Bu Blogda Ara

28 Şubat 2025 Cuma

Toplumsal Değerlerin Çöküşü ve Yönetim Eliyle İfsat-Kaçınılmaz Bir Felaket mi?

Bir toplumun çöküşü, yalnızca ekonomik veya politik krizlerle gelmez. Asıl yıkım, değerlerin ve ahlaki temellerin bilinçli bir şekilde tahrip edilmesiyle başlar. Tarih boyunca büyük medeniyetlerin yıkılışını incelediğimizde, çoğunun askeri veya ekonomik zorluklardan önce toplumsal dejenerasyona sürüklendiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemleri, Endülüs’ün kaybı… Hepsi önce ahlaki ve kültürel çöküşle sarsılmış, ardından dış müdahalelerle yıkılmıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz durum da bundan farklı değil. Yönetimlerin, toplumun ahlaki dokusunu güçlendirmesi gerekirken, tam tersine değerleri aşındıran, ahlaksızlığı teşvik eden ve yozlaşmayı normalleştiren politikalar üretmesi, toplumun kimyasını bozan en büyük etkenlerden biri haline gelmiştir. İşte bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Yönetim, değerleri mi koruyor yoksa bilinçli bir şekilde ifsat mı ediyor?

1. Kültürel ve Ahlaki Erozyon- Eğlence Adı Altında Toplumsal Çürüme

Bugün medya kanalları ve dijital platformlar aracılığıyla gençlere ve topluma dayatılan yaşam tarzına baktığımızda, geçmişin ahlaki, vicdani ve insani değerlerinden eser kalmadığını görüyoruz. Popüler kültürün ürettiği içerikler, bireyi daha fazla tüketime, sorumsuzluğa, bencilliğe ve ahlaki boşluğa sürükleyen bir sistem üzerine kurulu. Eğlence adı altında sunulan programların, aslında insanları düşünmekten alıkoyan bir uyuşturucu işlevi gördüğünü kim inkâr edebilir?

Artık toplumsal değerleri yücelten, erdemi ön plana çıkaran, insanların vicdanına hitap eden içeriklerin yerini, çıplak teşhirin, serseriliğin, fuhşiyatın, ahlaksızlığın ve bayağılığın sahnelendiği programlar almış durumda. Üstelik bu programlar öylesine kurgulanıyor ki, izleyicilere adeta başka bir seçenek bırakılmıyor. Gündemde kalmak, ilgi çekmek ve "fenomen" olmak isteyen gençlerin yolu, ahlaki sınırları çiğnemekten geçiyor. Bunu yapmayanlar, geri plana itiliyor, görünmez hale getiriliyor.

Daha da kötüsü, bu tür programlara katılanlar, devlet eliyle ödüllendiriliyor, gençlere rol model olarak sunuluyor. Onlar, bir toplumun iffetini, ahlakını, kültürünü çürüten kişiler olmaktan çıkıp, adeta birer "başarı hikayesi" gibi anlatılıyor. Bir ülkenin bakanlığı veya resmi kurumları, toplumun en düşük seviyesine düşenleri, gençler için örnek figürler haline getiriyorsa, bu çürüme tesadüfi değil, bilinçli bir proje olarak yürütülüyor demektir.

2. Yönetim, Toplumu Kendi Yanlışlarından Uzaklaştırıyor mu?

Tarih boyunca birçok yönetim, halkı uyutmanın ve dikkatini başka yöne çekmenin çeşitli yollarını bulmuştur. Roma’daki "Ekmek ve Sirk" politikası, Fransız monarşisinin halkı müzik ve şarapla avutma çabaları, günümüz modern devletlerinin medya aracılığıyla toplumu oyalaması… Taktik hep aynıdır: Halkın gerçek sorunlara odaklanmasını engellemek ve onu tüketim, eğlence ve gündem oyunlarıyla meşgul etmek.

Bugün de büyük medya projeleri, skandallar, sosyal medya fenomenleri ve sansasyonel olaylarla insanlar asıl meselelerden uzak tutuluyor. Hangi ekonomik kriz? Hangi eğitim çöküşü? Hangi yolsuzluk dosyası? Bunları konuşmak yerine hangi şarkıcının kıyafeti olay oldu, hangi dizi karakteri kiminle aşk yaşıyor, hangi sosyal medya fenomeni ne söyledi gibi absürt ve yüzeysel meselelerle zihinler dolduruluyor.

Üstelik bu bilinçli bir politika olarak sürdürülüyor. Halkın büyük meseleleri sorgulamasını istemeyen yönetimler, onları daha basit ve sığ konulara yönlendiriyor. Bir toplum eğitimle, bilimle, sanatla, etik değerlerle yükseltilmediğinde, yerine ucuz şöhret, skandal ve magazinle meşgul edilir. Bu, yönetenlerin en bilindik stratejisidir.

3. Çözüm Ne? Kurtuluş Mümkün mü?

Bu noktada en önemli soru şudur: Bu gidişatı durdurmak mümkün mü? Eğer toplum, yönetim eliyle bile bile çürütülüyorsa, ahlak ve değerler sistematik bir şekilde erozyona uğratılıyorsa, birey olarak biz ne yapabiliriz?

Öncelikle, bizi uyutmaya çalışan mekanizmalara karşı uyanık olmak zorundayız. Hangi içeriklerin bize dayatıldığını, hangi yaşam tarzının bilinçli olarak popüler hale getirildiğini fark etmek, ilk adımdır. Kendi değerlerimizi savunmazsak, başkalarının dayattığı çürümüş değerleri yaşamak zorunda kalırız.

İkinci olarak, doğru rol modellerin öne çıkarılması gerekir. Eğer yozlaşma süreci, sığ ve ahlaksız figürlerin örnek olarak sunulmasıyla sürdürülüyorsa, bu zinciri kırmanın yolu, gerçek erdem sahiplerini ön plana çıkarmaktır. Ahlaklı, dürüst, bilgili ve erdemli insanlar popüler hale getirilmezse, gençler için yol gösterici kimse kalmaz.

Üçüncü olarak, medya, eğitim ve kültür alanında bilinçli bir karşı duruş sergilemeliyiz. Sadece eleştirmek yetmez; ahlaki ve kültürel değerleri yücelten alternatif içerikler üretmek, bilinçli bir medya okuryazarlığı geliştirmek ve gençleri bu konuda eğitmek zorundayız.

Dördüncü olarak, toplumun bu bilinç kaybına sürüklenmesine izin veren yönetim anlayışını sorgulamalıyız. Bir yönetim, toplumu gerçekten koruyup geliştirmek istiyorsa, eğlenceyi bir uyuşturucu olarak sunmak yerine onu bilinçli ve eğitici hale getirmek zorundadır.

Son olarak, toplumun ahlaki direncini yeniden inşa etmeliyiz. Namazın, inancın, irfanın, edebin, vicdanın, ahlakın bir süs değil, bir kalkan olarak görülmesi gerekiyor. Aksi halde ahlaksız yaşam, freni patlamış bir sel gibi her şeyi önüne katıp götürmeye devam edecek.

Uyanmak Zorundayız

Bugün yaşananlar sadece bir dejenerasyon süreci değil, bilinçli bir ifsat operasyonudur. Eğer bu gidişata dur demezsek, önümüzde duran tek şey bir uçurumdur. Bu yozlaşmayı durdurmak, ancak ve ancak bireysel ve toplumsal farkındalıkla mümkün olacaktır. Unutmayalım ki, tarih boyunca ahlaki çöküş yaşayan toplumlar hep bir süre sonra yok olmuşlardır. Ama bu kaçınılmaz değildir. Çünkü bir toplum kendi değerlerini yeniden inşa etmeye karar verdiğinde, onu hiçbir güç yok edemez.

Bahadır Hataylı/27.02.2025 23:55/Sancaktepe/İST

27 Şubat 2025 Perşembe

İhale Düzeni Hazineye Giren Para ve Milletin Sırtına Vurulan Yük

Devletler, hizmetlerini vatandaşlarına sunarken genellikle iki temel yöntemden birini benimser: Kamu eliyle doğrudan hizmet sunmak ya da özel sektöre devrederek hizmeti dışarıdan satın almak. Son yıllarda Türkiye’de sıkça tercih edilen yöntem, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ihaleler aracılığıyla özel sektöre devredilmesidir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, araç muayene hizmetlerinin özelleştirilmesi ve şirketlerin devlete milyarlarca dolarlık bedellerle bu ihaleleri kazanmasıdır. Ancak burada kritik soru şudur: Bu para nereden çıkıyor ve sonunda kimin cebine giriyor? İşte bu yazıda, araç muayene ihalesi üzerinden devletin ekonomik politikalarının nasıl halkın sırtına yük bindirdiğini, çelişkilerini ve gerçek yüzünü tüm yönleriyle ele alacağız.

1. İhale Mantığı ve Kapitalist Gerçekler

İhaleler, devletin belirli hizmetleri özel sektöre devretme yöntemlerinden biridir. Devlet bir hizmeti ihale eder, en yüksek teklifi veren şirket bu hizmeti belirli bir süre boyunca yürütme hakkı kazanır. Bu süreç ilk bakışta devletin kasasına ciddi bir gelir girdiği izlenimini verir. Ancak bu ihale sürecinde temel kapitalist gerçek göz ardı edilir: Özel sektör, kâr amacı güden bir yapıdadır ve verdiği parayı fazlasıyla geri almak zorundadır.

Örneğin, araç muayene ihalesini kazanan şirketin devlete 2 milyar dolar ödediğini düşünelim. Bu şirket zararına çalışmayacağına göre, verdiği parayı geri kazanmanın ve üzerine kâr eklemenin yollarını arayacaktır. Bunu nasıl yapar?

Muayene ücretlerini artırarak.

Ek hizmetler dayatarak (egzoz ölçümü, ek testler vb.).

İşlemleri tekelleştirerek (alternatif rekabetçi şirketler olmadığı için fiyatları keyfi olarak belirleyerek).

Sonuç olarak, özel şirketin devlete ödediği para, halkın cebinden çıkan paraya dönüşür. Yani, aslında hazinenin kasasına giren para, vatandaşın sırtına yüklenen yeni bir vergi gibidir.

2. Vatandaşın Sırtına Yüklenen Yük

Bir hizmet özelleştirildiğinde vatandaş için en büyük tehlike, devletin belirleyici ve denetleyici rolünü yitirmesiyle fiyatların kontrolden çıkmasıdır. Bugün araç muayene ücretleri her yıl katlanarak artmaktadır. Bu artışın sebeplerini incelediğimizde şunları görürüz:

Özel sektörün kâr etme zorunluluğu: Devlete ödenen ihale bedeli, işletme giderleri ve hissedarların kâr beklentisi nedeniyle fiyatlar sürekli yükseltilir.

Alternatifin olmaması: Araç muayene işlemi tek bir firma tarafından yürütüldüğünden rekabet yoktur ve fiyatları belirleyen tamamen şirkettir.

Mecburiyet faktörü: Araç muayenesi yasal bir zorunluluktur ve vatandaşın bu hizmeti almaktan başka şansı yoktur.

Sonuç olarak, muayene ücretleri vatandaş için kaçınılmaz bir mali yük haline gelir ve hazineye giren para aslında halkın sırtından alınmış bir bedel olur.

3. Hazineye Giren Para-Halkın Faydası mı, Bürokratın Şatafatı mı?

Bir diğer önemli nokta, ihale bedeli olarak hazineye giren paranın nasıl kullanıldığıdır. Devletin kasasına giren bu milyarlarca doların vatandaşa doğrudan bir dönüşü olup olmadığı büyük bir soru işaretidir.

Hükümetler genellikle bu tür gelirleri şu şekilde sunar:

"Bu para kamu hizmetlerine aktarılacak."

"Bütçe açığımızı kapatmaya yardımcı olacak."

"Bu gelirle daha fazla yatırım yapacağız."

Ancak gerçek şu ki, devletin topladığı bu gelirler genellikle halka yansıtılmaz. Bunun yerine şu alanlara harcandığını görmekteyiz:

Lüks makam araçları, yüksek maaşlı danışmanlar, gereksiz bürokratik harcamalar.

Şatafatlı binalar, saraylar, israf niteliğinde projeler.

Verimsiz ve gereksiz kamu projeleri.

Halktan alınan paraların vatandaşa doğrudan dönüşü olmadığında, bu süreç adeta vatandaşın sırtına vurulmuş bir semer ve üzerine konan ekstra yük haline gelir.

4. Çelişkiler ve Algı Yönetimi

Bu sistemin en büyük çelişkisi şudur: Devlet, bir yandan halktan daha fazla gelir elde etmek için özelleştirme yaparken, diğer yandan bunun halka faydalı olduğunu iddia eder. Oysa ki:

Özelleştirilen hizmetler, halkın daha fazla para ödemesine neden olur.

Hazineye giren paranın halka geri dönüşü belirsizdir.

Şirketlerin koyduğu fiyatlar kontrolsüz yükselirken, vatandaşın geliri sabit kalır.

Bu noktada yapılan algı yönetimi, özelleştirme sürecinin sanki halk için bir kazanç olduğu yönündedir. Oysa ki, bu sürecin sonunda halkın cebinden çıkan para artarken, kamunun sunduğu hizmetler azalır.

5. Alternatif Modeller ve Çözüm Önerileri

Peki, bu döngü nasıl kırılabilir? İşte bazı öneriler;

1. Stratejik Kamu Hizmetleri Özelleştirilmemelidir:

Özellikle zorunlu hizmetler (araç muayenesi, su, elektrik vb.) özel sektöre devredildiğinde vatandaşın aleyhine işleyen bir sistem oluşur. Bu nedenle bu hizmetler kamu eliyle yürütülmelidir.

2. Denetim ve Fiyatlandırma Mekanizmaları Şeffaf Olmalıdır:

Eğer bir hizmet özel sektöre devrediliyorsa, devlet fiyatlandırmada kontrolü elinde tutmalı ve vatandaşın mağduriyetini engellemelidir.

3. Rekabet Ortamı Sağlanmalıdır:

Tekelleşmenin önüne geçmek için birden fazla şirketin hizmet sunmasına izin verilmelidir.

4. Hazine Gelirlerinin Kullanımı Şeffaf Olmalıdır:

Devletin topladığı bu tür gelirlerin nerelere harcandığı net bir şekilde halka açıklanmalı ve gereksiz harcamalar önlenmelidir.

Sonuç-Halkın Üzerindeki Ağır Yük

Araç muayene ihalesi örneği, özelleştirme mantığının halka nasıl bir yük getirdiğini açıkça göstermektedir. Devlete giren milyarlarca dolar, aslında halkın cebinden çıkmaktadır. Dahası, bu paranın halka doğrudan bir dönüşü olmadığı için, büyük ekonomik yükü halk sırtlanırken, kazananlar özel şirketler ve lüks içinde yaşayan bürokratlar olmaktadır.

Bu sistem sürdüğü sürece, vatandaşın refahı artmayacak, aksine her yeni ihale halkın omzuna yeni bir yük olarak binecektir. Eğer bir ülkede vatandaş, devletine gelir sağlamak için değil, devlet vatandaşına hizmet etmek için çalışıyorsa, ancak o zaman adil bir düzen kurulabilir.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Sancaktepe/İST

Sessizliğe Mahkûmiyet-İnsan, Düşünce ve İfade Özgürlüğünün Sınırları

İnsanoğlu doğası gereği düşünen, sorgulayan ve ifade eden bir varlıktır. Düşünce, insanı hayvandan ayıran en temel yeteneklerden biridir; düşünceler ise ancak ifade edildikçe anlam kazanır, paylaşılır, büyür ve toplumu dönüştürür. Ancak tarih boyunca bireylerin ve toplumların en büyük mücadelelerinden biri, bu düşünceleri özgürce ifade edebilme hakkını korumak olmuştur.

Günümüzde ise, iletişim çağında olmamıza rağmen, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar hiç olmadığı kadar güçlüdür. Hükümetler, şirketler, sosyal normlar ve dijital sansür mekanizmaları, bireylerin kaç hat alabileceğini, nerede ne söyleyebileceğini ve hangi fikirleri dillendirebileceğini belirleme noktasına gelmiştir. Eğer bir insanın kaç tane "hat" alacağı sınırlandırılıyorsa, bu, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin ve otoriterleşmenin göstergesidir. Bu durum, düşüncenin dolaşımını kısıtlayan, insanların kendilerini ifade etme hakkını elinden alan ve toplumsal sessizliği dayatan bir sistemin habercisidir.

Peki, bireyin düşüncelerini ifade etme hakkının bu denli sınırlanması ne anlama gelir? Bunun topluma, bireye ve insanlık tarihine etkileri nelerdir? Tarihsel örneklerden modern dünyadaki uygulamalara kadar bu meseleyi tüm yönleriyle ele alalım.

1. İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması-Tarihten Günümüze Bir Baskı Aracı

İfade özgürlüğü tarih boyunca iktidarlar tarafından kontrol edilmek istenmiştir. Fikirleri sınırlamak, insanları susturmak, muhalefeti bastırmak, halkın düşünmesini engellemek isteyenler için en etkili yöntemlerden biri, iletişim kanallarını kontrol altına almaktır.

Orta Çağ'da Engizisyon ve Yasaklı Kitaplar: Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi, kutsal dogmalara aykırı düşünenleri "sapkın" ilan ederek susturuyordu. Galileo gibi bilim insanları, "Dünya dönüyor" dediği için cezalandırılıyordu. Engizisyon mahkemeleri, halkın farklı düşünmesini engellemek adına yüzlerce insanı diri diri yaktı.

Osmanlı’da Matbaanın Gecikmesi: Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaanın gecikmesi, düşüncenin yayılmasını yavaşlattı. İktidar, halkın bilinçlenmesinden çekiniyordu. Yüzyıllarca el yazması kitaplarla yetinmek zorunda kalan toplum, Avrupa'nın Rönesans ve Aydınlanma çağını yaşadığı dönemde bilgiye ulaşım açısından büyük bir dezavantaj yaşadı.

20. Yüzyılın Diktatörleri: Stalin, Hitler, Mao gibi diktatörler, basını, sanatı, edebiyatı ve hatta bireysel konuşmaları bile kontrol altına aldı. İnsanlar neyi konuşup konuşamayacaklarını düşünmek zorunda kaldılar. Muhalifler sürgüne gönderildi, hapsedildi, hatta öldürüldü.

Bütün bu örneklerde ortak olan şey, düşüncenin, ifade özgürlüğünün ve bilgiye ulaşmanın baskı altına alınmasıdır. Susturulan toplumlar, zamanla köleleşmiş, sorgulamayan, eleştirmeyen, yönlendirilmesi kolay kalabalıklara dönüşmüştür.

2. Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Günümüzde ifade özgürlüğü, geçmiştekinden farklı yöntemlerle kısıtlanıyor. Artık kitap yakmak ya da insanları Engizisyon mahkemelerine göndermek gerekmiyor. Bunun yerine daha "sofistike" yöntemler devrede.

a) Dijital Sansür ve Sosyal Medya Manipülasyonu

Bugün birçok insan, fikirlerini sosyal medyada dile getiriyor. Ancak sosyal medya platformları, hangi görüşlerin öne çıkacağını, hangi hesapların kapatılacağını, hangi haberlerin sansürleneceğini belirleyen algoritmalar kullanıyor. Örneğin:

Twitter, Facebook, YouTube gibi platformlar belirli fikirleri susturuyor, bazı kişileri "görünmez" hale getiriyor.

Düşünceyi engellemek için "etiketleme" ve "linç kültürü" kullanılıyor. İnsanlar, bir görüş dile getirdiklerinde hemen "aşırı sağcı", "aşırı solcu", "komplo teorisyeni" gibi etiketlerle damgalanıyor ve dışlanıyor.

Devlet destekli dezenformasyon ve manipülasyon ile halkın düşünceleri yönlendiriliyor. Algılar, belirli medya organları ve sosyal medya operasyonlarıyla şekillendiriliyor.

b) Telefon Hatları, Banka Hesapları ve Dijital Kimlikler Üzerinden Kontrol

Eskiden bir bireyin telefon hattı alması yalnızca teknik bir işlemdi. Bugün ise kişisel bilgiler, biyometrik veriler ve dijital izleme sistemleriyle kimlerin kaç hat alabileceği bile sınırlandırılıyor.

Bir bireyin fazla sayıda hat alması yasaklanıyorsa, bu, onun iletişim özgürlüğünün kısıtlandığını gösterir.

Devletler, telefon hatlarını, banka hesaplarını ve dijital kimlikleri kapatma yetkisini kendilerinde topladıkça bireyler tam anlamıyla kontrol altına alınıyor.

Çin'in Sosyal Kredi Sistemi bu durumun en uç örneklerinden biri. Devlet, "istenmeyen" vatandaşların banka hesaplarını kapatıyor, toplu taşıma kullanımını yasaklıyor, sosyal medya hesaplarını donduruyor.

Bu tür uygulamalar, bireyin yalnızca iletişimini değil, ekonomik bağımsızlığını ve hatta hayatta kalma şansını bile elinden alıyor.

3.Sessizliğin Bedeli ve Gelecek Senaryoları

Bütün bu baskılar sonucunda toplum nereye gidiyor? Sessizlik, düşüncenin ölümü müdür?

Eğer insanlar konuşmazsa, yanlışlar düzeltilmez.

Eğer insanlar düşüncelerini özgürce paylaşamazsa, toplum kendini geliştiremez.

Eğer bireyler otosansür yaparak korku içinde yaşarsa, insanlık sustukça kaybeder.

Bugün susturulan her birey, yarının köleleştirilmiş toplumunun habercisidir. Eğer susturulmaya, sınırlandırılmaya, konuşmamaya alışırsak, bir süre sonra bu durumun normal olduğunu düşünmeye başlarız. İnsanlık, özgürce konuştuğu sürece ilerler, sustuğu sürece köleleşir.

Bu nedenle, kaç hat alacağımızın sınırlandırılması gibi masum görünen bir mesele bile aslında çok daha büyük bir sistemin parçasıdır. Bir toplumda insanlar kaç tane iletişim kanalı açabileceğini bile düşünerek hareket etmek zorunda kalıyorsa, orada özgürlükten söz edilemez.

Sonuç olarak, "Yurtta sus, cihanda sus, yoksa sonun mahpus" diyerek bir yaşam sürdürmek, özgürlüğün ölüm fermanını imzalamaktır. Tarih, susanların değil, konuşanların yazdığı bir kitaptır. Eğer o kitabın içinde yer almak istiyorsak, düşünmeli, sorgulamalı ve her ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğünü savunmalıyız.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Ümraniye/İST

25 Şubat 2025 Salı

Tohumculuk Kanunu ve Ata Tohumlarının Yasaklanması

Bir Toplumun Köklerinden Koparılması

2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, tarım sektörünü modernleştirmek ve tohum üretimini belirli standartlara bağlamak amacıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak, bu yasa bazı kesimler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmış ve yerel ata tohumlarının kullanımını kısıtladığı, dolayısıyla ülkenin tarımsal bağımsızlığını tehdit ettiği gerekçesiyle tepki çekmiştir. Bu yazıda, ilgili yasayı detaylıca ele alarak, getirdiği düzenlemelerin sosyo-ekonomik etkilerini ve ata tohumlarının geleceğini nasıl şekillendirdiğini eleştirel bir perspektiften değerlendireceğiz.

5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu

Bu yasa ile birlikte tohumculuk sektöründe birçok yeni düzenleme getirilmiş ve sertifikalı tohum kullanımı zorunlu hale getirilmiştir. Sertifikasız tohumların ticari amaçla satışı yasaklanmış, bu durum da özellikle yerel ve ata tohumları açısından büyük bir kısıtlama getirmiştir. Yasanın gerekçesi olarak şu hususlar öne sürülmüştür:

1. Verimli ve kaliteli üretim: Standartlara uygun sertifikalı tohumlarla tarımsal verimliliğin artırılması hedeflenmiştir.

2. Hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık: Genetik olarak belirlenmiş ve test edilmiş tohumların kullanımının, tarımsal hastalıkların önüne geçeceği savunulmuştur.

3. Uluslararası rekabet gücünün artırılması: Küresel piyasalarda rekabet edebilmek adına, dünya çapında tanınan ve belgelenmiş tohumların kullanımına ağırlık verilmiştir.

Ancak, bu düzenlemeler beraberinde ciddi sorunları da getirmiştir. Özellikle yerli çiftçilerin ata tohumlarını kullanarak üretim yapmalarının önüne engeller konulmuş ve küçük ölçekli tarım işletmeleri zor durumda bırakılmıştır.

Ata Tohumları Neden Önemlidir?

Ata tohumları, binlerce yıllık doğal seleksiyon süreciyle gelişmiş ve tarım toplulukları tarafından korunarak günümüze kadar gelmiştir. Genetik çeşitlilik açısından zengin olan bu tohumlar, bölgesel iklim koşullarına uyum sağlamış, yüksek besin değerine sahip ve doğal yollarla yetiştirilmeye uygun yapılarıyla bilinmektedir. Ancak, 5553 sayılı yasa ile bu tohumların ticareti yasaklanarak tarım şirketlerinin tekelinde bulunan hibrit ve GDO’lu tohumlara yönelim teşvik edilmiştir.

Bu durumun toplumsal ve ekonomik etkileri ise şu şekildedir:

1. Tarımsal Bağımlılık: Yerel tohumların yerine, çok uluslu tohum şirketlerinin ürettiği ve her yıl yeniden satın alınması gereken tohumların kullanımı çiftçileri ekonomik olarak bağımlı hale getirmiştir.

2. Biyolojik Çeşitliliğin Azalması: Tek tip endüstriyel tohum kullanımının artması, genetik çeşitliliği tehdit etmiş ve tarımsal hastalıklara karşı kırılganlığı artırmıştır.

3. Gıda Egemenliğinin Zedelenmesi: Çiftçilerin kendi tohumlarını üretip kullanma haklarının kısıtlanması, ülkenin gıda üretiminde dışa bağımlılığını artırmış ve küresel gıda tekellerinin etkisini güçlendirmiştir.

Meclis Süreci ve Tartışmalar

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun meclisten geçiş süreci oldukça tartışmalı olmuştur. Kanunun görüşmeleri sırasında bazı milletvekilleri, bu yasanın Türkiye’nin tarım politikalarını çok uluslu şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirdiğini belirtmiş ve sert eleştirilerde bulunmuştur. Ancak, yasaya destek verenler ise küresel ticaretin gerekliliklerini ve modern tarım uygulamalarına uyumu gerekçe göstererek düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.

Tartışmaların temel noktaları şunlardı:

Yerel tohumların ticaretinin yasaklanmasının sonuçları: Çiftçilerin yalnızca sertifikalı tohum kullanmaya zorlanması ve yerel tohum ticaretinin yasaklanmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Çok uluslu şirketlerin etkisi: Bu düzenlemelerin büyük tohum şirketlerine avantaj sağlayacağı ve çiftçileri bu şirketlere bağımlı hale getireceği eleştirileri getirilmiştir.

Biyogüvenlik ve sürdürülebilir tarım: Yasanın, ekolojik tarım uygulamalarını nasıl etkileyeceği ve biyolojik çeşitliliği nasıl tehdit edebileceği üzerine endişeler dile getirilmiştir.

Eleştirel Değerlendirme

Bu yasa, her ne kadar modern tarım tekniklerine uyum sağlamak adına düzenlenmiş olsa da, uygulamada birçok soruna yol açmıştır. Özellikle kırsal bölgelerde geleneksel tarım yapan çiftçilerin üretim özgürlüğünü kısıtlamış, biyolojik çeşitliliği azaltmış ve gıda bağımsızlığını zayıflatmıştır.

Bu noktada şu soruları sormak gerekmektedir:

1. Gerçekten modern tarımın gerekliliği mi, yoksa küresel şirketlerin dayatması mı?

2. Yerel çiftçilerin korunması için alternatif politikalar neden geliştirilmedi?

3. Ata tohumlarının kullanımını teşvik edecek sürdürülebilir modeller neden benimsenmedi?

Bu sorular ışığında, tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ve yerel üreticilerin haklarının korunması gerektiği açıktır. Ayrıca, organik ve ekolojik tarımı teşvik eden, çiftçilerin kendi tohumlarını üretmesini destekleyen yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, Türkiye’nin tarım sektöründe köklü değişiklikler getirmiştir. Ancak, bu düzenlemeler uluslararası şirketlerin lehine sonuçlar doğurmuş, yerel çiftçileri dezavantajlı hale getirmiş ve ata tohumlarının geleceğini tehlikeye atmıştır. Tarımsal bağımsızlık ve gıda güvenliği açısından yeniden değerlendirilmesi gereken bu yasa, yerel tarım üreticilerinin sesinin daha güçlü duyulmasını gerektiren bir konudur. Ata tohumları yalnızca bir üretim aracı değil, aynı zamanda kültürel mirasımızın da önemli bir parçasıdır. Bu mirası koruyarak gelecek nesillere aktarmak, yalnızca bir tarım politikası meselesi değil, aynı zamanda bir bağımsızlık mücadelesidir.

Erol Kekeç/23.02.2025/Sancaktepe)İST

Bir Dönemin Gözyaşı

Bir toplum düşünün ki nüfusunun %80’i ciddi ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıyor. İnsanlar geçimlerini sağlamak için her türlü çabayı sarf etse de, ekonominin belirli odaklarda toplandığı, adeta halkın kaynaklarının bir avuç insanın elinde olduğu bir düzen içerisinde, emekçiler, emekliler ve dar gelirli vatandaşlar adeta ölüme terk ediliyor. Yönetim, devletin belli kurumları eliyle bu sesleri bastırmaya çalışıyor; sesini yükseltenleri güç kullanarak hapsederken, en temel haklarını dile getirenleri dahi tehdit unsuru olarak görüyor. Bu baskıcı sistemin geldiği en dip noktada, milletvekili olarak halkın temsilcisi olması gereken kişilerin, vatandaşı aşağılayan sözleriyle adeta milletle alay ettiği bir tablo çıkıyor karşımıza.

Son günlerde, iktidar partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi olan bir vekilin sarf ettiği sözler, bu çürümüş düzenin en net göstergesi olmuştur. Kendisi, emeklilere yapılan 10 bin liralık artışı küçümseyerek ve milletin zekâsına hakaret ederek, "Onlar bunun 3 bin lirasını harcayalım, kalan 7 bin lirayı tasarruf edelim diye düşünmezler; hemen gidip peynir, süt, et vs. alarak piyasayı etkiler ve enflasyonu yükseltirler." ifadelerini kullanmıştır. Bu sözler, sadece ekonomik bir değerlendirme hatası değil, halkı küçümseyen, onları hayvani güdülerle hareket eden varlıklar olarak gören bir zihniyetin dışavurumudur.

Bu yaklaşım, yönetimdeki anlayışın halkı nasıl gördüğünün açık bir ifadesidir. Ekonomik sıkıntılar içinde boğulan insanlara yapılan yardımları bir lütuf olarak sunarken, kendi maaşlarına ve imtiyazlarına %299 oranında zam yapanların, halkın temel gıda ihtiyaçlarını karşılamasını bile enflasyona sebep olarak göstermesi, kelimenin tam anlamıyla bir kara mizah örneğidir. Bugün emekliler, asgari ücretliler ve dar gelirli vatandaşlar, barınma, beslenme ve sağlık gibi en temel haklarından mahrum bırakılırken, saraylar içinde yaşayan, lüks arabalarla gezen ve hayatın zorluklarını hiç hissetmeyen bu siyasi elitin, halkın ekonomik varlığını adeta bir yük olarak görmesi kabul edilemez.

Bu zihniyetin temsil ettiği şey sadece ekonomik adaletsizlik değildir. Aynı zamanda, halkın iradesini hiçe sayan, onların yaşam mücadelesini önemsiz gören ve ekonomik sorunlara çözüm üretmek yerine, mevcut düzeni daha da otoriter bir hale getirmeyi amaçlayan bir anlayışın tezahürüdür. Eğer bir ülkenin yöneticileri, kendi halkını açlığa mahkûm ederken, onları bilinçsiz tüketiciler olarak yaftalıyorsa, o ülkede yönetim meşruiyetini kaybetmiş demektir.

Bir an için durup düşünelim: İnsanlar neden yoksul? Neden emekliler ay sonunu getiremiyor? Neden gençler gelecekten umutsuz? Çünkü yönetim, kamu kaynaklarını adil bir şekilde dağıtmak yerine, belli bir zümreyi zengin etmekle meşgul. Çünkü ekonomik kararlar alınırken halkın refahı değil, sermaye sahiplerinin çıkarları gözetiliyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiklerinde bile, onları suçlayıp, "siz bilmezsiniz, siz düşünmezsiniz" diyerek küçümseyen bir iktidar anlayışı var.

Bugün Türkiye’de yaşananlar sadece ekonomik bir kriz değil, bir yönetim krizidir. Bu krizin temelinde adaletsizlik, halktan kopukluk ve baskıcı bir yönetim anlayışı yatmaktadır. Emekliler, yıllarca ülkeye hizmet etmiş insanlardır. Onları bir yük olarak görmek, onların yaşam haklarını hiçe saymak, hem insani hem de vicdani olarak kabul edilemez. Devletin görevi, halkına refah sağlamak, onların insanca yaşayabileceği bir düzen kurmaktır. Fakat mevcut yönetim, halkı sadece oy kaynağı olarak görmekte, onların ihtiyaçlarını umursamamakta ve hatta onların en temel haklarını dile getirmelerini bile bir tehdit olarak algılamaktadır.

Bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Bir hükümet, kendi halkına karşı bu kadar duyarsız, bu kadar kibirli ve bu kadar baskıcı olabilir mi? Ve eğer böyle bir yönetim anlayışı, ülkeyi yönetmeye devam ederse, toplum olarak nasıl bir geleceğe sürükleneceğiz?

Tarih boyunca baskıcı yönetimlerin sonu hep hüsran olmuştur. Halkın sesini kısmaya çalışanlar, onların iradesini yok sayanlar, sonunda büyük bir toplumsal tepkiyle karşılaşmıştır. Bugün Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyor. İnsanlar artık bu düzeni sorguluyor, adalet istiyor, haklarını savunuyor. Ancak iktidar, bu talepleri bastırmak için daha fazla baskı uyguluyor, daha fazla güç kullanıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Baskıyla susturulan toplumlar, bir gün mutlaka konuşur. Ve o gün geldiğinde, hesap soracak olan halktır.

Son olarak, bu zihniyetin temsilcilerine seslenmek gerekir: İnsanları açlıkla terbiye edemezsiniz. Onları korkutarak susturamazsınız. Halkın iradesini yok sayan her yönetim, er ya da geç tarihin çöplüğüne gitmiştir ve siz de bundan kaçamayacaksınız. Bugün emeklileri, işçileri, dar gelirlileri hor görenler, bir gün mutlaka bu halkın vicdanında yargılanacaktır. Ve en önemlisi, hiçbir baskıcı düzen sonsuza kadar ayakta kalamaz. Adalet, er ya da geç tecelli eder ve halkın iradesi en büyük güçtür.

Bahadır Hataylı/24.02.2025/Sancaktepe/İST

24 Şubat 2025 Pazartesi

Böl ve Yönet Ortadoğu'da Güç Savaşları



Donald Trump ve Benyamin Netanyahu'nun Ortadoğu'da izledikleri politikalar, özellikle Filistin ve Suriye bağlamında, bölgedeki güç dengelerini kendi lehlerine değiştirmeyi hedeflemektedir. Bu stratejiler, bazı çevrelerce bölge ülkelerini manipüle ederek kendi çıkarlarına hizmet eden planlar olarak değerlendirilmektedir. Özellikle ABD ve İsrail'in stratejik ortaklıkları, bölgenin siyasal, ekonomik ve askeri dengelerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. ABD'nin Ortadoğu politikaları, İsrail'in güvenliğini merkezine alırken, aynı zamanda bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu bağlamda, İsrail'in bölgede etkinliğini artırmak için Arap dünyasını bölme stratejisi güdülmüştür. Özellikle Körfez ülkeleriyle yapılan normalleşme anlaşmaları, Filistin davasını zayıflatmak ve İsrail'in bölgesel gücünü artırmak için önemli bir adım olarak görülmüştür. Trump yönetimi, ekonomik teşvikler ve silah satışlarıyla bu ülkeleri İsrail ile işbirliğine yönlendirmiştir. Ayrıca, İran'a karşı oluşturulan Arap-İsrail ittifakı, ABD'nin bölgedeki nüfuzunu güçlendirme amacını taşımaktadır.

  1. Filistin ve Suriye'de Güç Dengelerini Değiştirme Planları: Trump ve Netanyahu'nun bölgeye yönelik politikaları, özellikle Filistin ve Suriye üzerinde yoğunlaşmıştır. Filistin'de, "Yüzyılın Anlaşması" olarak lanse edilen plan, Filistinlilerin haklarını büyük ölçüde kısıtlayan ve İsrail'in güvenliğini önceleyen bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu planın temelinde, Filistin topraklarının parçalanması ve ekonomik vaatlerle Filistin yönetiminin susturulması hedeflenmiştir. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının göz ardı edilmesi ve yerleşim yerlerinin genişletilmesi de bu planın önemli unsurlarıdır. Aynı zamanda Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak tanınması, Filistin'in diplomatik olarak zayıflatılması ve Arap dünyasının bölünmesi amacıyla kullanılmıştır. Ayrıca, ekonomik baskılar ve yardımların koşullandırılmasıyla Filistin yönetimi üzerinde siyasi baskı artırılmış, diplomatik arenada yalnızlaştırma stratejisi uygulanmıştır.

Suriye'de ise İsrail'in güvenliği için Golan Tepeleri'nin ilhakı Trump tarafından tanınarak uluslararası hukuka aykırı bir adım atılmıştır. Bu durum, İsrail’in Suriye iç savaşını kendi lehine çevirmek ve İran'ın Suriye’deki etkisini azaltmak için desteklenmiştir. Aynı zamanda, İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah tehdidini minimize etmek amacıyla Suriye'deki askeri varlığını artırmasına zemin hazırlanmıştır. Ayrıca, ABD'nin Suriye'den asker çekme kararları, bölgeyi istikrarsızlaştırarak İsrail'in güvenliğini garanti altına almak için stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte, Suriye'de PKK/YPG güçleri desteklenerek Türkiye'nin bölgedeki etkisi sınırlandırılmak istenmiş ve bu gruplar İsrail'in güvenliği için tampon bölge olarak düşünülmüştür. ABD'nin bu hamlesi, aynı zamanda Suriye'nin toprak bütünlüğünü zayıflatarak bölgesel güç dengelerini yeniden şekillendirme amacı taşımaktadır.

  1. Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE'ye Verilen Görevler: Trump ve Netanyahu, bölgeyi şekillendirmek için Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE gibi ülkeleri kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmiştir. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE, İsrail ile normalleşme anlaşmaları yaparak Filistin davasını zayıflatmıştır. Bu ülkeler ekonomik ve askeri desteklerle ödüllendirilmiş, aynı zamanda İran karşıtı blokta önemli roller üstlenmişlerdir. Suudi Arabistan, İsrail ile olan işbirliğini artırarak Arap dünyasında liderlik rolünü pekiştirmiş ve İran karşıtı koalisyonun öncüsü olmuştur. BAE ise ekonomik yatırımlarla bölgede nüfuzunu artırırken, İsrail'in güvenliğine katkı sağlayacak politikaları desteklemiştir. Bu anlaşmalar, Arap dünyasını bölmek ve İsrail'in bölgesel güvenliğini artırmak için stratejik adımlar olarak görülmektedir.

Türkiye'ye ise Suriye’de sınır güvenliği sağlama görevi verilmiş, böylece ABD ve İsrail, bölgedeki doğrudan askeri varlıklarını azaltarak yüklerini hafifletmişlerdir. Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları desteklenerek NATO üyeliği ve ekonomik ilişkiler koz olarak kullanılmıştır. Mısır ise Gazze Şeridi'nin kontrol altında tutulması ve Hamas'ın etkisinin azaltılması için kritik bir rol oynamaktadır. Ürdün ise Filistin mültecileri konusunda tampon bölge olarak kullanılmakta, iç siyaseti ekonomik yardımlarla şekillendirilmektedir.

  1. Bölgesel ve Küresel Güç Dengeleri: ABD ve İsrail, bölgesel işbirliklerini güçlendirerek İran’ı izole etmeyi hedeflemişlerdir. Suudi Arabistan ve BAE'nin yanı sıra Ürdün ve Mısır da bu blokta yer almış, İsrail'in güvenliğini garanti altına alacak politikalar desteklenmiştir. Ayrıca, bu ülkeler ABD'nin ekonomik ve askeri yardım programlarıyla desteklenmiş, böylece bağımlılık ilişkisi güçlendirilmiştir. Rusya ve Çin'in bölgedeki etkisini kırmak için enerji politikaları ve silah satışları stratejik olarak kullanılmıştır.

Bu bağlamda, ABD'nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme çabaları, Çin'in enerji arzını sınırlama stratejisiyle örtüşmektedir. Ayrıca, Rusya'nın Suriye ve İran ile olan askeri ve ekonomik işbirliği, ABD ve İsrail tarafından bölgesel dengeleri tehdit eden unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervleri ve enerji nakil hatları üzerinde hâkimiyet sağlama mücadelesi, büyük güçler arasında jeopolitik rekabeti körüklemiştir. ABD'nin Suudi Arabistan ve BAE ile yaptığı silah satış anlaşmaları, bu ülkelerin İran'a karşı askeri kapasitelerini artırırken, aynı zamanda ABD'nin bölgedeki ekonomik çıkarlarını güçlendirmiştir. Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında bölgeye yaptığı yatırımlar ise ABD'nin etkisini dengelemeye yönelik stratejik hamleler olarak görülmektedir.

  1. ABD ve İsrail’in Nihai Amacı: Trump ve Netanyahu'nun nihai amacı, İsrail’in güvenliğini mutlak hale getirerek bölgedeki Amerikan hegemonyasını sürdürmektir. Bunun için bölge ülkeleri arasında düşmanlık tohumları ekilmiş, Filistin meselesi etkisiz hale getirilmiş ve İran’ın nüfuzunu kırmak için Arap ülkeleri kullanılmıştır. Ayrıca, enerji kaynaklarının kontrolü ve Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervlerinin güvence altına alınması hedeflenmiştir. Bölgedeki dini ve etnik çatışmalar körüklenerek "böl ve yönet" politikası izlenmiş, yerel aktörler ekonomik ve askeri yardımlarla bağımlı hale getirilmiştir.

Sonuç olarak, Trump ve Netanyahu'nun Ortadoğu politikaları, kısa vadede İsrail'in güvenliğini artırırken, uzun vadede bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Bu stratejilerin detaylı bir şekilde incelenmesi, Ortadoğu'nun geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Bölgedeki dinamikler, enerji politikaları ve büyük güçlerin stratejik hedefleri göz önüne alındığında, ABD ve İsrail'in politikalarının etkileri daha derinlemesine analiz edilmelidir.

Erol Kekeç/12.02.2025 20:57/Sancaktepe/İST

Uyutulan Toplumlar ve Uyanışın Zorlukları

Tarih boyunca toplumların yönetimi, yönlendirilmesi ve hatta manipüle edilmesi, siyasetçilerin ve ideologların en çok ilgisini çeken konuların başında gelmiştir. İnsan topluluklarını yönetmenin en etkili yollarından biri, onların bilinç seviyelerini kontrol altında tutmak, onlara gerçekleri göstermek yerine yönlendirilmiş algılar sunmaktır. Toplumlar, düşünmeyi, sorgulamayı ve sorumluluk almayı bir kenara bıraktıklarında, uyutulmaya daha açık hale gelirler. Bu durumun, bireylerin psikolojik eğilimlerinden, kültürel yapılarından ve ekonomik koşullarından bağımsız olmadığını görmek gerekir.

Uyutulma Mekanizması ve Toplumların Eğilimleri

Bazı toplumlar, konfor alanlarını kaybetmemek adına bilinçli olarak uyutulmayı tercih ederler. Düşünmek, sorgulamak ve bilinçli bir hayat sürmek sorumluluk gerektirir. Sorumluluk almak ise bireye hem zihinsel hem de duygusal bir yük getirir. Bu yükü taşımaktan kaçınan bireyler, kendilerine sunulan basit anlatıları kabul etmekte daha isteklidirler. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Japon toplumudur. Japon kültürü, bireylerin sorgulayıcı düşünce yapısını teşvik ederken, aynı zamanda onları toplumun bütünlüğüne katkıda bulunmaya zorlar. Oysa bizim gibi toplumlarda, bu süreç çoğunlukla tersine işler; bireyler, gerçeklerle yüzleşmek yerine kaçış yolları ararlar.

Bu kaçış yolları arasında alkol tüketimi, sanal dünyalara sığınma, dinin yanlış yorumlanması ve kişisel sorumlulukları reddetme gibi unsurlar bulunmaktadır. Psikolojik terapilerde hipnoz yöntemlerinin özellikle son yıllarda bizim toplumda fazla ilgi görmesi, bireylerin bilinçten kaçma eğilimlerini gözler önüne sermektedir. İnsanlar, yüzleşmek yerine unutmayı, mücadele etmek yerine teslim olmayı seçtiklerinde, siyasiler ve medya araçları da bu durumu avantaja çevirmekten geri durmazlar.

Siyasetçilerin Uyutma Stratejileri

Uyutulmaya meyilli toplumlarda siyasetçiler, kitleleri bilinçlendirmekten ziyade, onları hipnotize etmeyi tercih ederler. Çünkü uyanık bir toplum, yönetenlerden hesap sorar, yapılan yanlışları sorgular ve değişim talep eder. Ancak uyuyan bir toplum, yalnızca kendisine sunulan hikayelerle yetinir. Bu hikayeler kimi zaman milliyetçi söylemler, kimi zaman dini reflekslerin kullanımı, kimi zaman ise ekonomik vaatler şeklinde kurgulanır.

Özellikle son dönemlerde, dinin toplum üzerindeki etkisinin nasıl bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını gözlemlemek mümkündür. Karl Marx’ın “Din, toplumların afyonudur” sözü de tam olarak bu durumu açıklar. Marx burada, dinin kendisini değil, onu bir hipnoz aracı olarak kullananları eleştirmektedir. Bugün benzer bir sürecin yaşandığını görmek mümkündür. İnsanlar, ekonomik sıkıntılar ve sosyal çalkantılar karşısında yöneticilerden hesap sormak yerine, kendilerini avutacak söylemlere sarılmayı tercih etmektedirler.

Bilinçli Bireyler ve Uyanış Süreci

Toplumun genel yapısı uyutulmaya yatkın olsa da, her zaman uyanık bireyler bulunur. Ancak bu bireyler, içinde bulundukları toplumda büyük bir yalnızlık yaşarlar. Gerçeği gören ve bunu ifade etmeye çalışan insanlar, çoğunlukla dışlanır, susturulmaya çalışılır ya da sistemin hedefi haline getirilirler. Oysa bir toplumun kurtuluşu, işte bu bireylerin çabalarına bağlıdır. Karanlığa alışmış gözlerin, ışığa tahammülü zor olsa da, küçük bir kıvılcım bile büyük bir aydınlanmaya yol açabilir.

Bu noktada en büyük ihtiyaç, cesur bireylerin çoğalması ve birbirleriyle dayanışma içinde olmalarıdır. Tarihte büyük dönüşümler, genellikle küçük grupların büyük fikirleri savunmasıyla başlamıştır. Her ne kadar uyutulmuş kitleler, uyanan bireyleri başta reddetse de, zamanla bu bireylerin haklılığı daha net görülmeye başlanır. Zifiri karanlık bir gecede, küçük bir ışık bile göz alıcıdır ve insanlar zamanla o ışığa yönelmeye başlarlar.

Uyanış Kaçınılmazdır

Uyutulmuş toplumların kaderi, sonsuza dek böyle sürmez. Tarih, birçok örnekle doludur: Fransız Devrimi, Amerikan Bağımsızlık Hareketi, Japonya’nın Meiji Reformu gibi olaylar, halkların bir noktada uyanışa geçtiğinin kanıtıdır. Ancak bu süreç, sancılı ve uzun vadeli bir mücadele gerektirir. Günümüzde de benzer bir kırılma noktasına doğru ilerliyoruz. İnsanlar, biyolojik yaşamlarını sürdürebilmek için bile bir noktada uyanmak zorunda kalacaklar. Çünkü uyku, bir noktadan sonra ölümcül hale gelir.

Uyanış, ancak bireylerin sorumluluk alması ve gerçeği arayışa geçmesiyle mümkün olabilir. Ne kadar uyutulmaya çalışılsa da, gerçek her zaman kendini belli eder. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, küçük bir kıvılcım bile büyük bir değişimin başlangıcı olabilir. O kıvılcımı yakmak ve yaymak, bilinçli bireylerin en büyük görevidir.

Bahadır Hataylı/23.02.2025 21:00/Sancaktepe/İST


Kayıp Değerler Yıkılan Medeniyetler

Şüphesiz ki toplumsal çöküş, yalnızca ekonomik krizler veya siyasi istikrarsızlıklarla açıklanamaz. Asıl çöküş, ahlaki ve manevi değerlerin aşınmasıyla başlar. Bir toplum, bireylerinin karakteri kadar güçlüdür ve eğer bireyler hak, adalet, sorumluluk ve merhamet gibi değerleri terk ederse, en sağlam görünen sistemler bile çökmeye mahkûmdur.

Çöküşün Başlangıcı-Değerlerin Erozyonu

Günümüz dünyasında, bireysel çıkarlar toplumsal faydanın önüne geçmiş durumda. İnsanlar artık "Ne kazanırım?" sorusunu, "Ne doğru?" sorusundan önde tutuyor. Merhamet, adalet ve sadakat gibi erdemler, hızla tüketim toplumunun sert rekabetçi anlayışı içinde değersizleşiyor.

Örneğin, eskiden komşuluk ilişkileri sıcak ve samimiydi. Bir insanın aç olduğu, borç içinde kıvrandığı bir mahallede diğerleri rahat uyuyamazdı. Oysa bugün, insanlar yanı başındaki komşusunun acısını görmezden gelmeyi olağan bir refleks haline getirdi. Aynı şekilde, eskiden ticaretin temeli güven ve dürüstlük üzerine inşa edilirken, şimdi birçok kişi sadece kâr marjına odaklanıyor. Bir ürün alırken, "Bu helal mi?" sorusunu sormak yerine, "Bu bana ne kadar kazandırır?" sorusu soruluyor.

Liyakatin Terk Edilişi-Adaletin Zehirlenmesi

Bir toplumun ayakta kalabilmesi için adalet sisteminin sağlam olması şarttır. Adalet, yalnızca mahkemelerde değil, her alanda kendini göstermelidir: İş hayatında, siyasette, akademide ve aile içinde… Ancak günümüzde, hak edenin değil, güçlü olanın kazandığı bir düzen oluştu. Bir iş başvurusu düşünelim. Eskiden, kim daha ehil ve çalışkansa o seçilirdi. Şimdi ise "Tanıdık var mı?" sorusu, "Kim daha yetkin?" sorusunun önüne geçiyor. Bu, bir milletin köklerine işleyen bir zehirdir; çünkü liyakat terk edildiğinde, ehil olanlar geri plana itilir, sistemin içinde yeteneksiz insanlar yükselir ve sonuçta toplum çürümeye başlar.

Bu durumu tarih boyunca birçok medeniyet yaşadı. Osmanlı’nın gerileme döneminde, sadakat ve yetkinlik yerine dalkavukluk ve rüşvetin ön plana çıkması çöküşü hızlandırdı. Aynı şekilde Roma İmparatorluğu, devlet kademelerine liyakatsiz kişilerin yerleşmesiyle iç kargaşaya sürüklendi ve zayıfladı. Bugün de benzer bir sürecin içinde olduğumuzu inkâr edebilir miyiz?

Ahlaki Çöküş ve Bencillik

Bireylerin yalnızca kendilerini düşündüğü, başkalarının hakkını gasp etmeyi normalleştirdiği bir toplum ayakta kalamaz. Toplumların çöküşü, içindeki insanların başkalarının acısını hissedememesiyle başlar. Trafikte kırmızı ışıkta bekleyen bir yayaya yol vermemek, çöpe atılan ekmeğe kayıtsız kalmak, bir çocuğun eğitim hakkını elinden almak… Bunlar basit gibi görünen ama toplumun manevi çöküşünün göstergeleri olan eylemler.

Eskiden insanlar birbirine destek olur, düşeni kaldırırdı. Şimdi ise birçok kişi, düşeni daha da ezme derdinde. Sosyal medya, insanları birbirine yaklaştıracağına, acımasız bir yargı platformuna dönüştü. Herkes hata avcılığı yapıyor, kimse kendini sorgulamıyor.

Çözüm-Ahlaki Diriliş ve Manevi Uyanış

Bir toplumun yeniden yükselmesi için öncelikle manevi olarak dirilmesi gerekir. Bunu sağlayacak en güçlü araçlardan biri, bireyin iç disiplinini sağlayan ve onu erdemli bir yaşama yönlendiren değerler sistemidir. Namaz gibi ibadetler, sadece ritüeller değil, bireyi sorumluluk bilinciyle donatan, kötülüklerden alıkoyan, ruhunu arındıran güçlü mekanizmalardır.

Bunun yanında, adaletin yeniden tesis edilmesi, liyakatin esas alınması, paylaşım kültürünün teşvik edilmesi gerekir. Kendi menfaatini değil, toplumsal faydayı önceleyen bireyler yetiştirmedikçe, hiçbir ekonomik reform, hiçbir siyasi değişim gerçek bir iyileşme getirmeyecektir.

Sonuç olarak, toplumları yıkan şey savaşlar, ekonomik krizler ya da doğal afetler değildir. Asıl çöküş, bireylerin vicdanlarını susturduğu, ahlaki pusulalarını kaybettiği noktada başlar. Ve bir toplumun kurtuluşu da yine bireylerin kendi iç dünyalarını inşa etmesiyle mümkündür.

Bahadır Hataylı/23.02.2025 00:53/Sancaktepe/İST

Küresel Güçlerin Gölgesinde Yeni Dünya Düzeni

Yeni dünya düzeni kavramı, tarih boyunca güçlü devletler ve küresel elitler tarafından şekillendirilen bir yapı olmuştur. Ancak günümüzde bu kavramın içi, geçmişte olduğundan çok daha derin bir manipülasyon süreciyle doldurulmaktadır. Medya organları, finans kuruluşları, siyasi ittifaklar ve teknolojik kontrol mekanizmaları üzerinden, dünya halklarının düşünce yapıları belirlenmekte ve yönlendirilmektedir.

Günümüzde dünya siyasetinde öne çıkan liderlerin gerçekten bağımsız olup olmadığı sorusu, derinlemesine düşünülmesi gereken bir konudur. Le Point dergisinin kapağında yer alan isimler – Erdoğan, Trump, Putin, Xi Jinping – bu düzenin birer bağımsız aktörü mü, yoksa küresel sistemin belirlediği çerçevede hareket eden figürler midir? İşin gerçeği, bu liderlerin her biri belirli ölçülerde ulusal çıkarlarını savunsa da, küresel finans sisteminin ve medya organlarının etkisinden kaçmaları imkânsızdır.

1. Küresel Şebekelerin Yönlendirme Mekanizması

Küresel düzeni şekillendiren şebekeler, çeşitli manipülasyon yöntemleriyle toplumları yönlendirirler. Bunlar arasında en dikkat çeken yöntemler şunlardır:

Medya Propagandası: Medya, belirli figürleri ya kahramanlaştırır ya da şeytanlaştırır. Böylece halklar, hangi liderin güvenilir olup olmadığı konusunda yönlendirilir.

Ekonomik Baskılar: Ülkeler, uluslararası finans sistemine bağımlı hâle getirilerek, bağımsız karar alma yetileri ellerinden alınır.

Teknolojik Kontrol: Dijitalleşme, bireylerin ve devletlerin tüm hareketlerini izleme ve yönlendirme imkânı sunar. Büyük veri analizleri ile insanların ne düşündüğü ve ne yapacağı önceden tahmin edilerek, buna göre politikalar belirlenir.

Siyasi Manipülasyonlar: Uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla ülkelerin iç dinamiklerine müdahale edilir ve istenilen politikaların uygulanması sağlanır.

2. Yeni Dünya Düzeni İçin Görevlendirilen Liderler

Le Point gibi yayınlar, belirli liderleri öne çıkartarak onların yeni dünya düzeninde belirleyici roller oynayacağını iddia eder. Ancak burada asıl soru, bu liderlerin gerçekten kendi halkları adına mı hareket ettiği yoksa büyük güçlerin direktifleri doğrultusunda mı görev yaptığıdır.

Bu liderler, uluslararası sistemin kendilerine biçtiği rolün dışına çıkamazlar. Çıktıkları anda ya ekonomik yaptırımlarla ya da iç karışıklıklarla karşı karşıya kalırlar. Bir liderin gerçekten bağımsız olup olmadığını anlamak için şu faktörlere bakmak gerekir:

Küresel ekonomik sistemden ne derece bağımsızdır?

Medya tarafından nasıl sunulmaktadır?

Teknoloji ve dijitalleşme süreçlerinde nasıl bir politika izlemektedir?

Ülkesinin iç politik dinamikleri gerçekten bağımsız mı, yoksa dışarıdan mı yönlendiriliyor?

3. İnsanlığı Bekleyen Büyük Aldatmacalar

Yeni dünya düzeni, insanlara bir kurtuluş reçetesi gibi sunulmaktadır. Güya daha adil, daha eşitlikçi ve daha güvenli bir dünya inşa edilecektir. Ancak gerçekte bu düzen, insanları bireysel özgürlüklerinden ve bağımsız düşünce yapılarından koparıp tam kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Bu sürecin önemli aşamaları şunlardır:

Dijital Para Sistemi: Nakit paranın ortadan kaldırılması, finansal bağımsızlığı sona erdirecek ve her ekonomik hareketin izlenmesine neden olacaktır.

Sınırların Esnekleşmesi: Küresel göç hareketleri ile ulusal kimlikler zayıflatılarak, toplumlar daha kolay yönetilebilir hâle getirilecektir.

Yapay Zekâ ve Sosyal Kredi Sistemi: Bireylerin tüm hareketleri puanlanarak, ‘uygun vatandaş’ olup olmadıkları değerlendirilecek ve cezalandırma mekanizmaları geliştirilecektir.

Medikal ve Biyoteknolojik Kontroller: Sağlık sektörü üzerinden bireylerin genetik verileri kontrol altına alınarak, uzun vadede nüfus yönetimi sağlanacaktır.

4. Gerçek Kurtuluş ve Çıkış Yolları

Bütün bu manipülasyonlara karşı toplumların bilinçlenmesi ve kendi kaderlerini ellerine almaları gerekmektedir. Bunun için:

Medya tarafından sunulan her bilgiyi sorgulamak,

Dijitalleşmenin sunduğu kolaylıkların yanında getirdiği bağımlılıkları görmek,

Küresel finans sistemine alternatif yerel ekonomik modeller geliştirmek,

Kendi kültürel ve manevi değerlerine sahip çıkmak,

Küresel güçlerin sunduğu ‘kurtuluş reçetelerine’ şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir.

Bu bağlamda, dünya düzenini yönlendiren aktörleri sadece dışarıdan izlemek yetmez, onların arkasındaki gerçek güçleri ve planları analiz etmek gerekir. Manipülasyonlarla insanlara sunulan sahte kurtuluş vaatlerini reddederek, gerçekten bağımsız ve özgür bireyler olarak hareket etmek, bu sistemin en büyük korkusudur. Çünkü bilinçlenmiş bir toplum, hiçbir gücün manipülasyonuna açık değildir.

Erol Kekeç/23.02.2025 00:56/Sancaktepe/İST

23 Şubat 2025 Pazar

Firavunların Gücü ve Zulmün Sessizliği


Tarih boyunca zulmeden yöneticiler, sadece kaba kuvvet ve askeri güce dayanarak değil, aynı zamanda susturulan halkların sessizliğiyle iktidarlarını sağlamlaştırmışlardır. Firavunlar, mutlak otoritelerini halkın korkusuna, bürokrasinin itaatine ve devletin resmi ideolojisi haline gelen baskıcı politikalarına dayandırmışlardır. Peki, halkın büyük bir çoğunluğu, zulmü görmesine rağmen nasıl oluyor da zulmeden bir azınlığın yönetimi altında kalabiliyor? Bunun cevabı, psikolojik, sosyolojik ve politik dinamiklerde yatmaktadır.

1. Gücün Meşruiyet Kaynağı Olarak Sessizlik

Bir yönetici yanlışlarını doğru olarak görmeye başladığında, etrafındaki danışmanlar ve halk da bunu kabullenmeye eğilim gösterir. Çünkü otorite figürleri, doğrudan eleştirildiğinde ya da karşı çıkıldığında sert önlemler alabilirler. İnsan doğası gereği hayatta kalma güdüsüyle hareket eder ve birçok insan zulme karşı çıkmaktansa, sessiz kalmayı tercih eder. Sessizlik, zamanla yöneticinin meşruiyetini perçinler ve zulmün devam etmesine zemin hazırlar.

Firavunlar, sadece ordularıyla değil, aynı zamanda insanların korkularını yöneterek iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Onların gücü, halkın itaatinden ve en önemlisi de sessizliğinden beslenmiştir. Zulme boyun eğen toplumlar, zamanla zulmü normalleştirir ve onu bir yönetim biçimi olarak kabullenir. Böylece, zulmeden kişi veya kurumlar daha fazla cesaretlenir ve baskının dozunu artırır.

2. Zulmün Sistemleştirilmesi

Zulüm, bireysel bir olgu olmanın ötesinde, devlet mekanizmalarıyla iç içe geçtiğinde çok daha yıkıcı bir hale gelir. Firavunlar, sadece fiziksel güçle değil, aynı zamanda bürokrasiyi ve kanunları kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanarak zulümlerini sistemleştirmişlerdir. Devletin yasaları ve kurumları, yöneticinin otoritesini pekiştirecek şekilde düzenlendiğinde, halkın karşı çıkma şansı giderek azalır.

Örneğin, zulmü yasalar aracılığıyla meşru hale getirmek, toplumun geniş kesimlerini pasif bir direniş yerine, edilgen bir kabullenmeye iter. Hukukun tarafsız olması gerektiği fikri, yerini otoritenin mutlak doğruluğuna bıraktığında, adalet mekanizması baskının bir aracı haline gelir. Firavunlar, yasaları halkın lehine değil, kendi yönetimlerini pekiştirecek şekilde düzenleyerek, zulmü bir yönetim biçimi olarak kalıcı hale getirmişlerdir.

3. Halkın Korku Kültürü İçinde Yoğrulması

Bir toplum, baskı altında uzun süre yaşadığında, korku kültürü içinde şekillenir. İnsanlar, kendi çıkarlarını koruyabilmek adına, yanlışları görmezden gelmeye başlarlar. Zamanla bu korku, yalnızca yöneticilere karşı bir çekinme değil, bireyler arasında da güvensizlik doğurur. Herkes birbirinin potansiyel bir tehdit olduğuna inandırılır ve toplumsal dayanışma zayıflar. Böyle bir ortamda zulme karşı çıkmak neredeyse imkânsız hale gelir.

Firavunlar, halkın arasına nifak sokarak, onları birbirine düşürerek yönetme sanatında ustalaşmışlardır. Onların en büyük stratejisi, insanların birbirinden şüphe duymasını sağlamak ve kolektif direnişi imkânsız hale getirmek olmuştur. Toplum içinde yaygınlaşan korku, insanların bireysel menfaatlerini korumak adına susmalarına neden olmuştur. Böylece, zulüm giderek daha az sorgulanır hale gelir ve otorite karşı konulmaz bir güç olarak kabul edilir.

4. Propaganda ve Algı Yönetimi

Zulmeden yöneticilerin en etkili silahlarından biri propagandadır. İnsanlar zulmü fark edemeyecek hale getirildiğinde, zulmü sürdürenler daha güçlü olurlar. Firavunlar, kendilerini tanrılaştırarak ve halkın bilinçaltına mutlak otoritenin ancak kendi varlıklarıyla sağlanabileceği fikrini işleyerek, yönetimlerini sorgulanamaz hale getirmişlerdir.

Bugünün dünyasında da otoriter rejimler benzer yöntemler kullanmaktadır. Medya araçları, propaganda aygıtları ve resmi söylemlerle zulmün bir tür adalet olduğu algısı yaratılmaya çalışılır. Bu algı yönetimi, insanların zulmü içselleştirmesine ve karşı koymamasına neden olur. Firavunların güçlerini koruyabilmelerinin en önemli sebebi, yalnızca ordularıyla değil, halkın düşüncelerini kontrol edebilmeleriyle mümkün olmuştur.

5. Çıkış Yolu-Zulme Karşı Sessiz Kalmanın Sonuçları

Zulmü sürdüren en büyük etken, ona karşı sessiz kalmaktır. Firavunlar ve onların benzeri yöneticiler, halkın sessizliğinden ve korkusundan beslenirler. Ancak tarih boyunca her otoriter rejimin bir sonu olduğu da unutulmamalıdır. Zulme karşı çıkmayan toplumlar, sonunda o zulmün kurbanı haline gelirler.

Özgürlük ve adalet, ancak insanlar zulme karşı durduklarında mümkün olabilir. Zulmü sürdüren sistemlerin en büyük korkusu, halkın bilinçlenmesi ve ses çıkarmasıdır. Firavunlar, halkın kendilerine itaat etmesi için baskıyı artırmış, ancak sonunda bu baskı ters tepmeye başlamıştır. Zulmü devam ettirmek mümkün olsa da, tarih boyunca hiçbir zalim sonsuza kadar ayakta kalamamıştır.

Firavunların iktidarlarını sürdürebilmesinin temel sebeplerinden biri, halkın sessizliğidir. Zulüm, yalnızca yöneticilerin acımasızlıklarıyla değil, aynı zamanda halkın korkularıyla da beslenir. Yöneticiler, kanunları ve bürokrasiyi kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanarak zulmü sistematik hale getirmişlerdir. Ancak tarih bize göstermiştir ki, zulüm ne kadar güçlü görünürse görünsün, halk bilinçlendiğinde ve birlik olduğunda her türlü baskıcı rejim yıkılmaya mahkûmdur.

Bugün de dünyanın farklı yerlerinde benzer yönetim anlayışları devam etmektedir. Zulme karşı sessiz kalmak, yalnızca zalimlerin gücünü artırır. Özgürlük ve adalet ancak insanların seslerini çıkarmasıyla mümkündür. Firavunlar, halkı sessizleştirerek güç kazandılar, ancak sonunda susturulan sesler bir çığlık olarak geri döndü. Bu yüzden zulme karşı ses çıkarmak, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluktur.

Bahadır Hataylı/22.02.2025/Sancaktepe/İST

Toplumsal Çöküş-Merhametin Yerini Alan Fırsatçılık

Toplumların ayakta kalabilmesi için belirli ahlaki ve insani değerler üzerine inşa edilmesi gerekir. Bu değerlerin başında merhamet, yardımlaşma, adalet ve hakkaniyet gelir. Ancak modern toplumlarda bu kavramların giderek içinin boşaltıldığına ve yerini bencillik, çıkarcılık ve fırsatçılığın aldığına şahit oluyoruz. Bugün, "ihtiyaçtan satılık" denildiğinde, yardım etmek yerine o malı yok pahasına alarak kendini kârlı hisseden bir zihniyetin normalleşmesi, toplumsal çürümüşlüğün en bariz örneklerinden biridir.

İnsanlık, tarih boyunca kriz anlarında dayanışma göstererek ayakta kalmayı başarmıştır. Ancak günümüzde, özellikle kapitalist düzenin ve bireyselleşmenin getirdiği aşırı rekabet ortamı, insanların sadece kendilerini düşündüğü, başkalarının sıkıntısını bir fırsata çevirdiği bir düzen yaratmıştır. Eskiden "komşusu açken tok yatan bizden değildir" anlayışı hâkimken, bugün "adam sıkışmış, bedavaya aldım" zihniyetinin prim yapması, ahlaki erozyonun geldiği noktayı gözler önüne sermektedir.

1. Toplumsal Vicdanın Zayıflaması

Toplumsal vicdan, bir milletin en büyük sermayesidir. Ancak bu sermaye tüketildiğinde, geriye sadece çıkar ilişkileri kalır. Eskiden insanlar birbirlerinin zor zamanlarında yanında olur, yardım eli uzatırdı. Bugün ise zor durumda olanı fırsata çeviren bir anlayış yaygınlaşmış durumda. İnsanların, bir başkasının sıkıntısını kendi lehine çevirmeyi normal görmesi, etik değerlerin büyük ölçüde yitirildiğinin göstergesidir.

Bu anlayış, toplumsal ilişkilerde büyük bir güvensizlik ortamı yaratır. Artık kimse zor durumda kaldığında çevresinden bir yardım eli bekleyemez, çünkü herkes fırsat kollayan bir avcı haline gelmiştir. Bu durum, toplumu giderek daha fazla bireyselleştirir, insanlar arasındaki güven bağlarını koparır ve sonuç olarak her bireyi yalnızlığa iter.

2. Dinin Göğe Çekilmesi-İnancın Hayattan Koparılması

"Din göğe çekilmiş, yeryüzünde sadece edebiyatı kalmıştır "bu oldukça manidardır. Din, bir toplumun ahlaki temelini oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Ancak günümüzde, dinin hayattaki pratik karşılığı azalmış, ritüellere indirgenmiş bir olgu haline gelmiştir. İnsanlar dinî vecibelerini yerine getirirken, ahlaki sorumluluklarını ihmal etmektedir.

Bugün birçok kişi camilere, ibadet yerlerine gidip dua ederken, günlük hayatında adaletli, merhametli ve dürüst olmayı unutmaktadır. Din, sadece belirli ritüellerle sınırlı kaldığında, toplumu dönüştürme gücünü kaybeder. İnsanlar vicdanlarının sesini susturup, dini sadece bir süs gibi taşımaya başlarlar. Oysa gerçek anlamda din, bireyin ahlaki yükselişini sağlayan, topluma iyilik ve adalet getiren bir olgudur. Ancak bu değerler unutulduğunda, dinin toplum üzerindeki etkisi azalır ve geriye sadece onun romantik bir anlatısı kalır.

3. Fırsatçılık ve Açgözlülüğün Normalleşmesi

Bugünün toplumunda en büyük sorunlardan biri de fırsatçılığın ve açgözlülüğün bir yaşam biçimi haline gelmesidir. İnsanlar, ekonomik krizleri, doğal afetleri veya bireysel sıkıntıları kendi kazançları için bir fırsata çevirmeye başlamıştır. Deprem sonrası fahiş kira artışları, ekonomik dar boğazda kalan insanların mallarını yok pahasına kapatıp sonra yüksek fiyatlara satmak, insanlığın geldiği noktayı açıkça göstermektedir.

Bu anlayışın normalleşmesi, çocuklarımızın da bu değerlerle büyümesine neden olmaktadır. Yeni nesil, merhametli ve paylaşımcı olmayı değil, fırsatçı ve bencil olmayı öğrenmektedir. "Daha çok kazan, daha çok sahip ol" anlayışı, "yardım et, paylaş, dayanış" anlayışının önüne geçtiğinde, toplumun geleceği de tehlikeye girmektedir.

4. Toplumsal Çöküşün Sonuçları

Toplumsal çöküş, yalnızca ahlaki ve vicdani bir mesele değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal bir meseledir. Güvenin olmadığı bir toplumda ekonomi de sağlıklı işlemez, çünkü herkes birbirini kandırmaya, fırsatçılığa odaklanır. Bu durum, uzun vadede üretimi ve ticareti olumsuz etkileyerek, toplumu krizlere sürükler.

Ayrıca, insanlar arasındaki güvenin zayıflaması, suç oranlarını artırır. İnsanlar, adaletin ve hakkaniyetin kalmadığı bir yerde, kendi çıkarlarını korumak için her yolu mübah görmeye başlarlar. Dolandırıcılıktan gasp olaylarına kadar birçok suçun artış göstermesi, toplumsal çöküşün en net göstergesidir.

5. Çözüm Önerileri-Ahlaki ve Vicdani Bir Uyanış

Peki, bu noktaya gelen bir toplumu nasıl iyileştirebiliriz? Öncelikle, eğitim sisteminin sadece akademik başarıya değil, ahlaki eğitime de önem vermesi gerekmektedir. Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren adalet, paylaşma, merhamet ve vicdan gibi değerleri aşılamak zorundayız.

Bunun yanında, toplumsal dayanışmayı artıracak sosyal politikaların geliştirilmesi gerekmektedir. Devletin, ekonomik sıkıntı çeken bireylere destek sağlaması, insanların zor zamanlarında başkalarına muhtaç olmadan ayakta kalabilmesini sağlayacaktır. Böylece fırsatçılar için alan daralacak, yardımlaşma kültürü yeniden canlanacaktır.

Dini değerlerin yalnızca ritüeller üzerinden değil, ahlaki öğretilerle birlikte yaşanması teşvik edilmelidir. İslamiyet’in ve diğer inançların temelinde merhamet, adalet ve doğruluk yer alır. Ancak bunlar sadece teoride kaldığında, din toplum üzerindeki etkisini kaybeder.

 Daha İyi Bir Toplum Mümkün

Toplumların çöküşü aniden olmaz; bu süreç, küçük küçük kayıpların birikimiyle gerçekleşir. Bugün, fırsatçılığın, bencilliğin ve vicdansızlığın normalleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu gidişatı durdurmak ve tersine çevirmek bizim elimizdedir. Merhameti, adaleti ve dürüstlüğü yeniden hayatımızın merkezine aldığımızda, "din göğe çekildi" demek yerine, onun hayatımıza gerçek anlamda yön verdiğini göreceğiz. O zaman yeryüzünde sadece edebiyatı değil, hakikati de yaşatabiliriz.

Erol Kekeç/22.02.2025/Sancaktepe/İST


18 Şubat 2025 Salı

İki Dünya Bir Tercih



Paris İklim Anlaşması ve Küresel Güçler Üzerine Eleştirel Bir İnceleme

Paris İklim Anlaşması, küresel ısınma ve çevre sorunlarına çözüm getirme iddiasıyla sunulmuş bir anlaşma olarak dünya gündeminde yerini almıştır. Ancak bu anlaşma gerçekten çevreyi korumayı mı hedefliyor, yoksa küresel güçlerin yeni bir kontrol mekanizması olarak mı işlev görüyor? Bu yazıda, Paris İklim Anlaşması’nı eleştirel bir perspektiften değerlendirerek, küresel güçlerin bu anlaşma aracılığıyla insanları tek merkezden yönetme isteğini ve ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları derinlemesine inceleyeceğiz.

Paris İklim Anlaşması ve Küresel Kontrol Mekanizmaları

Paris İklim Anlaşması, karbon emisyonlarını azaltma hedefiyle sunulurken, aslında ekonomik ve politik bağımlılığı artıran bir araç olarak kullanılmaktadır. Karbon ayak izi kavramı, bireyleri ve ülkeleri suçlayarak, büyük endüstriyel güçlerin sorumluluklarını gizlemektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler üzerinde ekonomik kısıtlamalar getirerek, onların büyümesini ve bağımsız politikalar üretmesini engellemektedir. Karbon vergileri ve emisyon ticareti sistemleri, küresel sermayenin ekonomik kontrolünü güçlendirmek için kullanılmakta ve zengin ülkelerin sorumluluklarını gelişmekte olan ülkelere yüklemektedir.

Yapay Gıdalar ve Toplumsal Yönlendirme

Yapay et ve yapay yumurta gibi gıdaların teşvik edilmesi, çevresel sürdürülebilirlik bahanesiyle sunulurken, aslında gıda tekellerinin kontrolünü güçlendirmeyi hedeflemektedir. Laboratuvar ortamında üretilen bu gıdalar, gıda güvenliği ve sağlık riskleri konusunda ciddi soru işaretleri barındırmaktadır. Ayrıca, geleneksel tarım ve hayvancılığı ortadan kaldırarak, küçük çiftçilerin ekonomik bağımsızlığını tehdit etmekte ve büyük biyoteknoloji şirketlerinin tekeline zemin hazırlamaktadır. Yapay gıdalar, insanları doğadan kopararak, daha kolay kontrol edilebilir toplumlar yaratma amacını taşımaktadır.

Karbon Ayak İzi ve Manipülasyon

Karbon ayak izi kavramı, bireysel sorumluluğu ön plana çıkararak, büyük şirketlerin ve devletlerin çevresel etkilerini gizlemektedir. Bu kavramın yaygınlaştırılması, insanların tüketim alışkanlıklarını değiştirerek ekonomik sistemi yeniden şekillendirme çabasıdır. Özellikle karbon vergileri ve sınırlamaları, enerji bağımsızlığını ortadan kaldırarak, ülkeleri dışa bağımlı hale getirmektedir. Bu durum, enerji politikalarında küresel güçlerin etkisini artırmakta ve ekonomik bağımsızlığı zayıflatmaktadır.

Atmosfer Manipülasyonları ve Chemtrail İddiaları

Uçakların gökyüzünü kapatarak zehir püskürtmesi iddiası, bilimsel çevrelerce tartışmalı bulunsa da, hava kirliliği ve atmosferik değişiklikler konusundaki endişeleri göz ardı etmemek gerekir. Chemtrail teorisi olarak bilinen bu iddialar, atmosferdeki kimyasal değişikliklerin iklim mühendisliği amaçlı kullanıldığını savunmaktadır. Modern hava taşımacılığı, sadece karbon salınımıyla değil, aynı zamanda hava kalitesini etkileyen diğer kimyasal bileşenlerle de çevresel sürdürülebilirliği tehdit etmektedir.

Paris İklim Anlaşması ve beraberinde gelen politikalar, çevresel kaygılarla maskelediği küresel kontrol mekanizmalarını güçlendirmektedir. Yapay gıdalar, karbon ayak izi ve atmosfer manipülasyonları, toplumları yönlendirmek ve ekonomik bağımlılığı artırmak amacıyla kullanılmaktadır. Bu politikaların ardındaki güç dinamiklerini sorgulamak ve daha bağımsız, sürdürülebilir çözümler geliştirmek gerekmektedir. Toplumsal bilinçlenme ve eleştirel düşüncenin güçlendirilmesi, küresel güçlerin dayattığı politikaların etkisini azaltmak için önemlidir.

Bahadır Hataylı/17.02.2025/Sancaktepe/İST

17 Şubat 2025 Pazartesi

Siyonist Çeteler ve Küresel Hakimiyetin Karanlık Yüzü

Bugün dünyanın her köşesinde insanlık ifsat edilirken, ulusal yöneticiler küresel Siyonist baronların taleplerini ve dayatmalarını bilimsel bir rapor gibi kendi halklarına sunarak hem halklarını kandırmakta hem de zalim Siyonist çetenin amaçlarının gerçekleşmesine hizmet etmektedirler. Bu çete, dünyanın tüm kaynaklarının başına oturarak istediğine istediği kadar, istemediğine ise hiç vermeyerek, ekonomik ve siyasi gücünü perçinlemekte ve toplumları kendi amaçlarına hizmet eder hale getirmektedir.

Sömürülmeyi bir kader olarak kabullenmiş, kendisine gösterilen yapay gülücüklere aldanan, benliğini tanımaktan aciz toplumlar, bu yönetimlerin elinde şamar oğlanına dönüşmektedir. Eğer bir toplumun tarım, sağlık, hayvancılık, su kaynakları, doğa ve ekolojik dengesi, ürün çeşitliliği küresel güçlerin belirlediği kurallar doğrultusunda mevzuat haline getirilmiş ve uygulanıyorsa, ifsat olmak için başka çabaya gerek yok demektir. Bugün dünyanın tohum üretiminin büyük bir bölümünü elinde tutan Siyonist çete, tüm gıda ürünlerini manipüle etmekte, sağlığımızı tehdit eden gıdalarla nesilleri dönüştürmektedir. "Gıdanız ilacınız olsun" özdeyişinin yerini "Gıdanız zehriniz olsun" anlayışı almıştır.

Küresel Çetenin Gıda ve Sağlık Üzerindeki Kontrolü

Siyonist çetenin en büyük silahlarından biri, gıda ve sağlık sektörleri üzerindeki tam kontrolüdür. Tarım sektöründe genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), kimyasal gübreler ve pestisitler aracılığıyla doğallık yok edilmekte, insan sağlığı bilinçli bir şekilde zayıflatılmaktadır. Tohumların kontrol edilmesi, çiftçilerin bağımlı hale getirilmesi ve organik üretimin engellenmesi, küresel hakimiyetin en önemli adımlarından biridir. İnsanların doğal ve sağlıklı gıdaya ulaşımı bilinçli bir şekilde kısıtlanarak, bağımlı hale getirilmeleri sağlanmaktadır.

Sağlık sektöründe ise modern tıbbın büyük ilaç şirketlerinin (Big Pharma) çıkarları doğrultusunda şekillendiği aşikardır. İnsanlar, sürekli ilaç kullanımına yönlendirilerek bağışıklık sistemleri zayıflatılmakta, sağlık sektörünün kölesi haline getirilmektedir. Pandemiler, aşılama kampanyaları ve ilaç bağımlılığı üzerinden toplumların sağlığı küresel çetenin kontrolüne verilmiştir. Bugün ilaç sektörünün en büyük yatırımcılarının Siyonist kökenli sermaye sahipleri olduğu gerçeği göz ardı edilemez.

Ekonomi ve Finans Sistemi Üzerindeki Hakimiyet

Dünyanın finansal sistemine baktığımızda, en büyük bankalar, kredi kuruluşları ve borsaların küresel elitlerin kontrolünde olduğunu görürüz. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, gelişmekte olan ülkeleri borç batağına sürükleyerek, ekonomik bağımsızlıklarını ellerinden almaktadır. Borçlandırma politikaları, ülkeleri ekonomik sömürge haline getirirken, hükümetler bu çetenin emirlerini yerine getiren birer taşeron olmaktadır.

Petrol, doğalgaz ve diğer doğal kaynaklar üzerindeki hakimiyet, küresel güçlerin dünyayı kontrol etmesinde kilit bir faktördür. Orta Doğu’daki savaşların, darbelerin ve kaosun temelinde hep bu enerji kaynaklarının paylaşımı vardır. Siyonist çete, bölgesel istikrarsızlığı körükleyerek, enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır.

Medya ve Kültürel Dönüşüm

Toplumların yönlendirilmesi ve algılarının kontrol altına alınmasında medya en büyük silahlardan biridir. Bugün dünyadaki büyük medya kuruluşlarının, eğlence endüstrisinin ve sosyal medya platformlarının büyük çoğunluğu Siyonist sermaye tarafından finanse edilmektedir. Hollywood filmleri, diziler, müzik ve dijital platformlar aracılığıyla, insanların zihinleri şekillendirilmekte ve belirli bir yaşam tarzına yönlendirilmektedir.

Eğitim sistemleri de küresel çetenin ideolojik kontrolüne hizmet etmektedir. Tarih, bilim, ekonomi ve sosyal bilgiler çarpıtılarak sunulmakta, genç nesillerin gerçeği görmesi engellenmektedir. Bu sistem, insanların sorgulama yetisini yok ederek, onları edilgen bireyler haline getirmektedir. Kültürel yozlaşma, aile yapısının bozulması, bireyselliğin kutsanması gibi unsurlar da küresel çetenin toplumu ifsat etme stratejisinin bir parçasıdır.

Dijital Kontrol ve Geleceğin Tehditleri

Teknoloji ve dijitalleşme, küresel elitlerin kontrol mekanizmalarını daha da güçlendirmektedir. Yapay zeka, büyük veri ve dijital para sistemleri aracılığıyla, bireylerin tüm hareketleri izlenmekte ve kontrol altına alınmaktadır. Sosyal kredi sistemleri, biyometrik takip sistemleri ve kişisel verilerin kontrolü, gelecekte bireylerin tamamen izlenebilir hale gelmesine yol açacaktır.

Küresel elitler, insanları dijital köleler haline getirmek için büyük bir çaba içerisindedir. Kripto paraların yükselişiyle birlikte geleneksel finans sistemlerinden bağımsız çözümler üretilmeye çalışılsa da, merkezi dijital para birimleri (CBDC) ile insanların ekonomik özgürlükleri tamamen ellerinden alınabilir.

Çıkış Yolu ve Mücadele

Bu küresel sistemden kurtulmanın yolu, toplumsal bilinci artırmak, ekonomik ve siyasi bağımsızlığı sağlamak ve alternatif çözümler üretmektir. Öncelikle:

  • Yerli ve milli üretimi teşvik ederek, tarımsal bağımsızlık sağlanmalıdır.

  • Sağlık alanında doğal yöntemler ve geleneksel tıbbın desteklenmesi gerekmektedir.

  • Bağımsız medya kuruluşları ve alternatif bilgi kaynakları teşvik edilmelidir.

  • Dijital dünyada bireysel mahremiyetin korunması için bilinçlendirme çalışmaları yapılmalıdır.

Bugün dünya, geri dönüşü olmayan bir cehennem yolculuğuna çıkmış gibi görünebilir. Ancak, bu sistemin farkına varan ve ona karşı bilinçli bir şekilde mücadele eden bireyler oldukça, hala umut vardır. İnsanlık, kendi kaderini belirleme gücünü yeniden eline almalı ve küresel çetenin dayatmalarına karşı bilinçli bir şekilde direnmelidir.

Bahadır Hataylı/16.02.2025/Sancaktepe/İST

Çelişkili Söylemler ve Toplumsal Algı Yönetimi


                            

 2002'den 2024'e kadar geçen 22 yıllık dönemde kullanılan siyasi söylemler, “Başlıyoruz, Şahlanıyoruz, Uçuyoruz, Kaçıyoruz” gibi umut vaat eden ifadelerden, “Dişinizi Sıkın, Şükredin, İnşallah, Maşallah” gibi daha pasif ve sabır telkin eden ifadelere doğru evriliyor. Bu değişim, ekonomik vaatlerin zamanla nasıl bir gerçeklikten kopuş yaşadığını ve toplumsal beklentileri nasıl yönlendirdiğini gösteriyor.

Bu tür çelişkili açıklamalar, halkın beklentilerini yönetmek, dikkat dağıtmak ve ekonomik zorlukları geçici söylemlerle örtmek amacıyla kullanılan siyasi stratejilerin bir parçasıdır. Özellikle ekonomik sorunların derinleştiği dönemlerde, “Dünya bizi kıskanıyor” veya “IMF bizden borç istedi” gibi abartılı söylemlerle halkın moralini yüksek tutma ve dikkatini başka yöne çekme amacı güdülür. Ancak bu durum, uzun vadede toplumsal güven kaybına ve ekonomik gerçeklikten kopmaya neden olmuştur.

Stalin’in Tavuğu ve Algı Yönetimi

Stalin’in tavuk örneği, gücü elinde tutanların, halkı nasıl manipüle edebileceğini çarpıcı bir şekilde gösterir. Anlatıya göre Stalin, tüylerini yolduğu tavuğu yere bırakır ve tavuk acı içinde olmasına rağmen, yiyecek vereni takip eder. Stalin burada şöyle der: “Halka istediğinizi yapabilirsiniz, yeter ki onlara ara sıra küçük ödüller verin. Size her zaman itaat ederler.”

Bu metafor, iktidar sahiplerinin ekonomik zorluklar veya siyasi baskılar karşısında halkın dikkatini dağıtmak için küçük ödüller ve umut vaatleri sunduğu stratejileri açıklar. Türkiye özelinde, ekonomik zorluklar yaşandığında, kısa vadeli ekonomik destekler (yardımlar, vergi indirimleri, kredi kolaylıkları) ve büyük vaatlerle halkın desteği kazanılmıştır. Ancak bu strateji, uzun vadeli ekonomik çözümler üretmek yerine, sorunları erteleyerek toplumsal bağımlılığı artırır.

Çelişkili Söylemlerin Ekonomik ve Toplumsal Etkileri

Yıllara göre sıralanan bu söylemler, ekonomik vaatlerin gerçekleşmemesi ve sürekli değişen söylemler nedeniyle toplumda güvensizlik yaratır. Özellikle “Uçuyoruz, Kaçıyoruz, Coştuk” gibi abartılı söylemlerle yükseltilen beklentilerin, ekonomik gerçeklerle çelişmesi, toplumsal hayal kırıklıklarına neden olmuş. Bu durum, ekonomik krizleri derinleştirmiş ve güven kaybını arttırmıştır.

“Dünya bizi kıskanıyor” veya “IMF bizden borç istedi” gibi söylemler, toplumun özgüvenini artırmak için kullanılsa da, ekonomik gerçeklerle uyuşmadığında toplumsal gerçeklikten kopuşa neden olur. Bu tür söylemlerle oluşturulan “büyük güç” algısı, ekonomik zorlukların gerçek nedenlerinin sorgulanmasını engelleyebilir ve toplumu geçici çözümlere yönlendirebilir.

2017'den itibaren kullanılan “Şükredin, İnşallah, Maşallah” gibi söylemler, ekonomik sorunların yükünü halkın sabır ve tevekkülüne yükleyerek, siyasi sorumluluktan kaçma stratejisi olarak görülür. Bu durum, ekonomik sorunların kaynağını sorgulamak yerine, halkı kaderciliğe yönlendirir ve mevcut durumu kabullenmeyi teşvik eder.

