Bir sabah, şehrin ıssız sokaklarında, postacının sırtında taşıdığı ağır yük gibi bir gerçeğin ağırlığı da yavaş yavaş omzuma çöktü. Elinde onlarca zarf vardı. Her biri devletin mührüyle mühürlenmiş, kalın kaşelerle damgalanmış gri zarflar. Merak ettim, sordum: "Hemşo, nedir bu kadar resmi zarf?"
İç çekti. Yüzünde hem yorgunluk, hem bezginlik: "Hocam, trafik cezası... İcra bildirgesi... Başka bir şey yok vallahi. Her gün bunlarla dolu çantam."
Önce şaşırdım. Sonra öfkelendim. Sonra, içimden ince bir alay geçti... Ya dedim kendi kendime, belki de devletimiz bizi düşünüyordur. Hani olur ya, kötü gün akçeleri tükendi. Milleti harcamaktan korumak için ceza üstüne ceza kesiyordur belki. Şimdi ceza yaz, sonra ‘bak ben seni israftan korudum’ diye ödül bekle…
İşte böyle bir ironinin kıyısında, bugünün Türkiye’sinde, 23 yılın sonunda, insanı yaşatmaktan çok bıktıran bir yönetimin hicvini yazmak farz oldu. Bu yazı, bir karikatür değil, bir ağıttır. Hicivle yazılmış ama içinde gözyaşı kurumuş bir çığlık barındırır. Adına “yaşam” denilen şeyin, nasıl adım adım “yaşanmaz” bir hale getirildiğinin resmidir bu.
Ceza Devleti Vatandaşı Soymanın Modern Yolu
Eskiden devletin görevi, vatandaşını korumaktı. Onu eğitimle, sağlıkla, adaletle güçlendirmekti. Şimdi devlet, vatandaşı nasıl soyacağını hesaplayan bir şirket gibi çalışıyor. Ana caddelere gizlenmiş radarlar, şehirlerin köşe başlarına konmuş MOBESE kameraları, uyarısız hız sınırı düşürmeler... Her biri tuzak. Ve bu tuzaklara düşen insanlar, her sabah postacının çantasında gelen gri zarflarda kendilerini buluyor.
Düşünün: Bir emekli, maaşının yarısıyla kirayı ödeyip kalanıyla marketin indirimli reyonundan makarna alırken, posta kutusunda 850 TL hız cezası buluyor. Ne için? Çünkü 71’le gittiği sokakta hız sınırı 50’ye düşürülmüş ama tabela görünmüyor. Devletin çözüm önerisi: İtiraz et. Nereye? Aynı devletin memuruna. Hani bağımsız yargı vardı? Ha evet, o da şimdi “vatandaşlık görevi” olarak cezaya dönüşmüş.
İcranın İcadı Devletle Vatandaş Arasında Köprü Değil, Kazık
Eskiden icra, borçluyu uyarırdı. Şimdi icra, vatandaşı tehdit eder. Elektrik faturasını ödeyemeyen bir babaya, doğalgaz borcunu denkleştiremeyen bir anaya gönderilen icra kağıdı, sadece bir uyarı değil, bir aşağılamadır. Sistem şöyle çalışıyor:
Önce yaşam pahalılaştırılır.
Sonra maaşlar baskılanır.
Ardından fiyatlar serbest bırakılır.
Borç kaçınılmaz olur.
Devlet, borcunu tahsil etmek için icra yoluyla vatandaşını hem korkutur, hem soyup soğana çevirir.
Bu bir döngüdür. Ve bu döngü, halkı köleleştirmenin en sinsi yöntemidir.
Milleti Savurganlıktan Koruma Ayaklarıyla Soygun Politikası
Evet, belki de yönetenler bizi çok seviyor. Belki diyorlar ki: "Bu millet kendi kendine zarar verir, biz onu cezayla terbiye edelim." Yani devletin zabıtası olmuş vergi dairesi memuru. Polisi olmuş haciz memuru. Öğretmeni olmuş “ödenmeyen aidat” yüzünden öğrenci tehdit eden tahsildar.
Bir yönetim, halkı disipline etmek için onu fakirleştirir, sonra fakirlikten çıkamıyor diye suçlar. Tıpkı bir öğretmenin öğrenciyi dövüp sonra "neden ağlıyorsun?" diye azarlaması gibi.
Korkuyla Yönetim: Modern Zamanların Cellatlığı
Bugün insanlar, sokakta polis görse duraksıyor. Neden? Çünkü ceza yazılabilir. Hata yapmamış olsa bile... Plakasında vida mı eksik? Ceza. Araban kirliyse? Ceza. Yaya geçidinde durmadıysan? Ceza. Karşıya geçerken koşmadıysan? Ceza. Ve bunların hepsi birer ekonomik silah artık.
Devlet, insanına önce korku salar. Sonra cezayla hizaya sokar. Ve en acısı: Halk artık cezaya değil, yaşamadığı bir hayatın yorgunluğuna ağlar.
Bir Postacının Çantasındaki Ülke
İşte o gün, postacının sırtında taşıdığı ceza zarflarıyla bir şey fark ettim: Aslında bu ülkenin fotoğrafı, o çantanın içindeydi. Dert, adaletsizlik, umutsuzluk, yoksulluk ve korku... Hepsi o zarfların içinde.
Bugün insanlar geleceği değil, icra takvimini planlıyor. Bayram tatilini değil, cezanın son ödeme tarihini konuşuyor. Düğün değil, haciz konuşuluyor. Devlet, vatandaşa bir sevgi mektubu değil, tehdit belgesi gönderiyor. Ve biz buna “kamu düzeni” diyoruz.
Yönetim Sanatı mı, Zulüm Mühendisliği mi?
Zulmün bu kadar kurumsal hale geldiği bir ülke düşünebilir misiniz? Bu artık sadece yoksulluk değil. Bu, bir toplum mühendisliği. Yönetenler, ceza politikalarını toplumu sindirmek, yıldırmak, parçalamak için kullanıyor. İtiraz eden? Terörist. Soru soran? Vatan haini. Hakkını arayan? Provokatör.
Böylece herkes susar. Suskunluk büyür. Ve sonra kimse anlamaz: "Bu insanlar neden depresyonda? Neden mutsuz? Neden her gün Azrail’i çağırır gibi dua ediyor?"
Yaşamak mı, Dayanmak mı?
Artık insanlar yaşamıyor. Sadece idare ediyor. Yaşam, bir sevda değil, bir borç ödeme planı oldu. Aşk, kredi kartı limitiyle sınırlı. Hayal, mobilya taksiti bitince kurulur. Ve en önemlisi: Özgürlük, artık sadece reklam panolarında.
Hicivde Bile Gülünemeyecek Bir Gerçek
Eskiden hiciv, gülümseterek eleştirirdi. Bugün ise hiciv bile gülemiyor. Çünkü gerçek, karikatürden daha absürt. Çünkü halkın yaşadığı şey, sadece ekonomik kriz değil, bir varoluş çöküşü. Ve buna rağmen yönetenler diyor ki: "Biz sizi çok seviyoruz."
Oysa bu sevgi, Azrail’in tebessümü gibi. Bakar, bekler, bir gün gelirim der. Ama halk artık o kadar yoruldu ki, Azrail’i kurtuluş sanır hale geldi.
Bu Yazı Bir İtirazdır
Bu yazı, sıradan bir serzeniş değil. Bu yazı, ceza kağıtlarından kurulu bir ülkenin ağıtıdır. Bu yazı, postacının çantasında taşınan bir halkın haykırışıdır. Bu yazı, bir daha hicvedilemeyecek kadar acı bir gerçeğin belgesidir.
Ve bu yazı, susan milyonlar adına yazılmış bir 'yeter artık' çığlığıdır. Çünkü bu milletin sabrı varsa, hesabı da vardır. Çünkü her zulüm biter. Ama her çığlık yankı bulur.
Kim bilir, belki bu satırları okuyan bir vicdan, bir yerden kıvılcım alır.
Ve belki... Bir gün postacının çantasında ceza zarfı değil, müjde mektubu taşınır.
Erol Kekeç/29.05.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder