Hırsızların Güvende Yürüdüğü Topraklar Bir Halkın Uyanmayan Vicdanı
"Eğer hırsızlar yollarda güvende yürüyorlarsa, bunun iki nedeni vardır: ya rejim büyük hırsızdır, ya da halk aşırı aptaldır." Bu söz, Singapur'un kurucu lideri Lee Kuan Yew'e atfedilir, ancak gerçekliği ikinci plandadır. Çünkü bu ifade, yalnızca bir kişiye ait olmaktan çok bir çağrının, bir isyanın, bir ayılmanın sözüdür. İçeriği öyle yoğundur ki, herhangi bir coğrafyada, herhangi bir dönemde, zalimliklerin hüküm sürdüğü bir memlekette yankı bulabilir.
Bu cümlede iki taraf vardır: Hırsızlar ve halk. Ortada bir yol vardır: Adaletin işlemesi gereken kamusal alan. Ve burada bir gerçeklik ortaya konmuştur: Eğer adaletsizlikler elini kolunu sallayarak dolaşabiliyorsa, bir yerde ciddi bir çürüme vardır. Ya yukarıdaki otorite baştan çürümüş, kokuşmuş, kendini halkın malına çökmeye adamıştır; ya da aşağıdaki kitleler bu çürümeye karşı körleşmiş, sağırlaşmış ve nihayetinde aptallaşmıştır.
Rejimin Hırsızlığı-Kurumsal Ahlaksızlık
Bir rejimin büyük hırsız olması, sadece cebine para indirmesi değildir. Bu, çok daha derin, çok daha sistematik bir kötülüğün adıdır. Kamunun malını çalan, halkın vergilerini yandaşlara peşkeş çeken, ihaleleri belirli gruplara dağıtan, hukuku kendi çıkarlarına göre şekillendiren, medyayı sansürle boyayan, adaleti pazarda satılan domates gibi pazarlık konusu haline getiren bir yapı, işte tam olarak bu tarifin içindedir.
Böyle bir rejim, hırsızlığı sadece bir ekonomik mesele değil, bir kültür haline getirir. "Yukarıdakiler çalıyor ama çalışıyor", "Bize ne, biz de nemalanıyoruz" anlayışı halkın damarlarına zerk edilir. Toplumun en temiz bireyleri bile ya susar ya da kirlenir. Bürokrasi, adalet, emniyet, eğitim ve hatta din bile bu çarkın içine çekilir.
Aşırı Aptallık-Bilinçli Körlük ve Korkunun Normalleşmesi
Gelelim ikinci ihtimale: Halk aşırı aptaldır. Bu ifade ilk başta ağır gelir, çünkü bir halkı aptallıkla itham etmek kolay değildir. Ancak burada anlatılmak istenen şey, zekâdan yoksunluk değil; bilinçten, sorgulamadan, vicdandan ve cesaretten yoksun bir teslimiyettir.
Bir halk düşünün ki; yöneticileri servetlerine servet katarken kendisi her geçen gün yoksullaşıyor ama hala onları alkışlıyor. Bir halk düşünün ki; çocukları işsiz, eğitim sistemi çürümüş, sağlık sistemi çökmüş, yolları çukur, adaleti yok ama her seçimde aynı zalimlere oy veriyor. İşte burada artık sorun zekâ değil, ahlaki felçtir.
Bu tür halklar, kendilerine anlatılan her yalana inanır. Televizyon ekranında ne görürse onu hakikat zanneder. Bir gün önce kendisine hakaret eden bir lidere ertesi gün canla başla oy verir. Çünkü aidiyet duygusu aklın önüne geçmiştir. Çünkü düşünmek acı verir; sorgulamak tehlikelidir. En iyisi susmak, boyun eğmek, menfaatine dokunmayan her kötülüğü görmezden gelmektir.
Osmanlı'nın son döneminde sarayın borçları tavan yapmış, rüşvet aleni hale gelmişti. Ancak halkın önemli bir kısmı hâlâ padişahın Allah’ın gölgesi olduğuna inanıyordu. Çünkü sorgulamak haramdı, çünkü cehalet ibadet zannediliyordu. Bugün de farklı bir tablo yok.
Modern dünyada Venezuela örneği çarpıcıdır. Yıllarca yolsuzluklarla çalkalanan hükümetler, halkı açlığa mahkûm ederken kendileri milyar dolarlarla oynadılar. Ama halk, sosyalist bir kurtuluş hayaline sarılıp aynı sistemin devamına katkı sundu. Hırsızlar meydanlarda yürürken alkışlandılar.
Türkiye’de de son 20 yılda kamunun malı üzerine çöreklenen, ihaleleri aile şirketlerine dağıtan, vakıflar üzerinden milyarları yöneten bir zümre oluştu. Ancak ne gariptir ki, bu zümrenin en sadık destekçisi yine halkın önemli bir kısmı oldu. Çünkü sistem, hem hırsızlığı meşrulaştırdı hem de halkı manipüle etti.
Bu çarpık düzenin ayakta kalmasında medya, dinî yapılar ve eğitim sistemleri önemli rol oynar. Medya, gerçekleri gizleyerek ya da çarpıtarak halkı uyuşturur. Dinî yapılar, "dünya malı önemsizdir, liderleriniz hata yapabilir ama niyetleri halistir" diyerek pasif bir itaat inşa eder. Eğitim sistemi ise bireyleri sorgulamayan, ezberleyen ve itaat eden mahluklara dönüştürür.
Bu kurumlar bir araya geldiğinde halkın zihni ve kalbi felce uğrar. Artık insanlar gerçeklerle yüzleşemez hale gelir. Çünkü her yüzleşme, bir travma doğurur. Bu nedenle birçok kişi için yalana sığınmak, gerçekle yüzleşmekten daha güvenlidir.
Çözüm-Direniş, Bilinç ve Tevbe
Peki bu kısır döngü nasıl kırılır? Öncelikle halkın kendisine dönüp bakması gerekir. Gerçekten neye inandığını, neyi savunduğunu ve neden sustuğunu sorgulamalıdır. Her birey kendine şu soruyu sormalıdır:
Hırsızlara neden ses çıkarmıyorum?
Onlardan korktuğum için mi, yoksa onların yerine geçmek gibi gizli bir arzumu meşrulaştırdığım için mi?
Halkın uyanışı, bireysel bilinçlenmeyle başlar. Ardından örgütlü direniş gelir. Sivil itaatsizlik, hak arayışı, adalet mücadelesi... Ama bunların en temeli, içsel bir tövbedir. Kötülüğe alışmış, hırsızlıkla barışmış, zalimle dost olmuş bir yürek önce tövbe etmelidir. Çünkü tövbe, pasif bir pişmanlık değil, aktif bir yön değişimidir.
Bu yazının başındaki söz, hepimizin aynasıdır. Rejimin hırsız olduğu bir düzende yaşamak, sadece o rejimi değil, o rejime ses çıkarmayanları da suç ortağı yapar. Sessizlik, zalimin ekmeğine yağ sürer. Göz yummak, el vermek gibidir. Ve en kötüsü, alışmaktır. Alışmak, kötülüğün en büyük müttefikidir.
Eğer hırsızlar yollarda rahatça yürüyorsa, bu sadece onların cesaretinden değil, bizim korkaklığımızdandır. Onlar çalıyorsa, biz sustuğumuz için. Onlar gülüyorsa, biz ağlamaktan yorulduğumuz için.
O halde şimdi kalkıp sormalıyız: Biz gerçekten neyi bekliyoruz? Yeni bir hırsız mı, daha büyük bir zalim mi? Yoksa sadece kendi vicdanımızı mı?
Cevap ne olursa olsun, gerçek şu; Ya rejim büyük hırsızdır, ya da halk aşırı aptaldır. Ve bu denklemi değiştirecek olan da yine halkın kendisidir. Korkuyu yenen, bilinçle direnen, tövbe edip hakkı savunan bir halk... İşte asıl devrim budur.
Bahadır Hataylı/27.05.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder