Halk ise bu yöneticiyi bazen kahraman, bazen muhalif, bazen kurtarıcı zanneder. Oysa aslında o, halkı kandırmakla görevli bir ikna memurudur.

7. Gerçekle Yüzleşmek: Kurtuluş Nedir?

Bu yazının sonunda sorulması gereken en önemli soru şudur:

“Bu yöneticilerden, bu sistemden kurtulmanın yolu nedir?”

Cevap şudur:

  • Gerçek liderleri atanmışlar değil, seçilmişler belirler.

  • Ticari politikalar, halk yararına değil rant ağına hizmet ettiğinde sorgulanmalıdır.

  • “Bize hizmet ediyor” gibi görünen yöneticiler, aslında hangi çıkar ağlarına hizmet ediyor, bu sorulmalıdır.

  • Ve en önemlisi: Maskelere değil, maskenin altındaki gerçek yüzlere bakılmalıdır.

Kör Kuyuda Kandırılmış Bir Hayat

Yukarıda anlattığımız yöneticilik modeli, sadece ticari firmaları değil, ülkeleri, halkları, kurumları, eğitim sistemlerini, belediyeleri, medyayı ve hatta dini yapıları bile yönetmektedir.

Bugün yaşadığımız “modern sistem” aslında, küresel çıkar merkezlerinin yerli taşeronlar eliyle halkları sömürdüğü kurgulanmış bir sahnedir.

Bu sahnede yönetici, oyuncudur.

Halk, seyircidir.

Ve büyük illüzyon budur: Halk, kendi geleceğini izlediğini sanırken aslında başkalarının senaryosunda figüran olmayı seçmektedir.

Bahadır Hataylı/23.05.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!