Bu Blogda Ara

30 Haziran 2025 Pazartesi

Çağdaş Cahiliye mi? (Kadın, Kimlik, Örtünme ve Özgürlük Üzerine Bir Sorgulama)



Gözün Görmediği, Aklın Unuttuğu

Bir çağın özgürlük anlayışını, o çağda kadının ne kadar örtünebildiği değil, ne kadar kendi kararıyla örtünüp örtünemediği belirler. Kadının giysisi yalnızca bir kumaş değildir; onun kimliğini, statüsünü, aidiyetini ve özgürlük alanını temsil eder. Tarih boyunca kadınların giyimi üzerinden toplumlar şekillenmiş, ideolojiler inşa edilmiş, hatta medeniyetlerin yönü belirlenmiştir. Bu makalede, kadının örtünmesi ya da açılması üzerinden değil; insan onurunun nasıl anlam kaymasına uğradığını, tarihsel örneklerle ve sosyolojik bir bakışla ortaya koymaya çalışacağım.

1. Cahiliye Döneminde Kadın-Sahipsizlik, Eşyalaşma ve Özgürlükten Yoksunluk

İslam öncesi Arap toplumunda kadınlar, genellikle iki uç arasında varlık gösteriyordu: ya tamamen sahipsiz ve korunmasız ya da bir erkeğin “malı” olarak tanımlanıyordu. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, kadının ekonomik ve hukuki bir özne olarak değil, mülkiyet nesnesi olarak algılandığının en sert göstergesiydi.

Giyim-kuşam bağlamında:

  • Köle kadınlar, efendilerinin teşhiri için adeta süslenir ve örtünmeleri gerekmezdi. Onlar bir “sınıfa” ait oldukları için, bedenlerinin bir anlamı yoktu; toplum onların çıplaklığını yadırgamazdı.

  • Özgür kadınlar ise sosyal statülerini korumak ve "cariyelerden ayrışmak" amacıyla örtünürlerdi. Buradaki örtünme, ahlaki bir baskının değil, sınıfsal ve toplumsal bir kimliğin beyanıydı.

Yani örtünme, tam da özgürleşmenin sembolüydü. Örtü; seçimin, farkındalığın ve aidiyetin ifadesiydi.

2. İslam’ın Gelişi-Kadına Kimlik ve Onur Kazandıran Devrim

İslam, kadına dair en köklü dönüşümü "insanlık onurunu" esas alarak yaptı. Birçok ayet ve Peygamber uygulaması, kadının hem içsel hem toplumsal varlığını koruma altına aldı.

Kur’an’da örtünmeye dair ayetler (Nur/31, Ahzab/59), kadınların iffetlerini korumaları, tanınmaları ve incitilmemeleri amacıyla emredildi. Örtünme, burada bir korunma kalkanı değil, sosyal statünün ilanı ve kişisel iradenin yansımasıydı.

Kadınlar artık örtünerek cariyelerden ayrışıyor, toplumsal saygı talep ediyor, haklarını savunabiliyorlardı. Peygamber Efendimiz’in eşi Hz. Aişe’nin ilim ve toplum içindeki konumu, örtünmenin bir geri çekilme değil; aksine bir ilerleyiş alanı olduğunu göstermektedir.

İslam, kadını saklamadı. Bilakis ona varlık hakkı verdi. Örtü ise onun bu hakkı kullandığını ilan etme biçimiydi.

3. Modernleşme ve Kadın- Özgürlüğün Şekli mi, Öz’ü mü?

Günümüz toplumlarında "kadın özgürlüğü" kavramı, tüketim kültürü ve görselliğin kutsanması üzerinden yeniden tanımlanmıştır. Artık kadınlar kendi bedenleriyle değil, başkalarının bakışına göre varlık göstermeye zorlanmaktadır.

Reklamlar, sosyal medya, moda gibi araçlar kadını yeniden bir nesneye dönüştürmüş, örtüsüzlüğü "ilerilik", teşhiri "cesaret", çıplaklığı "özgürlük" olarak pazarlamaya başlamıştır.

Böylece bir ironi doğmuştur:

  • Geçmişte cariye olan kadınlar örtünemezdi, çünkü örtü özgürlüğün simgesiydi.

  • Bugün örtünen kadınlar ‘köle’ ilan ediliyor, çünkü özgürlüğün anlamı değiştirildi.

Bu durum, ciddi bir anlam kaymasının ve toplumsal bir şahsiyet erozyonunun işaretidir. Özgürlük artık kişinin kendi tercihi değil, dış baskıların ve modanın belirlediği şablonlara sığma mecburiyetine dönüşmüştür.

4. Çağdaş Cahiliye-İnsan Onuruna Yönelik Yeni Tehditler

Bugün geldiğimiz noktada, kadına dair konuşurken iki uç arasında sıkışmış durumdayız:

  • Bir yanda kadını teşhir malzemesi yapan bir dünya var. Kadının güzelliğini sergilemesi üzerinden varlık kazandığını söyleyen seküler bir popüler kültür...

  • Diğer yanda kadını sadece örtüsüyle tanımlayan yüzeysel bir dini anlayış... Kadının ahlakını sadece görünüşüne indirgeyen, içsel derinliği göz ardı eden bir dil...

Bu iki uç da kadını bir bütün olarak ele almıyor. Kadının aklı, duygusu, inancı, mücadelesi, sezgisi yok sayılıyor.

Sonuç olarak:

Kadın yeniden “görünüşü” üzerinden değerlendiriliyor. Eskiden kölelik, örtüsüzlükle; bugün özgürlük, çıplaklıkla tanımlanıyor. Oysa ikisi de kadının değil, sistemin kurgusudur.

5. Özgürlük Nedir? Kim Tanımlar?

Asıl soruyu sormalıyız: Özgürlük nedir ve kim tanımlar?

  • Örtünmeyi kendi inancına göre yapan bir kadın özgür değil midir?

  • Çıplak giyinmeye zorlanan bir kadın gerçekten özgür müdür?

  • Toplumsal normlara uymak için bedenini sergileyen kadının seçimi ne kadar iradidir?

Özgürlük, kişinin kendisiyle barışık, dış etkilerden bağımsız, imanıyla ya da vicdanıyla uyumlu tercihler yapabilmesidir. Bir kadının başını örtmesi de, örtmemesi de bu anlamda değerlendirilmeli; ama ikisi de zorla değil, bilinçle olmalıdır.

Bugün “özgür kadın” denince sadece Batılılaşmış, açık giyinen kadın akla geliyorsa bu, düşünsel sömürünün ve kültürel tekelleşmenin en tehlikeli sonucudur.

6. Kadın ve Kimlik-Örtü, İnanç ve Duruş Olarak

İslam’da örtünme, bir teslimiyet değil, bir şahitliktir. Kadın, bu örtüyle sadece bedenini değil, duruşunu da korur. Bu, bir ideolojik tercih değil; bir kendilik ilanıdır.

Ancak günümüz toplumlarında bu örtü, kimi zaman politik bir simgeye, kimi zaman da baskı aracına dönüştürülmektedir. Asıl tehlike budur: Kadının tercihi üzerindeki baskılar dindar ya da seküler zihin yapılarından bağımsız değildir.

Kadın ne siyasi simge, ne reklam malzemesi, ne de modernliğin ölçüsüdür. O, başlı başına bir değerdir. Onun örtüsü de, bedeni de kimsenin propaganda aracı olamaz.

7. Tarih Tekerrür mü Ediyor?

Geçmişte örtünme bir asaletti; şimdi bir “tercih”  olarak  dahi kabul görmeyebiliyor.

Geçmişte örtüsüzlük köleliğin sembolüydü; şimdi özgürlük olarak pazarlanıyor.

Bu tersyüz olmuş anlam dünyası, çağdaş bir cahiliyeyi çağrıştırıyor:

  • Sınırsız açılmanın teşvik edildiği,

  • Kimliksizleşmenin özgürlük sayıldığı,

  • Kadının giysisinin kadının kişiliği yerine geçtiği bir dünya…

İnsan Onuruna Dayalı Bir Özgürlük Arayışı

Bu çağda asıl aradığımız şey, kadının ne giydiği değil, neden giydiği sorusudur.
Kadınlar örtünürken de, açılırken de, iradelerini kullanabiliyorlar mı?
Yoksa sadece başka bir otoritenin ya da modanın yönlendirmesiyle mi yaşıyorlar?

Kadının onuru, örtüsünde değil; örtüsünü kendi kararıyla taşıyabilmesindedir.
Kadının özgürlüğü, çıplaklığında değil; kimseye hesap vermeksizin yaşayabilmesindedir.

Ve belki de en büyük özgürlük, onuru koruma pahasına kaybedilmeyi göze almaktır.

Kapanış: Yeni Bir Dil, Yeni Bir Anlayış

Bugün kadına dair konuşurken yeni bir dil kurmalıyız.
Örtüsüzü aşağılamayan, örtüneni gerici saymayan bir dil...
Kadının tercihini bir düşmanlık gerekçesi değil, bir insanlık hakkı olarak gören bir anlayış...

Çünkü kadın, Allah’ın halifesi olan insanın yarısıdır.
Ve onun onurunu konuşurken, aslında insanlığın onurunu konuşmuş oluruz.

Erol Kekeç/30.06.2025/Sancaktepe/İST

29 Haziran 2025 Pazar

Güce Tapar Gölgeye Yatar Bizim Memleketin Aydını

 


Aydınların İktidar Dansı 

Sayın okur,

Müsaade ederseniz, biraz içimizi dökelim. Hani derler ya: “Bir suskunluk vardır, içinde bin kelime barındırır.” Bizimki öyle değil. Biz konuşuyoruz, hem de çok konuşuyoruz ama duyulmak istemeyen bir sesin yankısı gibi, duvarlara çarpıyor sözlerimiz.

Bugün sizlerle üzerine çokça konuşulmuş ama bir türlü konuşulduğu gibi yaşanmamış bir konuyu masaya yatıralım: Aydınlar ve iktidar. Daha doğrusu, aydın geçinenler ve onların iktidar karşısındaki o “eğik başlı”, “kalem sallarken diz çöken” duruşları...

İlk önce şu sorudan başlayalım:

Aydın kimdir, Aydın geçinen kimdir?

Aydın, halkının önünde yürüyen değil; halkının yanında yürüyendir. O karanlığa söven değil, eline fener alandır. Lakin bizde işler biraz farklıdır. Bizde aydınlar, feneri kendine tutar, halka arkasını döner. “Ben görüyorum” der, ama gördüğünü söylemez; çünkü gözü değil, gönlü iktidarın örtüsü altındadır.

Aydın geçinenler, bilgiye sahip olmakla, bilgiyi halk için kullanmak arasındaki o derin farkı hiç anlamazlar. Onlar için bilgi; halkı aydınlatmak için değil, halkı küçümsemek için vardır. Onlar için düşünmek; sorgulamak değil, uyarlamaktır. Mevcut yapıya, güce, efendiye göre şekil almaktır.

Ve ne hazindir ki bizdeki aydınların çoğu, fırtına çıkmadan önce puslu havayı koklayan; rüzgâr nereden eserse oraya dönen pervanelerdir.

Bakın dostlar,

Bir ülkede iktidar değişse bile, iktidara yakın aydın tipi değişmez. Çünkü o aydınlar, iktidarı değil, iktidar olgusunu severler. Gücü, övgüyü, ekranı, kürsüyü severler. Hakikati değil, alkışı önemserler.

İktidara ne zaman bir meşruiyet krizi yaklaşsa, ekranlarda boy gösteren “aydınlar” hemen sahneye çıkar. Ellerinde “analiz”, dillerinde “millî beka”, “istikrar”, “yerli ve milli çizgi” gibi iktidarca çokça tüketilmiş kavramlar... Halbuki ne millîliği umurlarında, ne de halkı.

Sadece şunu düşünürler: “Bir kriz çıktı mı? O hâlde bana bir yer açılır mı? Bir kurulda, bir vakıfta, bir danışmanlıkta...”

Hele bir akademik titri varsa, hele bir üniversitenin lojmanında oturuyorsa, hele bir iki makalesi uluslararası dergide yayınlanmışsa... Tam aranan adam odur! Çünkü iktidarın en çok ihtiyacı olan şey, “hakikati örtebilecek kadar cümle üretmektir...

Ve bu “aydın” kişi, bunu layıkıyla yapar.

Kendi aydınını oluşturmak iktidarın büyük projesi

İktidarların en büyük hayali, bir baraj yapmak değil; kendi aydınını yapmaktır. Beton dökülerek yükselen değil, iltifatla şişirilen bir aydın tipi...

Ne sorgular, ne taş koyar, ne de tereddüt eder. Çünkü o bilir: “Her sorgu, yerimi tehlikeye atar. Her itiraz, ekran süremi azaltır. Her gerçek, itibarıma gölge düşürür.”

O yüzden öyle güzel cümleler kurar ki, sanırsınız Aristoteles gelmiş de Taksim’de basın açıklaması yapıyor. Ama bir bakarsınız, cümlelerin tümü “iktidarın sözlüğünden” kopyalanmış.

Hani aydın dediğin halkı bilinçlendirecek ya, bizimkiler halkı hipnotize eder.

“Sorun yok,” der.

“Ekonomik sıkıntılar sadece algı,” der.

“Basın özgürlüğü gayet iyi,” der.

“Bize saldıran dış güçler var,” der.

“Kriz yok, manipülasyon var,” der.

Eline kağıdı verirler, o da robot gibi okur.

Ödüllü aydınlar süslü kitaplar boş cümleler

Bir de yazarlığı var bu işin. Aydın dedin mi kitap yazar değil mi? Bizdeki aydınlar da yazar. Ama öyle halkın derdine derman olacak, sistemi sorgulatacak kitaplar değil.

Adı "Türk Modernleşmesinde Post-Post Gerçeklik ve Geleneksel Algının Değişen Kodları" gibi olur, içi ise kahve muhabbeti kıvamındadır. Ama süslüdür, dipnotludur, özenlidir. Eleştirilemez. Neden mi? Çünkü yazarının adı bir danışma kurulundadır. Çünkü bu kitap, bir "ödül" kazanacaktır. Kime göre? Yine aynı aydınlar heyetine göre!

Yani aydın aydına ödül verir, ödül de aydına itibar kazandırır. Ve böylece bir zincir oluşur: “Birbirini parlatan ama toplumu karartan aydınlar zinciri.”

İktidar da bu zinciri kırmaz, tam tersine besler. Çünkü bilir: “Gerçek aydın baş ağrıtır, ama bu süslenmiş aydınlar bana siper olur.”

İktidarın kaldıraçlarıyla Yükselen aydın Tipi

Aydın dediğin, yokuş yukarı yürür. Bizimkiler asansöre binmiş. İktidarın inşa ettiği “fikrî asansörlerle” en tepeye çıkmış. Ve sonra bakmış aşağıya, halkı görmüş ama tanımamış. Çünkü artık yükseklerde gözler bulanır.

Birkaç örnekle anlatayım:

Bir televizyon programında, halk açlıktan bahsederken, aydın geçinen kişi "Dünya genelinde tüketim toplumunun obezleşmesi" üzerine bir sunum yapar. Çünkü halkın açlığı değil, kendi entelektüel şovu önemlidir.

Bir üniversite panelinde, iktidarın uyguladığı sansürü savunmak için  "post-truth çağda bilgi kirliliğine karşı devletin hakikati koruma refleksi" gibi cümleler kurar. Sorduğunuzda, "sansür değil, denetim" der.

Bir yazısında, işsizlik oranlarını eleştirenleri “provokatör” ilan eder. Çünkü o, “veriyle değil, vizyonla” düşünür. Kimin vizyonuyla? Elbette bağlı olduğu merkezin...

Şimdi soralım dostlar:

Cumhuriyet tarihinde hangi aydın, iktidar karşısında gerçekten dimdik durabildi?

Bir elin parmakları kadar...

Yahya Kemal bile “Ben bir padişah şairiyim” derken, Ahmet Hamdi “Bize muhalefet değil, mahviyet yakışır” diyordu. Bugün ise “Ben iktidarın aklıyım” diyenler çoğaldı.

Ama akıl ne işe yarar, eğer vicdanı yoksa?

Bugün bu ülkede birçok sözde aydın, iktidarın yönünü göstermek için değil; arkasını temizlemek için kalem oynatıyor. Entelektüel deterjan gibi çalışıyorlar: Skandalları parlatıyor, yanlışları cilalıyorlar.

Bir sanatçı “halkın yanındayım” dediğinde, onu “düşman” ilan ediyorlar. Ama bir aydın “iktidarın stratejik vizyonunu destekliyorum” dediğinde, ona “bilge” diyorlar.

Oysa bilgelik, iktidarın çanağında değil; halkın sofrasında olur.

Bu ülkede aydınlar halktan koptuğu sürece, iktidarlar da sorumsuzlaşacaktır. Çünkü iktidarı denetleyecek olan, halkın vicdanı kadar aydınların cesaretidir.

Ama bizde aydınlar, artık halktan değil; “yayın kurullarından”, “fon kaynaklarından”, “resmî ilanlardan” yana saf tutuyor.

Ve işin trajik tarafı şu: Bunlar, hâlâ “bağımsız aydın” olduklarını iddia ediyorlar.

İşte tam burada sözü size bırakayım:

Eğer bir aydın, ne zaman konuşacağını değil; ne zaman susacağını öğrenmişse, o artık aydın değil, iktidarın gölgesidir.

Ve unutmayın: Aydın olmayanın gölgesi olmaz; ama iktidarın gölgesi olan aydın, insanın karanlığı olur.

Ey halkım...

Sana gerçeği söylemeyen, seni değil ekranı gözeten, iktidarın ipiyle yukarı tırmanan aydına güvenme.

Ona “aydın” deme. O, olsa olsa _ışıklı bir gölgedir.

Ve unutma, seni gerçek aydınlatır; ama seni oyalayan, senden önce kararını çoktan vermiş olan o süslü konuşanlar, seni karanlığa mahkûm eder.

Çünkü en büyük karanlık, çok ışığın olduğu yerdedir.

Bahadır Hatayı/26.06.2025/Sancaktepe/İST

27 Haziran 2025 Cuma

İradeye ihanet hakikate sadakat



1.Bir uyanışa davet

Bu çağrı Korkuyla bastırılmış vicdanlara, susturulmuş akıllara ve yalanlarla hipnoz edilmiş bir topluma, yeniden hakikatin ve adaletin sesi olma çağrısıdır.

Çünkü;

  • Yalanın devletleştiği,

  • İftiraların kanunlaştığı,

  • Ahlaksızlığın meşrulaştığı,

  • Muhalif olmanın suç, sadık olmanın erdem sayıldığı
    bir dönemde susmak, zulme ortak olmaktır.

Bu çağrı, hakaretsiz ama keskin, suçlayıcı değil ama sorgulayıcı, kin dolu değil ama dirayetlidir. Çünkü biz inandık:
“Zalim susmazsa, mazlum susmamalıdır.”

2. İftira düzeni Seçim öncesi kurulan tiyatro

Güya seçim süreci bir "irade şöleni."
Oysa perde arkasında oynanan şey:
Bir iftira tiyatrosudur.

Seçim kazanmak uğruna:

  • Muhaliflere iftiralar atılır,

  • Medya aracılığıyla kişilik suikastları yapılır,

  • Siyasi linç seansları düzenlenir,

  • "Yargı" sopası gösterilir.

Ve halk, inandırılır.
Çünkü “algı”, “hakikat ”in önüne geçmiştir.
Çünkü artık “bir şey söylendiği için doğrudur”, doğruluğu ispatlandığı için değil.

3. Güç sarhoşluğu Söylediklerini unutup eleştirenleri susturmak

Seçim kazanıldığında ise:

  • Dünün yeminleri unutulur.

  • Dün “yapmayız” denilen her şey yapılır.

  • Dün “zulüm” denilen yöntemler bugün “güvenlik politikası” olur.

Ve sonra ne olur biliyor musunuz?

Muhalefet “neden bunları yapıyorsunuz?” diye sorunca,
onlara cevaben:
“Sen haddini bil!”
denir.

Yetmez…

  • Basın susturulur.

  • STK’lar kriminalize edilir.

  • Toplumun vicdanı korkutularak bastırılır.

Eleştiren değil, itaat etmeyen herkes yaftalanır.
Çünkü artık sadakat, liyakatin önündedir.
Ve halk bu rezalete kanunların gölgesinde alkış tutar.

4. Yasal zulüm- Kanunla kurulan tuzak

Zulüm bazen paletle, bazen kelepçeyle, bazen mahkeme kararıyla gelir.

Ama en sinsisi:
Kanunla yapılan zulümdür.

  • Kanunlar öyle yazılır ki, ifade özgürlüğü "dezenformasyon" olur.

  • Protesto "kamu düzenine tehdit" olur.

  • Eleştiri "düşmanlık suçu" sayılır.

Ve böylece:
Adalet, güçlü olanın silahı; zayıf olanın mezarı haline gelir.

Sistem, kendine itaat etmeyeni yok eden bir mekanizmaya dönüşür.
Toplum ise bu çarpıklığı sorgulamak yerine şöyle düşünür:

“Suçsuz olsalar içeri girerler miydi?”

5. Tebaa halk- Düşünmeyen, sorgulamayan, tapan

Sistem böyle işleyince halk da dönüşür.
Artık bir millet değil, bir teba oluşur.

Bu teba:

  • Sorgulamaz, savunur.

  • Hakkı aramaz, lidere biat eder.

  • Hakkı değil, kimden geldiğine bakar.

Ve trajik çelişki şudur:
Bu halk, Allah’a iman ettiğini söyler ama
zulmeden efendisini ilah edinmiştir.

Ve Kur’an’ın dilinden değil, liderin dudaklarından geleni “vahiy” bellemiştir.

6. Tarihin ve hakikatin önünde durulmaz

Şimdi size sesleniyoruz:
Ey kendini devlet sananlar!
Ey hukuku emir eri sananlar!
Ey halkı unutup iktidarı kutsayanlar!

Bugün güçlü olabilirsiniz.
Bugün yargıyı, medyayı, eğitimi, dini kendi çıkarınıza göre dizayn etmiş olabilirsiniz.

Ama Allah’ın adaleti gecikir, ama asla şaşmaz.
Her Firavun’un bir Musa’sı,
Her Nemrut’un bir İbrahim’i,
Her zalimin bir sonu vardır.

Tarihin tozlu sayfalarında adınız:

  • Zulmü kanunlaştıranlar,

  • Hakkı itibarsızlaştıranlar,

  • Toplumu köleleştirenler,
    olarak geçecektir.

Ve bu halkın suskunluğu sizi kurtarmayacaktır.
Zira her susturulan ses, bir gün çığlığa dönüşür.

7. Biz neyi savunuyoruz?

Biz, sıradan insanlar olarak:

  • Hakikat adına konuşuyoruz.

  • Kimseye kinle değil, herkese sorumlulukla yaklaşıyoruz.

  • Zulmün meşrulaştırılmasına itiraz ediyoruz.

  • Ve susanlar adına haykırıyoruz.

Biz adalet istiyoruz, intikam değil.
Biz hukuk istiyoruz, sopa değil.
Biz özgürlük istiyoruz, sadakat yeminleri değil.
Ve en çok da Allah’a kul olup kula boyun eğmemeyi istiyoruz...

8. Tarihe not düşüyoruz

Bugünün zalimleri,
Kendi kurdukları algı duvarları arasında sonsuz yaşayacaklarını sanıyorlar.
Ama tarih,
Hiçbir zalimi affetmedi.
Hiçbir susturulmuş hakikati sonsuza dek bastıramadı.

Ve biz bu yüzden diyoruz ki:

“Adalet yerini buluncaya kadar susmayacağız.”
“Mazlumlar ayağa kalkıncaya kadar geri durmayacağız.”
“Hak yerini buluncaya kadar bu meydan bizimdir.”

Biz bu manifestoyu tarihe yazıyor,
Zulmün, iftiranın, yalanın, gasbın, putlaştırmanın karşısına
Allah’a kul, kula muhalif olmanın onuruyla dikiliyoruz.

İmzamızı atıyoruz....
Vicdanı susturulmayanlar.
Zulmü kanıksamayanlar.
Yalanla yönetilmeye direnç gösterenler.
Allah’tan başkasına secde etmeyenler.
Ve bu ülkeyi gerçekten sevenler.

Bahadır Hataylı/27.06.2025/Sancaktepe/İST

Diplomatik Halılar Üzerinde Secdesiz Yönelişler


Şu sahneyi gözünün önüne getir:

Bir müstemleke valisi, halkın önünde diz çökmüş gibi yaparak dua ediyor. Oysa dudaklarından dökülenler dualar değil, borsa terimleri. “Rabbim, risk primimizi düşür, yatırımcı güvenini artır…” diye mırıldanıyor. Arka cebinde ithal anayasa maddeleri, ön cebinde ‘stratejik ortaklık’ sözleşmeleri, yakasında Birleşmiş Milletler broşu. Namazgah yerine diplomatik halı serilmiş, kıble ise Washington’un hava trafiğine göre dönüyor.

Ve halk…
Daha doğrusu, artık “kitle” olmuş o halk…
Gösterişli mitinglere “destek vermeye mecbur bırakılmış” katılımı alkış zannediyor.
Karnı aç, aklı susuz; ama gönlü “ülkemiz gelişiyor” diye televizyon spikerinden umut emiyor.
Çünkü ona ‘yeni çağ’ diye yutturulan şeyin içi boş bir çerçeve olduğunu henüz anlayamamış.
Ve en beteri: Bu çerçevenin içine kendi evladının ölüm belgesi asılıyor farkında bile değil.

Bak Hâfız, sana açık açık söyleyeyim…
Ortadoğu dedikleri şey, emperyalizmin ekvatoru değil sadece; insanlığın mezarlık haritasıdır.
Bir yanda petrol kokusu, diğer yanda çocuk mezarlarının üstüne serilmiş “kalkınma paketleri.”
Bir yanda NATO uçakları, diğer yanda Kur’an kurslarına bomba düşen sabahlar.
Ama tüm bunların arasında en feci olanı:
Kendi halkının gözünün içine baka baka yalan söyleyen yerli kuklalar…
Siyonist işgalciler kadar acımasız, Batılı diplomatlar kadar kurnaz, medya kadar sessiz...

Bu kuklalar ne mi yapıyor?
Kendilerini halkın ‘temsilcisi’ olarak değil, halkın ‘gözetmeni’ gibi görüyorlar.
Yani bir tür gardiyanlar. Ama cezaevi onların değil, bizim zihinlerimiz.
Ve her yeni yasa, her yeni seçim, her yeni ‘müjde’, o cezaevinin betonuna yeni bir kat daha ekliyor.
Artık mahkumlar başkaldırmaz olmuş; çünkü başlarını kaldırdıklarında yukarıda sadece reklam panoları görüyorlar:
“Milli Enerji!”
“Yeni Patagonya!”
“Yüzyılın Projesi!”
Hepsi koca bir hologramdan ibaret, ama biz hâlâ “bir şeyler değişiyor galiba” sanıyoruz.

Hâfız, biliyor musun?
İnsanlar artık yöneticilere değil, onların cümlelerine iman ediyor.
“Birlik, beraberlik, kalkınma” gibi süslenmiş cümleler her krizin önüne atılıyor,
Ve halk, hakikatin yerine bu parlatılmış hurafelere boyun eğiyor.

Oysa ne birlik var ne beraberlik…
Sadece aynı kafese tıkılmış farklı renklerde kuşlar gibiyiz.
Birimizin rengi kırmızı, diğerinin yeşil, bir başkasının sarı…
Ama kafes hep aynı:
Sömürü, aldatma, sahte temsil ve bolca göz boyama...

Ey Hâfız, şimdi sana biraz daha sert bir tablo çizeyim:

Düşünsene, bir ülke hayal et…
Her cuma hutbesinde Filistin’i anıyor, ama her pazartesi İsrail’le ticaret hacmini artırıyor.
Her sokak röportajında “davamız Kudüs” diyor, ama gümrük kapısında Siyonist mallarına serbest geçiş sağlıyor.
Ve bu iki yüzlülük, sadece dış siyasette değil, halkın ruhunda da yankı buluyor:
İnsanlar vicdanını cuma hutbesinde rahatlatıyor, sonra pazartesi o vicdanı karton kutuya koyup bir kenara atıyor.

Ne yazık ki insanlar gerçeği artık sadece kendi menfaatiyle temas ettiğinde fark ediyor.
Yani zulüm kendi çocuğuna, kendi mahallesine, kendi cebine ulaşmadıkça kimse bağırmıyor.
Ama o zaman da iş işten geçmiş oluyor.
Çünkü bir zulüm, halk sustukça değil, halk bölündükçe güçlenir.
Ve şu an, tam da bu noktadayız.

Emperyal akıl bunu çok iyi biliyor.
O yüzden “bizi bizle vuruyor.”
Kendi kardeşini hedef gösteren bir halk yarattı:
– “O Kürt mü?”
– “Bu Alevi mi?”
– “Şu başörtülü mü?”
– “Bu laik mi?”
Sorular böyle uzadıkça asıl sorulması gereken sorular mezara gömüldü:
– “Bu çocuk neden yoksul?”
– “Bu genç neden işsiz?”
– “Bu halk neden hep kandırılıyor?”

Ama halk bu soruları sormuyor, çünkü cevaplar hazır:
Dış güçler!
Sürüngen planlar!
Dolar lobisi!
“Ey dış mihraklar!” diye başlayan her konuşma, aslında iç mihrakların üzerini örtmek için atılan bir sis bombası…

Ve Hâfız, biliyor musun?
Artık o kadar çok sis var ki, insanlar nefes almak için birbirine tahammül etmek zorunda kalıyor.
Yani zulüm, sadece baskı değil; aynı zamanda nefes darlığıdır.
Bir halkın aklını ve kalbini daraltırsan, o halk kolay yönlendirilebilir bir sürüye dönüşür.
Ve sürü, merhameti değil, çobanını seçer.
Çoban sopasını gösterdiğinde değil, havuç salladığında peşinden gider.
Ve biz şu an havuca tapan bir toplum olduk.

Ey Hâfız…

Bazen düşünüyorum, acaba gerçekten biz halk mıyız?
Yoksa bir laboratuvar deneyi miyiz?
Her 5 yılda bir farklı dozda umut aşılanıyor,
Sonra sonuçlar ölçülüyor:
– Ne kadar sabır gösterdiler?
– Kaç kişi sustu?
– Kaç kişi alkışladı?

Ve her ölçümden sonra sistem kendini güncelliyor.
Yeni yalanlar, yeni vaatler, yeni ekran yüzleri…
Ama asla yeni bir gelecek değil.
Gelecek dediğin şey, bu çarkın dönmemesiyle başlar...

İşte biz bu çarkı durdurmadıkça, her gün başka bir masumiyeti gömeceğiz.
Bugün bir çocuk, yarın bir genç, öbür gün bir fikir, sonra bir umut…
En sonunda da kendi kalbimizi...

Ama hâlâ umut var Hâfız.
Çünkü halkın en büyük gücü öfkesi değil;
Gerçekleri konuşmaya başladığı andaki sessizliğidir.
O sessizlik, sandığın açılması gibi değildir.
O sessizlik, zincirin kırılma sesidir.
Ve o ses duyulduğu gün, ne emperyalist kalır, ne kukla, ne kandırılmış kitle...

O zaman ne olur biliyor musun?
O kırık at ayağa kalkar.
Sırtından sahibini silker.
Yelesini rüzgâra savurur.
Ve masumiyet, yeniden doğar.
Yalnızca bir şehirde değil,
Yeryüzünün her toprak parçasında.

Ve işte o gün Hâfız,
Biz de o atın gölgesinde yürüyenlerden oluruz.
Ne kırık dizimize bakarız,
Ne düşmüş başımıza.
Çünkü biliriz:
Hakikati taşıyanlar,
Asla eğilmez.

Son sözüm şudur Hafız,

Zulümle yürütülen her düzen,
Kendi celladını da içinde büyütür.
Ve o cellat,
Halkın uyanan vicdanıdır.
İşte biz o vicdanı ayağa kaldırana kadar,
Susmak da suçtur.
Ve biz susmayacağız, Hâfız…
Biz susmayacağız!

Bahadır Hataylı/26.06.2025/Sancaktepe/İST



25 Haziran 2025 Çarşamba

Masumiyetin Cenazesi-Atı Sahibine Vurduran Medeniyet

 “Pusuyla ayağını kırdıkları atı sahibine vurdurdular, Hâfız!

Masumiyet, at’tan çok daha önce öldü…”

Ben de sana, ey Hâfız, tam da o kırılan nallanmış kemikten sızan utancın kokusuyla sesleniyorum. Damarlarımızda kandil kandil yanan öfkeyi kükürt gibi buruşturan bir çağdayız; başkentler pompalı, vicdanlar paslanmış bidon, havai fişekler ise fosfor bombası kılığında patlıyor çocuk saçlarında. Şimdi söz, bir yerini kırmaya gerek duymadan bütün atları sahibiyle beraber toprağa gömenlerin devrinde. Masumiyet denen yelesi ter damlalarıyla ıslak tay, menüde “yan ürün” olarak satılıyor lobilerin kristal tabaklarında.

Kürsülerden yayılan o cızırtılı hoparlör sesini duydun mu? “Güvenlik” diyorlar, “gelecek” diyorlar, “ortak refah” diyorlar. Oysa onların güvenlik planı, halkın aklını celbeden bir balık oltası; iğnenin ucu bilerek körleştirilmiş, çünkü beden zehri hissedinceye kadar çoktan mideye indirmiş oluyor. Sonra “Vitrinde demokrasi, arka odada yağma” anonsu yapılıyor. Ve halk—o en cömert kandırılmış kalabalık—alkışlamak üzere cebindeki son iradesini de çıkartıyor, çakıl taşı niyetine sahnenin ortasına fırlatıyor.

Bir zamanlar Bağdat’ın eski kervansarayında yoldaşım olmuş ihtiyar bir meddah anlatmıştı:

“İmparatorluklar piramittir evlat; tepeye tüküren susuzluktan ölmez, ama aşağıda bekleyenler boğulur.”
Bugün piramidi çöl kumu değil, borsa endeksleri tutuyor. Yukarıdakiler saray duvarlarını götürüp Nasdaq’ta listeliyor; aşağıdaki çöl halkı ise timsah derisiyle kaplanmış bilançolara bakarak kendinden utanıyor. Ellerinde bir avuç seçme kum—ki adına tarih derler—kalıyor; onu da rüzgâr “terör” diye savurup hukuka yalınayak bırakıyor.

Bak, Hâfız, küresel düzen denilen sirkin cambazları ip üzerinde yürüyor değil; ipin kendisini yiyor.
Kapital dediğin o kör bıçak, bir zamanlar sömürge valilerinin omzunda duran tüfekti; şimdi akıllı telefon ekranından sızıyor.
Algoritmalar, Afgan dağlarındaki tırmık izinlerini numara numara depoluyor; Yemen sahillerinde deniz suyunu petrol kadar koyu gösteriyor; Gazze’nin gökyüzünü, sanki gri yerine RGB koduyla yanlış kaydetmiş gibi sürekli gürültülü siyaha çeviriyor.

Ama asıl dram: Bu algoritmaların efendileri hedefi “otomatik” tutturduğu için tetiği çekmiyor bile. Dokunmatik ekranı tıklamak yetiyor. Mermi emrine hâlâ vicdanlar direniyor mu, emin değilim; çünkü tetik parmağı artık “beğen” butonuna dönüşmüş durumda. Bir insanı indirime girmiş bir uygulama ikonuna ayıklamak, sonsuz kaydırılan zaman tünelinde bir saniye bile sürmüyor.

Bu noktada sahneye bizim “müstemleke valisi” çıkıyor. Kravatının ipek şeridini halkın boğazına kelepçe, ceketinin düğmesini seçmen küresi gibi kapalı bir zindana dönüştürmüş. “Hâkimiyet milletindir” yazan afişin tam önünde duruyor; elindeki makası çiçek yerine rüya kesmek için kullanıyor. Törendeki bandonun trampetleri, IMF raporlarına uygun tempoda vuruyor: Direnme senkronun bozulur, itaat patenti korumalıdır! Kurdele kesilince, açılış kurdele değil damarlardaki son kan damlası aslında; görüntüde alkış var, gerçekte kanama.

Ve halk—hani şu iplerini kendi eliyle çektiğin bedenler—neden hâlâ o bedeni taşıdığını soramıyor kendine: Çünkü cepleri yetim haklarıyla doldurulmuş ikramiyelerle sağır, gözleri kolonya kokulu seçim sandığıyla kör, dizleri iki kuruşluk istikrar vaadine kelepçeli. İnsan bazen sorar: “Biz ne ara at olduk da dizginimizi sırçalı balkonlarda dövme yapan akıllı faşizme bıraktık?” Cevap basit: Çoban değişti, sürü hâlâ aynı otlağa dair masalı dinliyor.

Bizim emperyal proje—ki adına uygarlık denmesi tam dört yüz yıldır kalıcı bir yazım hatasıdır—garip bir sahtekârlıkla işle(ri)yor: Önce bebeklere adalet duygusunu çizgi film sponsorluklarıyla veriyor, sonra kınalı bir uçurtmayla vicdanlarını göğe asıp ipini kesiyor. Böylece büyüyen nesil, rüzgârı bile kira kontratıyla teneffüs etmeye alıştırılıyor. Bugün Yemen’de bombanın altına doğan süt dişi, belki bakkal defterine hiç uğramadan drone gölgesini adım adım takip etmeyi öğrenecek. Masumiyet—o cansız tay—işte burada toprağa gömülüyor.

Ey Hâfız, düşünsene; gölgesini yere basınca lüks konvoya siren tutan cellâtlar var; onların kasasında “insan hakları” yazılı seyyar plakalar taşınıyor. Açtıkları her çukura “uluslararası müdahale” tabelası koyuyorlar, üstünü propaganda asfaltıyla örtüyorlar. Ortadoğu’nun damarını sömürgeci tırpanla biçenler dün roketatar taksitle satıyordu, bugün dinî hakemliği bulut hizmeti aboneliğiyle kiralıyor. “Kula kulluk yok!” diye haykıran halkın boğazına yaka mikrofonu takıp reyting oranından ibadet kotası çıkarıyorlar.

Bir de çığırtkan yankesiciler var: Dünyanın her zirvesine “karbon nötr” maske takıp geliyorlar; çantalarında fosfor, lobi biletlerinde çoklu imza, cümlelerinde barut kokusu. “İklim adaleti” diyorlar, fakat Gazze’nin kıyısında tek ağaç gölgesi kalmasın diye toprağa sürfaktan döküyorlar. Yetmedi, “insani koridor” açıp vicdanı geçiş garantili boğaz köprüsü gibi paralı hâle getiriyorlar. Ve her geçişte El-Halil sokaklarındaki taş evden bir taş daha söküp Kudüs’teki karton makete ekliyorlar.

Saatin kaç olduğuna bakma; zaman artık imperial banknotlarla kur ayarlı. Dünya ticareti diyorlar, ama satılan şey petrolden çok hakikatin kendisi. Paranın kutsal metni döviz bültenleri; ibadet ise kredi risk primlerini düşük tutmak. Bu yüzden Somali’de çocuklar kilo kaybını dâhili deflasyon sanıyor, Lübnan’da yaşlılar mevduatlarını rüya gibi çekiyor: rüyasında bankası karaborsa, sabahında yastık altı duman.

Hâfız, bir gün ansızın kadim medeniyetlere ait bütün harfleri beton mikserine dökecekler, biliyorum. Arapçası, İbranicesi, Farsçası, Kürtçesi… Elde kalan çorba dilin adına da “evrensel haber dili” diyecekler. Ekran başında yaygınlaşan tokat şovları, muhalifliğin modern ayini olacak. Âlimler, “programa kısa bir ara” cümlesinde secde edecek; kanaat önderleri banner reklamlarında canlanacak; hoca efendiler hologram minberde not dövizini tekrar okuyacak.

Oysa ben hâlâ o bacağı kırılmış atın bakışını unutamıyorum. At ölmedi; sahibinin vurduğu at ölmez, çünkü ona sıktığın mermi aslında kendini vurur. Bunu bana sekizinci yüzyılda Bağdat’ta bir hikmet nakşetmişti: “Zulüm, sahibini taşar; diri diri gömer.” İşte tam burada, masumiyetin ölüm ilanını yazan kalem de sahibini suç mahallinde deşifre eder. O kalem ki petrol türevi plastikten yapılmış—inkârı dahi ithal.

Şimdi soruyorum: O valiler, o yönetçiler, o kukla aktörler, neye yaslanıyor?
Yaslandıkları şey bizim korku kumbaramız. Onu her seçimden sonra açıp oy pusulalarından “biat bozukluğu” topluyorlar. Kimin cebinde fazladan umutsuzluk kalmışsa bir tıkla dövize çeviriyorlar. Kimin hatıralarında direniş ışığı yanacaksa adını “radikal” diye fişleyip karanlık lambaya çeviriyorlar. Böylece sokak, logosu dahi tescilli bir karanlığa teslim oluyor.

Ama bil ki, ey Hâfız, “kırık atlar çağı” uzun sürmez. Çünkü baldır kemikleri kaynarken kemik suyuna eklenen acı, mutlaka gök kubbenin tadını değiştirir. Zulmün kimyası, adaletle karışınca çamur olur; çamur sertleşince zindana dönüşür; zindan çatlayınca yeni bir gün doğar. O gün, masumiyetin kefeni değil, kefeni yırtan nabzıdır müjdelenen. Bedenlere sordurulan o hüzünlü soru—“Neden hâlâ taşıyorsun kendini?”—yerini şuna bırakacak: “Neden hâlâ boyun eğiyorsun?”

İşte tam orada, küresel canilerin orkestral gürültüsünü bastıran gülüşler yükselecek: “Madem ipler bizim ellerimizdeydi, kırbaç niçin sırtımızdaydı?”
Ve halk kendi kukla iplerini atıverince gökyüzünde duman yerine rüzgâr çizilecek; Gazze’deki çocuğun topu ilk kez savaş uçaklarının rotasını değil, özgürlüğün parabollerini çizecek. Yemenli annenin ninnisi, ambargo listelerinde görünmeyen rüzgârın adresi olacak; Şam’daki yankılanmış mermi sesine karşı Kahire’den mahur bir ud taksimi yükselecek, tel tel örüp sıkılan kalpleri açacak.

Gör bak, bugün “karanlık” diye ezberletilmiş bütün harfler yarın yeni hecelerin toprağı olur. Ezeli bir dil doğar; suskun şehirler o dille “yeter!” der, yankısız kalmayacak. Ve at—ayağı kırılmış o gölgeli kahraman—ayağa kalkmasa bile yelesini göğe savurur; masumiyetin ölmediğini, yalnızca üstüne sıcak çimento döküldüğünü anlatır. O çimento çatlayınca hikâye yeniden başlamaz; çünkü aslında hiç bitmemiştir. Bitmemiş hikâyeye sahip çıkmak, kırık nallanmış kemiğe merhem sürmekle aynı şeydir: İkisinde de yalnızca şefkat değil, cesaret gerekir.

Son sözüm şudur, ey Hâfız:
Biz kırık atları sahibine vurduran o karanlık aklın tam karşısında duruyoruz; dizlerimiz titrese de duruyoruz. Çünkü biliyoruz ki masumiyet ne dünden ölü, ne yarın doğacak bir peri masalı. Masumiyet, şu an burada: Dilimizin pasını çözen her hakikat cümlesinde; sırtımıza abanmış çığlığı şahdamarından söküp atan her sahici kahkahada; ve en çok da kalemimizin mürekkebinde…

Kalemin namlusu, tetikteki parmak sen ol yeter; atın yelesinde rüzgâr, sahibinin değil özgürlüğün soluğu olur. O zaman ne ip kalır ne kukla, ne de kalabalıkların aklını çalan yankesici curcunalar. Geriye sadece dengini arayan hakikat kalır; “Pusuyla kırdığınız ayağı taşıyan beden artık sizi sırtında taşımıyor!” diye bağıran yepyeni bir çağrı…

Ve dünya, o çağrıya vereceği cevap kadar diri; sessiz kaldığı her saniye kadar lanetli olacak.

Erol Kekeç/20.05.2025/Namazgah/İST

Her Şeyi Kuşatan Bir Hakikat-Allah ve Unutulmuş Yakınlık

 


Ey kalbi yorgun insan!

Duyduğun sesler çok, ama en hakikatli olanı unuttun.
Her şeyin üstünü örttün: vicdanını, sorumluluğunu, ahdini, hatta Allah’ı…
Sanki dünya sonsuzmuş gibi yaşıyorsun; sanki toprağa hiç girmeyecekmişsin gibi…
Ama bil ki:
Senin unuttuğun bir Rab var, seni unutmayan…
Senin uzaklaştığın bir kitap var, sana yol göstermeyi bırakmayan…
Senin arkanı döndüğün bir hesap var, adım adım yaklaşan…

Ey insanoğlu!
Gözlerin ekranlarla doldu, ama hakikati göremez oldun.
Kulağın seslerle çevrildi, ama hakikati duyamaz hale geldin.
Kalbin “benle şişti, ama Allah’ı taşıyamaz oldu.
Ne zaman döneceksin Rabbine? Ne zaman durup "Ben neredeyim?" diyeceksin?