Stalin’in tavuk örneği, ekonomik sorunların yoğunlaştığı dönemlerde, kısa vadeli ekonomik desteklerle halkın kontrol altına alındığını gösterir. Türkiye özelinde de benzer bir strateji uygulanmıştır. Örneğin:

Kısa Vadeli Ekonomik Destekler: Seçim dönemlerinde verilen yardımlar, kredi kolaylıkları ve vergi indirimleri, halkın geçici olarak rahatlamasını sağlasa da uzun vadeli ekonomik çözümler getirmemiştir.

Umut Vaatleri ve Dikkat Dağıtma: “Uçuyoruz, Şahlanıyoruz” gibi umut vaat eden söylemlerle halkın geleceğe dair beklentileri yükseltilmiş, ancak ekonomik gerçekliklerle uyumsuz bu vaatler toplumsal hayal kırıklıkları yaratmıştır.

Duygusal Manipülasyon: “Şükredin, İnşallah, Maşallah” gibi söylemlerle ekonomik sorunların sorumluluğu, siyasi liderlerden alınıp halkın sabrına ve tevekkülüne yüklenmiştir.

Bu strateji, Stalin’in tavuk örneğindeki gibi, halkın yaşadığı zorluklara rağmen, geçici ekonomik desteklerle iktidara bağımlı hale getirilmesi ve sorgulamadan destek vermeye devam etmesini sağlamıştır.

Bu çelişkili söylemler ve Stalin’in tavuk örneği, toplumların ekonomik zorluklarla baş ederken nasıl manipüle edilebileceğini ve bu manipülasyonun uzun vadeli etkilerini gözler önüne seriyor. Türkiye özelinde, bu söylemlerle halkın ekonomik sorunlara karşı duyarsızlaştırıldığı ve kısa vadeli çözümlerle uzun vadeli sorunların üstünün örtüldüğü görülüyor.

Bu durumdan çıkış yolu, toplumsal bilincin artırılması, ekonomik sorunların gerçek nedenlerinin sorgulanması ve uzun vadeli sürdürülebilir ekonomik politikaların talep edilmesiyle mümkündür. Ayrıca, siyasi söylemlerin gerçeklerle örtüşüp örtüşmediğini sorgulamak, toplumun manipülasyona karşı daha dirençli hale gelmesini sağlayacaktır.

Bu analiz, sadece ekonomik söylemlerle sınırlı kalmayıp, siyasi stratejilerin toplumsal psikoloji üzerindeki etkilerini de gözler önüne seriyor. Bu sürecin anlaşılması, toplumların gelecekte benzer manipülasyonlara karşı daha bilinçli ve dirençli olmasını sağlayacaktır.

Bahadır Hataylı/16.02.2025/Sancaktepe/İST

Bir Çelişkinin Anatomisi

Gerçekleri Saklamadan Konuşalım,

Arkadaşlar, artık çarşafı biraz açmanın vakti geldi. İcra makamında olan yöneticiler, bize nasihat etmek cüretini nereden buluyorlar? Onların görevi, insanların hayatını kolaylaştırmak, mutlu ve huzurlu yaşamlar sürmelerini sağlamak, adaletli ve dürüst uygulamalarla topluma hizmet etmek olmalı. Ancak, bugün bulunduğumuz bu ülke düzeninde işler tam tersine işliyor. Bizlere “ahlaksızlık, rüşvet, yolsuzluk, fuhuş, pahalılık” gibi kavramları kınayıp, “faiz haramdır, hırsızlık çirkin” deyip dururken; onlar, paranın peşinden koşan, devlet garantili sistemlerin kurbanı olmuş ve bu sistemlere körü körüne bağlı yöneticiler haline gelmiş durumdalar. Artık bu çelişkili, yüzeysel nasihatlerin ötesine geçmek, gerçeği ortaya koymak gerekiyor.

Yöneticilerin Çifte Standartları ve Nasihatlerinin İkilemi

Düşünün ki, bir yönetici, halka “faiz kötü, ahlaksızlık kötüdür” derken, kendi menfaatleri için faizden yararlanıyor, devlet garantili sistemlere el atıyor. Bizim toplumda görevli olan bazı yetkililer, insanları faize, rüşvete, yolsuzluğa karşı koruyacaklarını iddia ederken, kendi elleriyle bu sisteme hizmet eden yapıları desteklemekte, devletten aldıkları imkanları kendi çıkarlarına dönüştürmektedir. Bu durum, o nasihatlerin içindeki çelişkiyi gözler önüne seriyor. Yöneticilerin bize “insanlar ahlaksızlık yapmasın, dürüst olsun” dedikleri sırada, arka planda onlardan beklenen hizmetleri vermek yerine, kendi menfaatlerini gözeten, görevinin aslına aykırı uygulamalar yapılmaktadır.

Ne söylemek isterim? Biz, yaşadığımız bu çıkmazın, bu ahlaksızlık yumağının, yöneticilerin kendilerini “usta” olarak görüp halkı kandırmalarına artık göz açtırmamalıyız. Çünkü önemli olan, sözlerin değil, eylemlerin tutarlılığıdır. Bir yönetici, halkın yaşamını düzene koyacak, adaleti sağlayacak, şeffaflığı tesis edecekse; önce kendi evinde, kendi işinde bunu uygulamalı, sonra başkalarına nasihat etmelidir.

Hepimiz biliyoruz ki, sözde ve laf kalabalığında “ahlak” dedikleri bir yerden geçmiyor. Eğer bir yönetici, “faiz haram, ahlaksızlık kötüdür” diyorsa, bu sözlerin peşinde kendi yaşam tarzı, ekonomi politikaları ve uygulamaları arasında kesin bir uyum aramalıyız. Ne yazık ki, ülkemizde bu uyumdan çok uzak durumdayız. Halkın yararına olması gereken icra işlemleri, adaletli hizmetler, toplumun çıkarlarına yönelik projeler yerine; bazı yöneticiler, kendilerine verilen geniş yetkileri kötüye kullanıyor, kendi çıkarlarını ön plana çıkarıyor.

Bunu şöyle düşünün: Bir bakanın “Biz işimizi yapıyoruz, siz arkamızdan hukuken bizi destekler, gerekli düzeltmeleri yaparsınız” demesi, adalet ve hukukun sağlanmasında ne kadar çelişkili bir yaklaşımdır? Çünkü o bakan, aslında uygulamada kendisi hatalı işler yaparken, eleştirileri başka yerlere yıkmaya çalışıyor. Böyle bir yönetim anlayışında, “doğru” ile “yanlış” arasındaki çizgi bulanıklaşıyor; yöneticiler, sözde ahlaklılıkla halka hitap ederken, arka planda aynı suçların ve hataların işlenmesine müsaade ediliyor.

Faiz Meselesi-Konuşulanla Yapılanın Çelişkisi

Arkadaşlar, faiz konusu aslında tarihsel olarak da hep tartışılan, farklı din ve kültürlerde ele alınan bir konudur. Ancak şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: Faiz, tarihin zirvesini yaşamaya devam ediyor. İnsanların elindeki paraları faiz kurumlarına yatırıp, oradan yüksek faiz gelirleri elde etmek, devlet garantili bir sistemle destekleniyor. Yani, devletin vaaz ettiği “faiz haram, adaletsizlik kötüdür” sözleri ile devletin kendi politikaları arasında uçurumu görmekteyiz.

Düşünün ki, devlet garantili sistemler, hastaneler, okullar, yollar, köprüler, havaalanları gibi hayati öneme sahip altyapı yatırımları için kullanılıyor. Ancak bu yatırımların finansmanında faize dayalı sistemler, hem toplumun ekonomik refahını tehlikeye atıyor hem de ahlaki bir çelişki yaratıyor. Çünkü yöneticiler, halka “faiz kötü, adaletsizlik kötüdür” deyip dururken; kendi çıkarları için, devletin garantilediği sistemlere güveniyor, bu sistemlerle kazanıyorlar. Böyle bir çelişki, halkın hem güvenini zedeliyor hem de toplumda adaletin, dürüstlüğün yerini, paranın ve güç oyunlarının almasına neden oluyor.

Faiz sistemi, aslında sadece ekonomik bir mesele değildir; aynı zamanda sosyal yapıyı da derinden etkiler. İnsanlar, ellerindeki parayı faiz kurumlarına yatırıp, yüksek getiri beklentisiyle hareket ettikçe, toplumda adaletsizlik, eşitsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar derinleşir. Devlet garantili faiz uygulamaları, sadece bireysel kazançları değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı da zedeler. Çünkü, hepimiz biliyoruz ki; zenginlik, güç ve ayrıcalık sahibi olan kesimler, faize dayalı sistemlerden orantısız şekilde yararlanırken, sıradan vatandaşlar bu sistemin kurbanı konumuna düşer.

Halkın yararına olması gereken politikaların, öncelikle adaletli, eşitlikçi ve şeffaf şekilde yürütülmesi gerekirken; faiz sistemi, ekonomik çıkarların, güç odaklı politikaların ve yöneticilerin kendi menfaatlerini koruma çabasının aracı haline gelmiştir. Bu durum, hem ekonomik hem de sosyal anlamda büyük bir çelişki yaratmaktadır. Çünkü devlet, halkın yararına hizmet etmekle yükümlüyken, kendi çıkarlarını koruyan uygulamaları ön plana çıkarıyor, bu çelişki de toplumun genel refahını baltalıyor.

Yöneticilerin Uygulamadaki İkilemi-Söz ve İş Arasındaki Uçurum

Artık hepimiz farkındayız ki; nasihat verenlerin sözleri ile eylemleri arasındaki fark gözle görülür boyutlarda. İcra makamında olan bazı yöneticiler, halka “ahlaksızlık, rüşvet, yolsuzluk, fuhuş” gibi konularda sürekli uyarılarda bulunurken; kendileri adeta bu kuralları hiçe sayan uygulamalar yürütüyor. Örneğin, bir yandan halkı faize, yolsuzluğa ve haksızlığa karşı uyarmaya çalışırken; diğer yandan devlet garantili projelerle, faiz gelirleriyle, büyük meblağlarla beslenen bir sistemin parçası haline geliyorlar. Bu durum, sözde ahlakı ve gerçek uygulamayı birbirinden tamamen ayırıyor.

Gerçek şu ki; sözler basit, uygulamalar ise karmaşık. Yöneticiler, yüksek meblağlı bütçeler, devletten aldıkları destekler ve kendi güçlerini kullanarak, halkın acı çektiği noktaları asgari düzeyde tutmaya çalışmak yerine, kendi konumlarını koruma altına alıyor. "Adalet" ve "hakkaniyet" gibi kavramları savunmaları, sadece diksiyon, dil gösterisi ve medyada yer almak için söylenen sözlerden ibaret oluyor. Çünkü ne yazık ki; uygulamada yaptıkları, halkın yaşamını düzene koymaktan çok, kendi çıkarlarını maksimize etmeye yönelik oluyor.

Gerçeği Söylemekten Çekinmeyin

Artık, yöneticilerin bu ikiyüzlülüğü, toplum tarafından daha fazla kabul görmeyecek. Biz, adil, dürüst, halkın acısını, çektiği yaraları bilen ve yaşayan yöneticiler istiyoruz. Her gün tekrarlanan, aynı kaset sesi gibi duyduğumuz "faiz haram, ahlaksızlık kötüdür" söylemleri, aslında uygulamada tam tersinin yapıldığını gösteriyor. Eğer 24 saat boyunca bu tür nasihatleri dinlemek, bize fayda sağlayacaksa, o zaman 24 saat boyunca aynı çelişkili uygulamalara maruz kalmak, toplumun geleceğine zarar verecektir.

Siz de düşünün: Toplumun çektiği acıyı, haksızlığı ve adaletsizliği yaşayan, bu acıları derinlemesine hisseden, gerçek sorunlarla mücadele eden yöneticileri dinlemek, nasihatlerini kulağa hoş gelen fakat gerçekte halkı mağdur edenleri dinlemek, size ne fayda verecek? İster dinleyin, ister dinlemeyin; önemli olan, yöneticilerimizin gerçekten halkın yanında olup olmadığını, yaşadıkları sorunları çözüme kavuşturacak icraatlar yapıp yapmadıklarını sorgulamaktır.

Devlet Garantili Sistemler-Halkın Hizmet Aracı mı, Yöneticinin Oyuncağı mı?

Bir diğer çarpıcı konu ise devlet garantili sistemlerin, faiz kurumlarının devlet güvencesi altında faaliyet göstermesi. Yöneticiler, bize sürekli faiz karşıtı söylemler verirken, aynı zamanda devletin garantilediği faizli sistemlerden, bankacılık sektöründen büyük gelirler elde ediyor. Hastane, okul, yol, köprü, havaalanı gibi altyapı yatırımlarının finansmanında kullanılan bu sistem, aslında halkın yararına bir hizmet aracı olarak sunuluyor; fakat aynı zamanda, bu sistemlere yatırım yapanların kazançlarıyla yöneticilerin çıkarları da kesişiyor.

Burada bir paradoks mevcut: Devlet, halkın hizmetine sunulması gereken projeleri, faiz garantili mekanizmalar aracılığıyla finanse ederken, bu sistemler hem ekonomik hem de etik açıdan tartışma konusu oluyor. Çünkü; faiz, dini ve ahlaki değerlere aykırı olduğu kadar, toplumsal eşitsizlikleri de derinleştiriyor. Yöneticiler, bu sistemler sayesinde hem ekonomik güce ulaşabiliyor hem de devleti, kendi çıkarlarını koruma aracına dönüştürebiliyorlar.

Bu noktada en önemli soru şu: Devletin amacı, toplumun refahını sağlamak değil de, yöneticilerin kendi menfaatlerini korumak haline gelmişse, bu hangi noktada kabul edilebilir? Biz, gerçekten halkın yaşamını kolaylaştıran, adaleti tesis eden, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim istiyoruz. Ancak bugün, birçok uygulamada görüyoruz ki; yöneticiler, toplumun yararını iddia ettikleri sistemlerde, kendi çıkarlarını maksimize etme peşindeler.

Halkın elindeki paraların, devlet garantili faiz sistemlerine yatırılarak yüksek kazanç elde edilmesi, o paraların toplumun hizmetinde kullanılmasından çok, ekonomik çarpıklıklara ve eşitsizliklere yol açıyor. İşte bu yüzden, yöneticilerin "biz adaletli ve ahlaklıyız" deyip, toplumu kandırmaya çalıştığı söylemleri, gerçeğin tam tersini ortaya koyuyor.

Hukuk ve Adaletin Yerleştirilmesi

Geçmişte bir İçişleri Bakanı’nın “Biz işimizi yapıyoruz, siz arkamızdan hukukun desteğini sağlarsınız” şeklindeki ifadeleri, hukukun ve adaletin sağlanmasında ne kadar çarpık bir anlayışın hâkim olduğunu ortaya koyuyor. Hukuk, toplumun en temel değerlerinden biridir; ancak ne yazık ki, günümüzde birçok yönetici, hukuku kendi çıkarlarına hizmet eden, istek ve ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye çalışıyor. Bu durum, adaletin yerleştirilmesi adına büyük bir problem teşkil ediyor. Çünkü hukukun gerçek anlamda işlemesi, yalnızca sözde kalmamalı, uygulamada da herkes için eşit ve adil olmalıdır.

Biz, yöneticilerin hukuka bağlılık gösterip, halkın yararına icraatlar yapmalarını istiyoruz. Ancak gerçek şu ki; yöneticiler, hukuk normlarını kendi lehlerine uydurmaya çalışırken, eleştirileri ve sorumluluklarını görmezden geliyorlar. Bu durum, toplumun adalet duygusunu ve hukuka olan inancını zedeliyor. Herkesin eceli vardır, herkes hatalıdır; fakat toplum, hatalarını kabul eden, adaletin sağlanması için çaba gösteren yöneticilere ihtiyaç duyar. Aksi halde, her şey kandırma taktikleri, yalancı nasihatler ve yüzeysel uygulamalarla devam eder.

Artık yeter! Yöneticiler, milletin çektiği acıları, yoksulluğu, adaletsizliği, yolsuzluğu görmezden gelip, hep aynı kaset kaydını tekrar ediyorlar. "Faiz haram, ahlaksızlık kötüdür" diye durdukça, aslında uygulamada tam tersini yapan, halkın acısını artıran, kendi menfaatlerini ön plana çıkaran bu yöneticilerin sözleri, hiçbir fayda sağlamıyor. Gerçek adalet, şeffaflık, hesap verebilirlik ve halkın ihtiyaçlarını gözetmekle mümkün olabilir.

Toplumu Gerçekten Anlayan ve Onun Yanında Olan Liderler

Biz, adam gibi konuşan, sözlerinin arkasında duran, halkın çektiği acıyı yaşayan, topluma hizmet eden gerçek liderler istiyoruz. Gün boyunca bize “faiz, ahlaksızlık, yolsuzluk” gibi konularda öğütler veren, yüksek sesle vaaz veren yöneticiler değil; aksine, toplumu derinlemesine hisseden, onun dertlerini, sıkıntılarını bilen, acılarına ortak olan, çözüme odaklanan gerçek liderler istiyoruz. Çünkü ancak o zaman, toplumun çektiği acıların aynı şekilde devam etmesi engellenebilir, adalet sağlanabilir.

Gerçek bir yönetim anlayışı, halkın çektiği acıları hafifletecek, hayatı kolaylaştıracak projeler ve politikalar üretmekle mümkün olur. Yöneticiler, “siz arkamızdan, hukukun desteğiyle…” gibi boş vaatlerle halkı kandırmak yerine, iş başında, sahada çalışmalı; halkın acısını, sıkıntısını kendi yüreklerinde hissetmeli, bunun için çaba göstermeli. Çünkü gerçek adalet, sadece sözde kalmaz, uygulamaya döküldüğünde anlam kazanır.

Doğru ve Yanlışın Sınırlarını Belirleyen Değerler

Unutmayalım ki; herkesin bir eceli vardır, her canın bir sınırı, her işin bir sonu vardır. Yöneticiler, bu geçici dünyada milletin yaşama hakkını ellerinden almaya çalışırken, sonunda hesap vereceklerdir. Kendinize yaratılmışlardan ilah edinmeyi bırakın; çünkü gerçek güç, Allah’ın kudretinde, yaratılmışın ötesindedir. Biz, yeryüzünde hakkın, adaletin ve doğru olanın savunucuları olarak varlık göstermeliyiz. Yaratılmışların oyununa gelerek, kendimizi kandırmamalıyız. Herkesin eceli vardır; gelince gider. O zaman, her daim gerçek, dürüst ve adaletli olmak, asla sahte nasihatlere, kandırma taktiklerine kanmamak gerekir.

Biz, sadece laf dolu vaatlerle, boş sözlerle yetinmeyiz. Kutsal değerlerimiz, adalet, dürüstlük, hakikat ve şeffaflık gibi kavramlar, toplumun temel taşlarıdır. Yöneticilerimiz, bu değerleri yaşatmadıkları sürece, hiçbir şekilde haklı sayılmazlar. Biz, sözde kutsalların, aralarında adeta bir "kaf dağı" kadar mesafe bulunan, yalnızca görünüme önem veren yönetim biçimine boyun eğmek zorunda değiliz. Toplumun acısını bilen, adil ve hesap verebilir yönetimleri savunan gerçek liderlerin sesi, eninde sonunda daha güçlü olacaktır.

Yapısal Çelişkiler ve Toplumsal Çöküş

Günümüzde, yöneticilerin uygulamadaki ikiyüzlülüğü, devlet garantili faiz sistemleri, adaleti sağlamak yerine, kendi çıkarlarını korumaya yönelik yapılan hamleler, ülkemizin yapısal sorunlarını ortaya koyuyor. Devletin en temel görevi, halkın refahını sağlamak, adaletli bir düzen kurmak olmalıdır. Ancak, mevcut sistemde, yöneticiler sözde nasihatlerle halkı kandırmaya çalışırken, uygulamada adalet, şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzak, kendi menfaatlerine dayalı bir yapı oluşturmuş durumdalar. Bu yapı, toplumun güvenini, inancını ve umudunu derinden sarsıyor.

Hepimizin gözleri önünde, toplumun acı çektiği, hak ettiği hizmetlerden mahrum bırakıldığı, adaletin yerini ikiyüzlülüğün aldığı bir düzen var. İnsanlar, her gün aynı kaset kaydını dinlemek zorunda kalıyor; “faiz haram, ahlaksızlık kötüdür” diye vaazlar veriliyor, fakat bu vaazlar hiçbir somut adalet getirmiyor. İşte bu noktada, yöneticilerin, sadece nasihatlerle değil, eylemlerle varlıklarını ortaya koymaları gerekiyor. Aksi halde, toplum kendini kandırılmış hissedecek, sonunda gerçek hesaplar verilecektir.

Doğru Yöneticilerle Yükselen Bir Toplum

Biz, toplum olarak artık değişimin, gerçek hesap verebilirliğin, adaletin, dürüstlüğün ve şeffaflığın hâkim olduğu bir düzen istiyoruz. Bu düzen, sadece laf söylemekle değil, uygulamada halkın acılarını dindirecek, onun yanına geçecek, gerçekten yaşamı kolaylaştıracak projelerle mümkün olabilir. Yöneticiler, milletin çektiği acıların aynısını yaşayan, onunla birlikte sevinip, birlikte ağlayan, gerçek adaletin savunucuları olmalıdır. Çünkü biz, adam gibi yaşayan, adam gibi konuşan, halkın yanında olan ve yaşadığı acıları paylaşan yöneticiler istiyoruz.

Unutmayın ki, toplumun geleceği, yöneticilerin hesap verebilirliğine, adaletin sağlanmasına ve hukukun üstünlüğüne bağlıdır. Her vatandaşın hakkını, adaletini ve yaşam kalitesini esas alan bir düzen, ancak ve ancak yöneticilerimizin gerçekten halkın yanında olup, kendi menfaatlerini bir kenara bırakarak çalışmalarıyla mümkün olacaktır. Biz, artık sahte nasihatlere, boş vaatlere ve yüzeysel uygulamalara kanmayacağız; gerçek değerler için mücadele edeceğiz.

 Gerçeği Söylemekten Çekinmeyin, Değişim Sizinle Başlar

Arkadaşlar, artık bu çıkmazı, bu ahlaksızlık yumağını, bu ikiyüzlülüğü daha fazla göz ardı edemeyiz. Bizlere, icra makamında olan yöneticilerden dinlediğimiz nasihatler, ne yazık ki uygulamada hiçbir değere sahip değil. Yöneticiler, halkı faize, yolsuzluğa, adaletsizliğe karşı uyarıyor, fakat kendileri bu sistemin tam tamına hizmet eden, devletten aldıkları imkanlarla kendi çıkarlarını koruyan kişiler haline gelmiş durumda. Artık; “bizim bilmediğimiz, sizin bildiğiniz” o gaybi hikmetlerin, o asılsız vaazların ötesine geçip, gerçek adaletin, dürüstlüğün, hesap verebilirliğin ve şeffaflığın tesis edildiği bir yönetim anlayışına ihtiyaç duyuyoruz.

Unutmayın, her sözde bir ecel vardır; herkesin ömrü bir gün sona erer. O gün geldiğinde, yöneticilerimiz ne kadar söz söylemiş olurlarsa olsun, yaptıkları icraatlar, halka yaptıkları hizmetlerle hesap vereceklerdir. Bu sebeple, kendimize yaratılmışlardan ilah edinmeyi bırakıp, gerçek güç sahibi olan Allah’a kul olarak, yeryüzünde hakkın ve adaletin şahitleri olmalıyız. Çünkü ancak o zaman, bu anlamsız çıkmazın, bu ahlaksızlık, bu ikiyüzlülük zincirinin kırılması, toplumun gerçek anlamda aydınlanması ve değişimin sağlanması mümkün olacaktır.

Şimdi, dinleyin: Biz adam gibi, halkın yanında, onun acısını bilen ve çözüm üreten, samimi ve dürüst yöneticiler istiyoruz. Artık “faiz haram, ahlaksızlık kötüdür” gibi laf kalabalığından ziyade, uygulamaya geçilecek, gerçek hizmetlerin sunulacağı bir yönetim anlayışı talep ediyoruz. Çünkü, sözde nasihat edenlerin ne işe yaradığını, uygulamada neler yaptıklarını, halkın çektiği acılara ne kadar kayıtsız kaldıklarını hepimiz biliyoruz.

Gelin, artık sesimizi yükseltelim; artık bu çıkarcı, hesap vermeyen, sahte ahlaksızlık vaazları veren yöneticilerin yerine, gerçek değerlere sahip, halkla beraber yürüyen, adaletin, doğruluğun, dürüstlüğün savunucusu olan liderleri talep edelim. Çünkü; toplumun geleceği, hepimizin ortak çabası ve dirayetiyle mümkün olacaktır.

Sonuç olarak, mevcut yönetim anlayışındaki bu derin çelişkiler, ahlaksızlık, yolsuzluk, faiz ve ikiyüzlülük gibi unsurlar, halkın çektiği acıları ve adaletsizliği artırıyor. Biz, sadece boş laflarla yetinmeyeceğiz; gerçek hesap verebilirlik, adalet, şeffaflık ve dürüstlük temelli bir yönetim anlayışını talep ediyoruz. Kendi yaşamlarımızı, kendi acılarımızı paylaşan, gerçekten toplumun yararına hizmet eden, halkın yanında olan bir yönetim modeline inancımız tamdır. Çünkü ancak bu şekilde, hep birlikte daha aydınlık, daha adil, daha huzurlu bir gelecek inşa edebiliriz.

Unutmayın: Gerçeği söylemekten, hesap vermekten ve adaleti savunmaktan korkmayın. Çünkü gerçek liderlik, yalnızca sözde kalmayan, uygulamaya dökülen, halkın acılarına ortak olan ve her daim adaletin yanında duran kimselerdedir. Biz, sahte nasihatlerin, boş vaatlerin ve ikiyüzlülüğün ötesinde, gerçekten halkın yanında olan, onun acısını paylaşan ve çözüm üreten liderleri talep ediyoruz. Bu talep, sadece bugünün değil, yarının da umududur.

Bu yüzden, artık göz göre göre söylenen sözlere, kasetlerde tekrarlanan boş vaatlere, faize ve adaletsizliğe dair vaazlara bir daha kulak asmamalıyız. Her şeyde olduğu gibi; gerçek adalet, ancak uygulamada, hesap verebilirlikte, şeffaflıkta ve halkın çıkarlarını esas alan politikalarda saklıdır.

Geliyoruz, değişim için. Bizim sesimiz, halkın sesi, adaletin sesi olacak. Çünkü artık halk, bu sahte yönetimlerin, bu çıkarcı söylemlerin ve hesap vermeyen nasihatlerin son bulmasını talep ediyor. Siz de, bu karanlık günlerin ardından, gerçek aydınlık ve adalet dolu bir geleceğe inanıyorsanız, sözlerimi dinleyin, yüreğinizde taşıdığınız umudu, inancı ve adaleti hayatınıza yansıtın. Unutmayın: Yeryüzünde hakkın ve adaletin şahitleri olmak, asla geçici, sahte vaazlara boyun eğmek değil; gerçek, samimi ve dürüst hizmetin, hesap verebilirliğin ve topluma dokunan politikaların timsalidir.

Umutlu Bir Geleceğe Doğru

Hepinizin bildiği gibi; bugün geldiğimiz noktada, yöneticilerimizin bize verdiği nasihatler, uygulamada yapılan işlerle asla örtüşmüyor. Artık, bu ikiyüzlülüğe, sahte ahlak vaazlarına, devlet garantili faiz sistemlerine karşı durmanın zamanı geldi. Biz, yeryüzünde hakkın, adaletin, doğruluğun ve şeffaflığın savunucuları olarak, bu çelişkileri, adaletsizlikleri ve haksızlıkları birlikte aşacağız. Çünkü gerçek liderlik, halkın acısını bilen, onun yanında duran ve her daim adaletin peşinden giden liderliktir.

Ey kardeşlerim, gelin bu çıkmazı aşalım. Yöneticilerimizin boş sözlerine, sahte nasihatlerine aldırış etmeyelim. Biz, halkın yararına çalışacak, uygulamada örnek olacak, gerçeği ve adaleti tesis edecek liderler talep ediyoruz. Bu çağrı, yalnızca bugünü değil, yarını da şekillendirecek; çünkü her şeyde, hesap verebilirlik, adalet ve dürüstlük temeldir.

Sözlerimi bitirirken; her birimizin yüreğinde taşıdığı umudu, inancı, adaleti ve gerçek hizmet anlayışını asla kaybetmeyin. Çünkü ancak bu değerler, gerçek anlamda toplumun kalkınmasını ve refahını sağlayabilir. Artık boş laflarla, yüzeysel vaatlerle yetinmeyin; gelin, birlikte hareket edip, bu ikiyüzlülük dolu düzeni değiştirelim. Gerçek liderlik, ancak halkın çektiği acılara ortak olan, onun yararına icraatlar yapan ve her daim adaleti savunan kimselerdedir.

Yeryüzünde hakkın ve adaletin şahitleri olmak, sadece bir ideal değil, aynı zamanda bizim varoluşumuzun temelidir. Gelin, bu temel üzerine inşa edeceğimiz aydınlık bir gelecek için el ele verelim. Çünkü ancak o zaman, sahte nasihatlerin, boş vaatlerin ve yüzeysel uygulamaların gölgesinden çıkıp, gerçek bir değişime ulaşabiliriz.

Unutmayın: Gerçek değişim, ancak uygulamada, her gün yapılan doğru işlerle, halkın çektiği acıları dindiren, hesap verebilirliği tesis eden, adaletin savunucusu olan liderlikle mümkündür. Gelin, bu uzun ve sancılı yolda hep birlikte yürüyelim, çünkü ancak o zaman, gerçekten mutlu, huzurlu ve adalet dolu bir toplum inşa edebiliriz.

Bahadır Hataylı/15.02.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!