Allah buyuruyor:

“Dikkatli olun! Gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.”
“Gerçekten O, her şeyi sarıp kuşatandır.” (Fussilet/54)

Ey hakikati arayan!
Bu kuşatılmış dünyada, tek özgürlük Allah’a kul olmaktadır.
Bu karmaşık çağda, tek netlik vahyin aydınlığıdır.
Ve bu puslu yollarda, tek sığınak Rabbin kuşatıcı merhametidir.

Şimdi sustur bütün dünyevi uğultuları.
Kalbini sessizleştir.
Gözünü değil, özünü aç.
Çünkü sana sesleniyor:

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.” (Nisa/126)

İşte bu irşat, seni sorulara götürsün:

  • Ben kime kulum?

  • Kime yaslanırım?

  • Kimden korkar, kime güvenirim?

  • Ve ben bu kuşatılmış hayatta, Allah’ın nuruna ne kadar yakınım?

Şimdi söz, kalbine ait...
Ve yol, O’nun vahyine doğru...
Hazırsan başlayalım...

1. Modern Çağda Kaybolan Bağ

Bugünün insanı; bilgiye boğulmuş, ama hikmetten uzak. Görüyor ama idrak edemiyor. Duyuyor ama anlamıyor. Her yere yetişmeye çalışıyor ama asıl Yaratıcısından uzaklaşıyor. Fussilet Suresi’nde Rabbimiz açıkça uyarıyor:

"Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler."

Bu kuşku, sadece bir bilgi eksikliği değil; bilinçli bir sırt dönüş, bir yabancılaşma, bir unutmadır. Rabbine yönelmek yerine kendine kapanan bir insan tipi. Vahyi terk eden insanın kalbi kararıyor, yüreği taşlaşıyor, vicdanı köreliyor.

2. Vahyin Hayatta Karşılığı Var mı?

Günümüzde vahiy ne kadar hayatın merkezinde? Birçok kişi Kur’an'ı bir "övgü kitabı", bir "süs nesnesi", ya da sadece "ölülerin ardından okunan" bir gelenek olarak görüyor. Oysa vahiy bir hayat pusulasıdır. Vahyin amacı, insanın Allah’la bağını diri tutmak, fıtrata uygun bir ahlak ve düzen tesis etmektir.

Ama bugün toplumlara bakın:

  • Ahlaki çöküş yaygın.

  • Adalet yerini ranta bırakmış.

  • Merhamet, çıkarın gölgesinde ezilmiş.

  • Aileler çözülüyor, insanlar yalnızlaşıyor.

Çünkü artık insanlar vahiy ile değil, nefsin, modanın, popüler kültürün kurallarıyla yaşıyor. Nisa Suresi 126. ayet bu noktada çok önemli bir hatırlatma:

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.”

Bu ayet, aslında “sınır” çiziyor. Ey insan! Senin mal zannettiklerin, senin planların, senin hayallerin… Hepsi, Allah’ın mülkü içindedir. Onun izniyle olur. Bu farkındalık insana hem tevazu hem sorumluluk kazandırır.

3. Kuşatma Ne Demektir?

“Her şeyi kuşatmak” ifadesi Kur’an’da sadece fiziksel çevrelemeyi değil, bilgiyle, kudretle, hikmetle sarmayı da ifade eder. Allah, kainatın her zerresine nüfuz eder:

  • Gönüllerdeki gizli düşünceleri bilir.

  • Zihinlerden geçenleri yakalar.

  • Tarihi, bugünü ve geleceği birlikte kuşatır.

  • Görünen ve görünmeyen tüm sistemleri kontrol eder.

Modern insan kendini merkeze koydu. “Ben bilirim, ben yaparım, ben çözerim” dedi. Oysa Kur’an bize şunu öğretir:

Allah kuşatmıştır. Sen nereye kaçacaksın?

İnsanın kibri ne kadar büyürse büyüsün, Allah’ın ilminden ve hükmünden dışarı çıkamaz. Bütün evren ilahi sistemin içindedir. Ve bu farkındalık insanı sorumlu kılar.

4. Günümüz İnsanının Rab ile Olan Mesafesi

Bugün sokakta yürüyen insanlara sorsanız: “Allah’a inanıyor musun?” – büyük çoğunluk “evet” der. Fakat bu inanç bir bağ değil artık; bir gelenek, bir hatıra, bir sembol haline gelmiş durumda. Ayette geçen "Rablerine kavuşmaktan yana kuşku içindedirler" ifadesi bu hâli tarif eder:

  • Allah’ın adını duyar ama etkilenmez.

  • Ahirete inanır ama hayatını dünyaya göre planlar.

  • Dua eder ama samimi değildir.

  • Namaz kılar ama kalbiyle buluşmaz.

Bu çelişki, günümüz insanının temel trajedisidir. Ruhunda boşluk hisseder ama doluluğu yanlış yerlerde arar: alışverişte, alkışta, mevkide, sosyal medyada. Oysa gerçek yakınlık, Rab ile kurulan o görünmez ama derin bağdadır.

5. Vahyin Hayata Yansıması-Nasıl Olmalıydı?

Vahiy, sadece inançsal değil, ahlaki ve toplumsal bir devrimdir.

  • Adalet: Vahyin en temel emirlerinden biridir. Günümüzde adalet sadece mahkeme salonlarında değil, sosyal ilişkilerde, ailede, ticarette, eğitimde yok sayılmaktadır.

  • Merhamet: Peygamberimiz (sav) Kur’an'la yoğrulmuş bir merhamet örneğiydi. Bugün ise acılar “başkasının meselesi” sayılıyor. Mazlumlara kulak tıkıyoruz. Oysa Allah her şeyi kuşatandır, kalbimizdeki duyguyu da…

  • Tevazu: Vahyin ruhu budur. Fakat modern insanın tanrısı "ben" olmuştur. Kur’an ise: “Yürüme yeryüzünde böbürlenerek” derken bizi tekrar yerimize davet eder: yaratılmış olduğumuzu hatırlamaya.

6. Kapanan Kalplerin Çağı

Kur’an, kalplerin mühürlenmesinden bahseder. Bu mühür, fiziksel değil ruhsal bir kapanmadır. Bugün, göz var ama görmüyor; kulak var ama duymuyor; dil var ama hakkı söylemiyor. Çünkü kalp ölü. Çünkü kalp, Rabbinin nuruna kapanmış. Fussilet Suresi’ndeki "Dikkatli olun!" ifadesi, bu kalp ölümüne karşı bir uyan çağrısıdır.

Kur’an, sürekli uyarır:

“Hala düşünmeyecek misiniz?”
“Aklınızı kullanmayacak mısınız?”

İşte bu sorular, modern zamanın en çok ihtiyaç duyduğu sorgulamalardır.

7. Kuşatılmış Olmanın Güvencesi

Allah’ın her şeyi kuşatması, mümin için bir korku değil, bir güvence olmalıdır. Çünkü:

  • Yalnız değiliz.

  • Zulme uğradığımızda gören bir Rab var.

  • Dualarımızı işiten, gizli gözyaşlarımızı bilen bir Kudret var.

  • Hesap günü gelecek ve her şey ortaya dökülecek.

Bu nedenle, zalimler için "Allah her şeyi kuşatandır" ifadesi bir uyarı; mazlumlar içinse bir teselli ve müjdedir.

8. Ne Yapmalı? Vahyi Hayatımıza Nasıl Taşırız?

- Kur’an ile yeniden tanışmalıyız.

Sadece okumak yetmez; anlamaya, yaşamaya, içselleştirmeye çalışmalıyız.

Hayatın her alanında Allah’ın hükmünü merkeze almalıyız.

Ailede, işte, sokakta, devlette… Kur’an bir kenarda değil, her kararda olmalıdır.

İçsel bir dönüşüm yaşamalıyız.

Görünürde değil; kalpte, niyette, ahlakta bir değişim. Bu olmadan toplumda değişim olmaz.

Sorgulayıcı ama teslimiyetle olmalıyız.

Sadece gelenekleri değil, modern değerleri de sorgulamalıyız. Bilimin, siyasetin, eğlencenin sunduğu “değerleri” Kur’an terazisine koymalıyız.

Allah Kuşatmıştır – Peki Biz Neredeyiz?

Son söz olarak şunu soralım:

  • Allah her şeyi kuşatmışken, biz neredeyiz?

  • Vahyin gölgesi altında mıyız yoksa nefsimizin esaretinde mi?

  • Gönlümüz Allah’a açık mı yoksa dünyevi perdelerle örtülü mü?

Ayetteki “Dikkatli olun!” ifadesi hâlâ yankılanıyor. Bu bir tehdit değil; bir rahmet çağrısıdır. Yoldan çıkanlar için bir ışık, düşenler için bir merhamet elidir. Ve Allah’ın kuşatması, kendisine sığınanlara daima bir emniyet kalkanıdır.

Erol Kekeç/23.06.2025/Sancaktepe/İST

23 Haziran 2025 Pazartesi

Görünene Aldananlar Görünmeyenin Hesabına Hazır Olsun

 


Amerika ve Siyonizm'in Son Perdesi

İnsanlık tarihi boyunca zulüm, her zaman önce parıldayan yalanlarla geldi. Önce alkışlandı, sonra kutsandı; ama en sonunda her zalimin toprağı kanla sulandı. Şimdi karşımızda, bir çağın sona yaklaştığını gösteren işaretler var. ABD’nin bu gece İran’a saldırısıyla, sadece bir ülke bombalanmadı; insanlık vicdanı bir kez daha sınandı.

Ve bu, çöküşün hızlandığı andır.

İnsanlar, "önlerinde görünene inanır; arkalarındaki büyük günü görmezler." Çünkü günümüzde akıl, ekranın parıltısında, gerçek ise toprakta saklı. Pozitif bilincin putlaştırıldığı, maneviyatın delilik sayıldığı bir çağda yaşıyoruz. Ama neye inanırsanız inanın; hakikat bir gün herkesin dilini çözecek. O gün geldiğinde ABD, İsrail ve tüm zalim yapılar, sadece tarih kitaplarında bir utanç vesikası olarak kalacak.

I. ABD, Bir İmparatorluğun Sessiz İntiharı

ABD, artık düşman yaratmadan yaşayamaz hâle geldi. Ekonomisi savaş sanayisine bağlandı; ahlâkı Hollywood senaryolarına teslim. Bu ülke, insan hakları kisvesiyle savaş, barış adı altında işgal, özgürlük adına kontrol dayattı. Ama bu gece yaptığı şey artık her şeyin ötesindedir: açık bir çöküş ilanıdır.

  • İçten içe yanıyorlar. Çünkü içerideki millet, artık dışarıdaki savaşları finanse edecek güce sahip değil. Trump’ın sabah "başarılı operasyon" diye duyurduğu şey, ABD’yi tarihsel intihar sürecine sokan ilk kıvılcım olabilir.

  • Finansal tükenmişlik: Savaşın maliyeti, enflasyonu artıracak; sosyal hizmetler kesilecek, siyahlar, Latinler, işsiz gençler sokaklara dökülecek. Amerika dışarıda savaşırken içeride halkını kaybedecek.

  • Uluslararası yalnızlık: Ne Avrupa tam destek veriyor ne Asya. BM’de bile destek arayışları zayıfladı. Gözle görülür şekilde yalnızlaştı.

Bu Amerika, artık sadece kendine çalışıyor. Kendi içinde yaşayanlar bile onun niçin savaştığını bilmiyor. Çünkü bu savaş, adalet için değil; son güç gösterisini yapabilmek için başlatıldı.

II. Siyonizm, Zehirli Bir Rüyadan Uyanış

Siyonist akıl, yeryüzünde kendinden başka herkesin köle olması gerektiğine inanıyor. Tarihi boyunca barıştan değil, korkudan beslendi. Ama korkunun ömrü kısa olur. Hele ki mazlumlar Allah’a tevekkül ettiğinde, hiçbir kalkan bu azabı durduramaz.

  • İsrail’in psikolojik çöküşü başladı. İran’ın misillemesi Tel Aviv’i vurduğunda, İsrail halkı ilk defa gerçek savaşın ne olduğunu hissetti.

  • Lübnan, Suriye, Gazze hattı kıpırdıyor. Artık Siyonist tanklar kadar, direniş tünelleri de güçlü.

  • İnançsız bir devletin inançla kurulanlara karşı direnci yoktur. İsrail, korkunun iktidarıdır; ama korkuyu yenen bir halkın karşısında duramaz.

Bu çürümüş yapının sona yaklaştığını sadece biz değil, tarih bile söylüyor.

III. Görünmeyeni Görmeyenler, Kaybolanı Alkışlar

Bugün ekranlarda ABD zafer kazanmış gibi gösterilecek. Ama bu zafer değil, bir çöküşün başlangıcını gizlemeye çalışan bir illüzyondur.

İnsanlar susar, çünkü gerçek can acıtır. Ama göz göre göre yapılan bu şeytani işbirliğine sessiz kalan herkes, yarın o yanlarında saf tuttuklarıyla birlikte yargılanacaktır.

  • Ey susanlar! Bir halk soykırıma uğrarken, ekran başında izlemek tarafsızlık değil, işbirliğidir.

  • Ey kendini inançlı sananlar! Siyonistlerin yanında saf tutan hiçbir “Müslüman devlet” kendini temize çıkaramaz.

  • Ey liderler! Dilleriniz dua eder gibi ama elleriniz zalimlere silah uzatıyor. Allah size de bir gün hesap soracak.

IV. Tarihten Ders Alanlar İçin- Zulmün Süresi Sonsuz Değildir

Firavun ’un sarayı çöktü, Nemrut’un ateşi kendi kavmini yaktı. Roma, Bizans, Moğol... Her imparatorluk düşerken aynı hatayı yaptı: Allah’ın kullarını değersiz gördü.

ABD ve İsrail de aynı hatayı yapıyor.

Ama zaman farklı: Bu sefer internet çağındayız, hakikat saklanamaz. Mazlumların sesi her yerde, zalimin yalanı ise çözülebilir durumda.

V. Ne Olacak? ABD ve İsrail Nasıl Gider?

1. Askeri Yıpranma:

İran, vekilleriyle bölgesel bir ateş hattı kuracak. ABD, tek bir cephede savaşamayacak kadar yorgun. Her cephe yeni bir ekonomik yara, her kayıp bir sosyal isyan olacak.

2. İçeriden Çöküş:

Amerika’nın kendi halkı isyan edecek. Z kuşağı artık "ABD bayrağını" bir özgürlük simgesi olarak görmüyor. Sosyal medya çağında savaş çığırtkanlığı yerine barış çağrısı trend olacak.

3. Siyonizm'in İç Muhasebesi:

İsrail halkı artık liderlerine güvenmiyor. İçerdeki ultra-Ortodokslar orduya gitmek istemiyor, laik kesim yurt dışında yaşamak istiyor. İsrail, içeriden çatlayacak.

4. İnançlıların Uyanışı:

Bu savaş, sadece askeri değil; iman ile inançsızlık arasında. İnsanlık, artık tek bir gerçeği anlamaya başladı: Zulümle abat olunmaz.

Galip Kimdir?

Galip, en çok silaha sahip olan değil; en çok sabreden, en az zalime benzeyendir.

Galip olan, Allah’ın yanında olandır.
Ve Allah, zulme göz yumanı sevmez.
Allah, mazlumun gözyaşını boşa bırakmaz.
Allah, şeytanlarla yürüyeni asla aklamaz.

Bu çağ kapanıyor.
Yeni bir çağ, zulme direnmenin; hakikate tutunmanın çağı başlıyor.
Ya bu çağda tarafını seçeceksin,
Ya da tarihin çöplüğüne sürüklenenlerle birlikte yok olacaksın.

Yaşarsak göreceğiz… Ama gördüğümüzde çok geç olmasın!

Erol Kekeç/22.06.2025/Sancaktepe/İST

22 Haziran 2025 Pazar

Ahlakın Yetişemediği Çağda İnsanlığın Sessiz Çöküşü

Paranın ve Bencilliğin Gölgesinde Ahlaki Bir Çöküş

Modern dünyada insanlar paranın, çıkarın ve bencilliğin peşinden o kadar hızlı koşuyorlar ki ahlaki değerler geri planda kalıyor. Kapitalist piyasa ilişkilerinin ve tüketim kültürünün egemen olduğu toplumda, etik duyarlılık giderek körelmekte, bireyler çıkarcı hesaplarını toplumsal sorumluluğun önüne koymaktadır. Bu etik körlük hali sürdükçe toplumda derin bir yozlaşma yaşanır; değerler sistematik olarak aşınır ve herkes kendi çıkarını mutlaklaştırır. Piyasa mantığı artık yalnızca ekonomiye değil, eğitim, sağlık, adalet gibi hizmet alanlarına bile sirayet etmiştir: nitelik ve eşitlik ve adalet yerine kâr önceliği konmakta, kamusal etik özel çıkarların gölgesinde silikleşmektedir.

  • Paraya ve bireysel çıkara odaklanan hızlı tüketim kültürü, birlikte yaşama dair ahlaki sınırları esnetir ve “etik körlüğü" besler.

  • Rekabetçi iş ortamlarında ve kurumsal yapılarda adalet ve dürüstlük ihmal edilir, bireyler “görev buyruğu” bahanesiyle haksızlıkları sorgulamaktan çekinir (örn. “talimat böyle” deyip hukuksuz uygulamaları yerine getirme).

  • Sonuçta, akışkan modernlik gibi, toplumsal kuralları esneten yeni düzen bireyleri yalnızlaştırır; kişiler kendi çıkarını tüm etik ilkelerin önüne alır.

Tüketim toplumunun bu yıkıcı ikliminde, değerleri yeniden tesis etmek her geçen gün daha da zorlaşıyor.  Başka bir ifadeyle, insanlığın açgözlülük ve tüketim hegemonyasını sorgulamadan ilerlemesi, yalnızca toplumsal değil küresel ölçekte felaketleri de hızlandıracaktır.

Aile Dokusunun Çözülmesi-Toplumsal Çatlaklar

Toplumsal değerlerin çözülmesinin en acı örneklerinden biri, aile kurumunun hızlı değişimidir. Modernleşme, küreselleşme ve bireyselleşme gibi süreçler ailenin geleneksel yapısını daraltarak, iç ilişkilerde sistemsel bir çözülmeye yol açmaktadır. Aile içindeki uyum bozulduğunda, fertler artık önce kendi çıkarlarını gözetir hale gelmiş, aile içi dayanışma azalmıştır. Kırılmış ev gibi simgesel imge, bu çözülmenin trajik yansımasıdır: evet, bir zamanlar birlikte büyüyen aileler artık bölünmüş, bireyler arasında sevgi, empati ve fedakârlık giderek eksilmiştir. Çocuk eğitimi güçleşmiş, evlenip aile kurmak zorlaşmış, buna bağlı olarak aile içi şiddet ve boşanma sayısı artmıştır.

Üzerinde çalışılan araştırmalar da aile içi sorunlardaki artışa işaret eder. Ailenin geniş yapısının daralması ihtiyaçları çoğaltmış ve iç uyumu bozmuştur. Bu “birey öncelikli çözülme” sürecinde aile üyeleri arasındaki sevgi ve bağlılık zayıflamış, evlilikler ve çocuk yetiştirme giderek daha zor bir hale gelmiştir. Nitekim sonuçta aile içi şiddet ve boşanma vakalarının yükselmesi, mutlu ailelerin kalmadığı toplumlarda toplumsal huzursuzluğun da arttığını göstermektedir. Aile yapısının bu dönüşümü, toplumsal dayanışmanın temel taşı olan aileyi çökertmekte, bireyler arası yabancılaşmayı derinleştirmektedir.

Bu çöküş, her nesli doğrudan etkiler. Kırılan aile bağları içinde yetişen çocuklar, güven duygusunu yitirerek sosyal problemlere daha açık hale gelir. Yapılan çalışmalar, aile içi kırılmanın çocuklarda duygusal ve davranışsal problemlere, eğitim hayatında başarısızlığa ve toplumsal uyumsuzluğa yol açtığını ortaya koyuyor (örneğin düşük sosyoekonomik grupta eşitsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar). Kısacası aile kurumunun erozyonu, insan ruhunda derin yaralar açmakta, toplumsal çürümenin en trajik tezahürlerinden birini ortaya çıkarmaktadır.

İş Dünyasında Yozlaşma-Rüşvet ve Çıkar İlişkileri

İş hayatında ve kamu yönetiminde görülen yozlaşma da aynı ahlaki çöküşün yansımasıdır. Gücün ve paranın yoğunlaştığı kurumlarda etik çöküntü hızla yayılır. Yapılan bir teorik çalışmada vurgulandığı üzere, devlet görevlileri arasında rüşvet, görev suiistimali ve dolandırıcılık gibi küçük çaplı yolsuzluk faaliyetlerinin kurumsal düzeyde yozlaşmayı tetiklediği gözlemlenmiştir. Bu tür usulsüzlükler  adaleti zedeler, aynı zamanda ekonomik verimliliğe de zarar verir; yönetim ve toplum arasındaki güven bağını zayıflatır. 

  • Çıkar ilişkilerinin artmasıyla birlikte kurumsal ahlaki çöküntü yaygınlaşır; küçük rüşvetler bile büyük ölçüde yozlaşmaya zemin hazırlar.

  • Yolsuzluk ortamında adalet, şeffaflık ve dürüstlük gibi değerler rafa kalkar. Aile ve siyaset yerine “orman kanunları” hakim olur, yani güçlü olanın fendi geçer.

  • Böylece şirketler veya kamu kurumları etkin, verimli ve saydam bir yönetimden uzaklaşır. 

Bu yozlaşma, toplumun her kesimini etkiler: Adalet arayanlar umudunu yitirir, emeğinin karşılığını alamayan bireyler kırılır, iş dünyasında güven duygusu yara alır. Özel çıkarların kamusal sorumluluğun üstüne çıktığı bir düzende, etik ilkelerin gölgelenmesi kaçınılmazdır. Sonuçta, bu ahlaki zafiyet toplumsal işleyişi temelinden sarsar ve daha büyük felaketlerin habercisi olur.

Yaşam Boyu Eğitim ve Umut Arayışı

Bütün bu karanlık tablonun içinde, yaşam boyu eğitim kavramı bir umut ışığı sunabilir. Eğitim ve öğrenme süreçleri, yeni kuşaklara sadece mesleki beceri değil aynı zamanda etik bilinç de kazandırabilir. Araştırmalar, ahlaki eğitimin yaşam boyu öğrenmenin ayrılmaz bir parçası olması gerektiğini vurgular. Bir çalışma, ahlak eğitimini “evrensel insanlığın daha iyiye doğru gelişimi” amaçlayan yaşam boyu eğitimin merkezi unsuru olarak ele almıştır. Bu bakış açısına göre, bireyler çocukluktan başlayarak öğrenmeyi yaşamlarına dahil ettikçe, etik değerler de süreklilik kazanır.

Yaşam boyu öğrenmenin mekanizması, bilgiyi ve beceriyi hayatın her evresine yayarak değişimin hızı karşısında bireyi güçlü kılar. Hızlı gelişen dünyada eski eğitim sistemiyle edinilen bilgiler yetersiz kalmaktadır; bu nedenle bireylerin yaşamları boyunca öğrenmeleri zorunludur. Yaşam boyu öğrenme, insanın yetkinliklerini sürekli geliştirdiği bir süreçtir ve bu sayede kişiler toplumsal, kültürel ve ekonomik yeniliklere uyum sağlayabilir. Örneğin Sakarya Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada belirtildiği üzere, bu öğrenme süreci bireyin her yaşta ihtiyaç duyduğu becerileri edinmesine imkân tanır ve böylece her alanda etkin bir birey yetiştirir.

  • Eğitimin ahlaki amacı: UNESCO’nun ünlü Faure Raporu’nda “eğitim temel amacının bireyin fiziksel, entelektüel, duygusal ve ahlaki olarak tam bir insan olarak bütünleşmesini sağlamak” olduğu belirtilmiştir. Bu doğrultuda, eğitim hem bireyin kendini gerçekleştirmesi hem de toplumsal değerlerin nesiller boyu aktarılması için bir araçtır.

  • Sürekli öğrenme kültürü: Raporda ayrıca “her birey yaşam boyu öğrenmeye devam etmelidir,  Örneğin çocuklarımız ve gençlerimiz sadece bir mesleğe değil, sürekli gelişime ve değişen koşullara uyumlanmaya hazırlanmalıdır. Eğitim programları esnek ve açık olmalı, bireye farklı alanlarda yeni bilgiler edinme imkânı sunmalıdır.

  • Ahlak eğitiminin sürekliliği: Yaşam boyu öğrenme yaklaşımı, ahlaki eğitimin de kalıcı hale gelmesini destekler. Bir toplumda ahlaklı öğretmenler yetiştirmek, süreklilik arz eden bir eğitim süreci aracılığıyla etik değerlerin yaygınlaşmasını sağlar. Bu çaba bireysel farkındalığı artırırken, aileden okula tüm eğitim kurumlarında etik ilkelerin kazandırılmasına öncelik verir.

Yaşam boyu eğitim bu biçimiyle bireyleri bilgi çağının gerekliliklerine uygun hale getirirken aynı zamanda ahlaki açıdan da donanımlı kılar. Bir başka deyişle, eğitim sistemleri sadece teknik bilgi vermekle kalmamalı, empati, dayanışma, adalet gibi değerleri de her yaştaki bireye öğretmelidir. Çocuklukta ve gençlikte başlayan bu süreç, yetişkinlikte de meslek içi eğitimlerle, yetişkin eğitim programlarıyla ve farklı öğrenme yollarıyla sürdürülmelidir.

Yeniden İnşa Umudu

Günümüzde etik değerlerin altüst olduğu bir dünyada yaşamak, sadece bireyler için değil toplumlar için de karanlık bir tehlikedir. Elde edilen bulgular ve gözlemler gösteriyor ki, ahlaki değerlerin geri plana atılması suça, güvensizliğe ve toplumsal çözülmeye neden olur. Şayet mevcut eğilimler tersine çevrilmezse, insanlık kendi içinde yavaş yavaş bir yok oluşa doğru sürüklenecektir. Dünya Kaynaklar Enstitüsü’nün vurguladığı gibi, kültürümüzü tüketim merkezli tutmaya devam edersek yeni krizler peş peşe kapımızı çalacaktır.

Buna rağmen umutsuzluk içinde kaybolmak zorunda değiliz. Bu iç karartıcı süreçten çıkış, sadece bireysel düzeyde farkındalıkla değil, kurumsal ve kamusal alanın etik ilkeler temelinde yeniden düzenlenmesi ile mümkündür. Eğitim, aile ve çalışma yaşamında ahlaki bilinç yükseltilip toplumsal sözleşme yenilenirse; adalet, eşitlik, doğruluk gibi değerler önce bireyden başlayarak topluma yayılabilir.

Her şeyden önce, paranın peşinden koşmanın, ikiyüzlülüğün veya nefsi çıkarların insanî ideallerin yerini almasına izin vermemeliyiz. Bu derin yaraları onarmak, her neslin yaşam boyu öğrenme sürecine etik eğitimi dahil etmekle, aile ve topluluk bağlarını güçlendirmekle ve kamusal yaşamda şeffaflığı gözetmekle mümkün olacaktır. Böyle bir toplumsal uyanış, belki karanlık günlere rağmen ufukta hala var olabilecek aydınlık bir geleceğe işaret eder.

Bahadır Hataylı/12.06.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!